3 Aralık 2011 Cumartesi

Laik Cumhuriyet'den İslami Şeriata....

3 Aralık 2011 Cumartesi
Türkiye Bilimsel Ateistler Birliği TBAB

tarafından eklendi

İSTANBUL’DA TALİBAN

Türkiye'nin resmi: Laik Cumhuriyet'den İslami Şeriata...




Bu fotoğrafın altında da “Modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün resminin olduğu Türk bayrağı ve İslami bayrak taşıyan bir adam Fatih Camii’nin avlusunda” yazılıydı.
Bir Talibancının elinde Mustaafa Kemal'li Türkiye bayrağı olsa olsa, ustalarından öğrendikleri takiyye
için olabilir....


İSTANBUL’DAN TALİBAN KARELERİ
İngiliz Reuters ajansı, ABD’nin düzenlediği hava saldırısında ölen Taliban militanı Türkler için Fatih Camii’nde kıyılan cenaze namazını ve ardından yapılan gösterileri dünyaya servis yaptı


İstanbul'dan Taliban kareleri!


İngiliz Reuters ajansı, ABD’nin düzenlediği hava saldırısında ölen Taliban militanı Türkler için Fatih Camii’nde kıyılan cenaze namazını ve ardından yapılan gösterileri dünyaya servis yaptı

Bu fotoğrafın altında da “Modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün resminin olduğu Türk bayrağı ve İslami bayrak taşıyan bir adam Fatih Camii’nin avlusunda” yazılıydı.






9 Kasım 2011 Çarşamba

Taşlayarak Öldürme Ve İnsanbilim!




İnsanbilimin kuralları, eski toplumun ilişkilerinin ve örgütlenme tarzlarının; bütün bunlarda temel  rol oynayan ‘toplum birim’lerin derinlemesine  incelenmesi sonucunda varılacak genellemelere dayanarak ortaya konulabilir.

Böyle bir çalışma,aynı zamanda, günümüzde hala geçerli olan sayısız ritüelsel uygulamanın, toplumsal  değer ölçülerinin ve eski deyimsel  kavramların temellerinin  açıklanabilir hale getirilmesi de demektir. Antropolojik  çalışmaların, kuru bir tarzda  "gözle görüleni" özetleme eyleminden; eski topluma ait  kalıntı bulgu veya verileri bir çeşit ‘rapor’ sunusu olmaktan  çıkarmak da, ancak böylece mümkündür.

Türkiye ve dünya, eski toplumun bir dizi kalıntısını, uygulama alanı da dâhil olmak üzere, bünyesinde taşıyor. Hala sabah haberleri arasında, temellerini daha önce de incelemeye çalıştığımız "recm" yer almaya; kadın veya kızlar, "zina yapmış erkek ve kadın"lar  taşlanarak  öldürülmeye devam ediliyor.

Günümüzün “vicdan düzeyi”nin belirlediği “adalet kavrayışıyla” konuşursak, barbarca bir öldürme biçimidir bu. Bununla birlikte, konuya sadece “öldürme eylemi” açısından baktığımızda, anımsanması gerekecek ki, kültürlü Fıransa’da idam cezası 1981 yılında lağvedilmiştir ve o tarihe kadar da, ölüm cezaları,  hükümlünün  başının  giyotin’le koparılması halinde uygulanıyordu.

Avrupa kültürünün  önemli bir parçası olan Fıransa’daki bu uygulamaya bakarak burada “canice  bir işlem” olduğunu söylemek mümkün mü?

Suudi şeriatında “kılıçla kelle koparmak”la, kültürlü Fransa’da “giyotinle baş koparma”nın temelde ne tür bir  farkı bulunabilir?

Bu tür değersel yaklaşımlar, insan toplumunun karşılıklı farklı kültürel yanlarından güç alırlar ve karsılaştırmalı kültürler içinde, göreceli olarak anlam kazanırlar. Sonuçta da, “öldürme eylemi” öldürme olarak kalır ve her topluluk, kendi ön kaynaklarındaki ilişki tarzlarına dayanan  geleneklerine bağlı olarak hareket eder.

İnsanbilimin yol göstericiliğinden yoksun olarak, hukuk uzmanlarımızın, kriminoloji dairelerinde çalışanların, bu konularda yeterli bir görüş üretebilmeleri de olanaksızdır. Nitekim Hammurabi yasalarının keşfinden ve çözümlenmesinden  bu yana, dini metinlerde yer alan  “farklı öldürme biçimleri” ile yazılı eski yasaların  “farklı öldürme hükümleri” arasında, karşılaştırmalı bir çalışmanın ikna edici kaynaklar temelinde yapılmış olduğunu görmüyoruz.

Bu konuda da eski Hellen uygarlığının “barbar Doğu” motifi, her şeyi alteden tılsımlı Musa asası gibi kullanılmaya devam edilmiştir. Konusu ceza hukuku ve uygulaması  olan  disiplinlerin bu noktalarda derinleştirilmiş bir çalışması olmadığı gibi, bütün bunlara temelleriyle yanıt vermesi gereken insanbilim alanında çalışanlarda da, yeterli yanıt bulamayız.

Hammurabi yasaları, TvT yazılarımıza  eklenmiştir. Onu, dikkatli bir şekilde incelediğimizde, “farklı tür suç”lara karşı “farklı öldürme biçimleri” bulunduğunu görmeye başlarız. “Suya veya  nehire atma” ; “kazığa geçirme”, “taşlayarak öldürme” ; “bacaklarından asma”, “yakma”  gibi bir dizi farklı öldürme biçimlerinin, eski yazılı yasalarda neden ayrı ayrı kullanıldığı sorusunu sormak gerekliydi. Bu tür soruları soramayan ve  onları yanıtlayamayan bir insanbilim, son derece zayıf; parlak genel sözlerle özündeki eksikliği gizleyen, yetersiz bir çalışma olmaktan öteye gidemez.

Hammurabi döneminde merkezi bir kıraliyet, ister istemez, farklı toplum birimlerin içindeki gelenekleri toparlayıcı bir özellik taşımak zorundaydı. Mö. 2000’li yıllarda, zaten topluluklar arası yakınlaşma, kaynaşma önemli ölçüde gerçekleşmiş, kültürel etkileşim  elle tutulur hale gelmişti.

Bununla birlikte, kendi içindeki diğer “etkilerden” temizleyerek ele almaya çalıştığımızda, ortaya çıkan  görece saf haliyle, her bir farklı tür öldürme biçimi, bizi, önceki  erken farklı toplum birimlerin  “kutsal kurban sunum biçimlerine” değin  taşır. Orada, “ateşte yakma” biçimli “yakma sunusu”  ile “suya atarak boğma” biçimindeki öldürme tarzını kullananlar bir ve aynı topluluk değildi. Bu o kadar böyledir ki, eski toplumun gerçek öldürme cezalarının sonraki sembolik biçimleri olan “vaftiz” türleri  konusunda, İncillerde, açık olarak ‘nehirde vaftiz’i  ve Vaftizci Yahya peygamber üzerinden de İsa’nın “dünya”ya  ‘ateşle vaftiz’ etmeye geldiğini ilan ediyor.

Bunlar, zamanla hem “ateş vaftizi” ve  hem “su vaftizi” biçimiyle, sentez toplumun içinde bir arada bulunabiliyor hale gelse de, anlaşılmalıdır ki, özünde  bu sentez ritüelin birleştirici öğeleri, başlangıçtaki toplum birimlerde, iki ayrı halde var olmuş olmalıydılar.

Eski Ahit’te, “birinci  yaratılış” versiyonundan sora, Tanrı, bir başka “yaratılış” gerçekleştirdiğinde,orada “yaban otu” ile birlikte “yağmur”u da yaratmıştı. Gelgelelim, hem ilahiyaçı ve hem de “İslamiyet ve Bilim” üzerine kitap yazan  Erdoğan Aydın gibi yazarlarımızın şimdiki anlamıyla  “yağmur-rahmet” kabul ederek ele aldıkları bu olgu, “serpmelik  kan”, “serpmelik su” biçimi kullanılan bir vaftiz türü olmalıydı:

“Oysa sizler Siyon Dağı'na, yaşayan Tanrı'nın kenti olan göksel Yeruşalim'e, bir bayram şenliği içindeki onbinlerce meleğe, adları göklerde yazılmış ilk doğan’ların topluluğuna yaklaştınız.

Herkesin yargıcı olan Tanrı'ya, yetkinliğe erdirilmiş doğru kişilerin ruhlarına, yeni antlaşmanın aracısı olan İsa'ya ve Habil'in kanından daha üstün bir anlam taşıyan serpmelik kana yaklaştınız.” (İbraniler 12:22)

“İlk doğan” büyük oğul  Kabil-Kain’in  “toprağa akıttığı” “küçük oğul” Habil’in  kanından daha üstün bir  değer taşıdığı söylenen  “serpmelik kan”, öyle anlaşılıyor ki, “Gök’lerin çiği” kavramı altında kullanılmıştı ve Eski Ahit’in Yaratılış anlatımının ikinci versiyonunda da Tanrının  özel olarak yarattığı “Gök’lerin Yağmur’u” halini almıştı.

Tanrı, bu yaratılış versiyonuna göre, her şeyi var ettikten sonra toprağı işleyecek bir ‘İnsan’ın bulunmadığını fark edecek, bu nedenle de önce, Toprak’tan Adem’i, daha sonra “yaban otu” ile birlikte ‘göklerin çiğini” yaratacaktı.

Anlaşılıyor ki, burada söz konusu olan  “Tarımsal arazi” bölgesindeki, “Edn bahçeleri”ndeki  çiftçi olan  ön Assur topluluklarının kendi “yaratılış anlatımları” yani, öteki topluluklarla bir ittifaka girme ayinleri idi. Aşure’nin, yani tahılsal üretim simgesi kutsal yiyeceğin Asurlular üzerinden geldiği hesaba katılırsa, bu topluluklar, şimdiki Aşure’nin içindeki tahıl sayısı kadar farklı alt topluluk halinde  ayrıştırılmış olmalıydılar.

Bu  önemli “vaftiz tarzı”nın  aynı zamanda  kurtarma, acıma  anlamına gelen “rahmet” olarak ifade edilmesi ve Rahmet’in aynı zamanda  “Yağmur” olarak (Anadoluda Yağmur’a hala “Rahmet” denir) evrilmesinde kolaylıklara yol açmış olmalı.

Erdoğan Aydın, sayfalar boyunca içi boş  bir “yağmur” edebiyatıyla uğraşacağına, Eski Ahit’te Tanrı’ya, ( Tanrı “her şeyi yaratmış” olduktan sonra ) neden ayrıca  “yaban otu” ve “yağmur”un da özel olarak  yarattırılmış olabileceği sorusunu  kendine sorabilse ve  içerik olarak  bunlar üzerine düşünebilme yeteneği gösterebilseydi, uyduruk ‘bilimsel’cilikten  insan bilimin gerçek alanına geçebilme olanağını belki yakalayabilirdi.

Dinleri, genel olarak hayali hurafeler toplamı veya doğaüstü tanrı vahiyleri olarak ele almak, bu tür noktalarda da bize herhangi bir açıklayıcı  yardımda bulunmaz.

Diyelim ki, Kuran’da, birbirine iki düşman ordu savaşmadan önce, bunlardan birisinin savaşçılarının “nehirden su içmiş” veya bir bölümünün “nehirden su iç-me-miş” olduğu yazılıdır. Gerçekten de, bu şekliyle bunların ne anlamda yazıldığını saptamak çok zordur. Tanrı’nın, tam da savaşmaya giderken, o sırada ‘nehirden su içmeyle’ niye bu kadar ilgilenmiş  olabileceğini bir anda  anlayamayız. Fakat bütün dini metinler, eski toplumun eski ilişkileri içindeki kurallarla bağlantılı olarak ele alındığında,’nehirden su içme veya içmeme’nin, doğrudan doğruya, nehirde boğularak öldürülen, kurban edilen insanlarla ilgili olabileceğini; bu anlatımın ölülerin nehire atılma uygulaması dönemiyle  bağıntılı çok daha  eski bir anlatımın yozlaşmış ürünü olabileceğini düşünmeye başlarız. Kimbilir, Muhammed  bu eski anlatımın kaçıncı versiyonunu okumuş veya dinlemişti!

Böylece “ölüm içeceğini” reddetme ve “yaşam içeceğini” kabul etme eski direktiflerine ilişkin olması gereken bu  parçaları erken Akado-Sammaru tabletlerinden, Avesta’ya kadar, Kuran’dan da  İncil’e kadar bütünleştirme olanağına kavuşabiliriz.

O zaman, ‘cenazenin soğuk su ile yıkanması’ talebi ile İsa’nın Ürdün nehrinde çırılçıplak ve bütün vücudu suya batacak şekilde vaftiz edilmiş olmasının aynı temel eksen üzerinde buluşması mümkün olur.Burada vaftiz suyu kazan kullanılarak ısıtılamaz; doğal nehir suyu kullanma zorunluğu vardır.

Vaftizi sırasında anası  tarafından ayak bileğinden tutulan Achillius’un, vücudunun  su değen bütün diğer kısımlarının “ölümsüz” olmasına karşın sadece  ökçesinin, topuğunun dirençsiz, ölümsel olmasının nedeninin , tam da o noktaya “su değmemiş” olması olduğunu çözümleriz.

Kuran’da ‘nehirden su içme’ veya ‘içmeyi reddetme’ motiflerin bu çok eski “nehire kurban  canlı insan kurban sunma” ve “nehire ölü atma” ile ilgili olduğunu; söz konusu olanının, sonradan ‘su’ halini almış bile olsa, nehire atılan  bu kurban ve sunulardan uzak durabilme ;  dokunmama  ve “içmeme” ile ilgili olabileceğini keşfetmeye başlayabiliriz. İstanbul Boğazında, denize çarmıh atan Ortodoks dini görevlinin, attığı ‘çarmıh’ değildir gerçekte; çarmıh’ın simgelediği iki toplum birimin namına atılmış insan kurbanın bizzat kendisidir.

Bütün bu çıkarımların her zaman doğru olabileceğini elbette düşünemeyiz. Elimizde son derece zorluklar altında  yaşanmış 6000 yıllık bir tarih cetveli var. Bilinçlerde, bu yönde düşünme yetisini harekete geçirebilmek uğruna, eğer zaman zaman, bazı hatalı bağplantılar da ortaya çıkabilse bile, bu, öteki kazanımların yanında çok büyük bir hata sayılmamalıdır. Kaldı ki, o tür çıkarımlarda da, yine de, belli bir gerçeklik bulunuyor olmalıdır. Çünkü iki farklı toplum birimin ittifakından doğan, yeni sentez topluluk daha kendini biçimlendirmeye fırsat bulmadan, bir başka toplum birim ile yine ittifak kurmakta, karşılıklı evlilik yoluyla yeni kültürel öğeleri içselleştirmeye başlamaktadır.

Toplum, hiç bir zaman, yazılı bir sayfa üzerinde kendine ait olanı, bir silgi ile silip, yeni baştan  temiz bir kağıda yazmaya başlamak gibi, yaşamamıştır. Birinin  ötekine dönüşmesi, birinin bütün kalıntılarının silinmesi binlerce yıla veya  ilgili topluluğu yediden yetmişe yok etmeye dayanır. Eğer günümüzde, “Türk İslamı” ile  “Arap İslam”ı  arasında  sayısız uyumsuzluk varsa ve bu neredeyse 1000 yıldır, böyle ise; şimdiki İslami hareketler bütün çabalarına karşın “Türk İslam”ını “Arap İslam”ına  daha henüz tam dönüştürememişlerse, bu olgu, geçmişte öteki topluluklarda da böyle olmuş olmalıydı.

Eski toplumun öldürme ceza biçimlerindeki farklılıklar ise, onların kendi iç ve dış kurban sunum biçimleriyle doğrudan ilgiliydi. Diyelim ki,  ‘taşlama yoluyla öldürme’ ediminde, dikkatlerimiz ‘taş’ üzerine yoğunlaşmış olsa bile, eski toplumu tanıdıkça, bu  toplumsal davranışın ekseninin, bu noktada, kurbana “el sürmemeye” bağlı şekillenmiş olduğunu anlamaya başlarız. Bu nokta  aslında, ‘benim kafamdan’ çıkmış şeyler  de değildir.Ben sadece toplumsal olguya,başlangıçtaki vargılarım ışığında dikkatle bakmaktan başka bir şey yapmıyorum. Recm sözkonusu olunca “dizginlerinden boşanmış kitle” falan gibi tumturaklı ve içi genellikle boş yazılmış Batılı bilim adamlarımızın kitaplarını boş gözlerle okuyorum.

Gerçekten de dikkatlice incelenmiş  eski dini metinler, zaten, kendilerinin bu tür uygulamalarının  gerekçelerini, bizzat kendileri, bir şekilde, ortaya koyarlar. Musa’nın yasalarında  da bunu görmüştük. Musa, Tanrı ile buluşmaya çıkacağı dağa tırmanırken, Tanrı da ona, bu dağa tırmanan canlı insan ve hayvanın, taşlanarak veya oklanarak öldürülmesini emretmiş ve onlara “el dokunmasın” diye özellikle de belirtmişti. Buradaki asıl gerekçeyi anlamaya çalışmak gereklidir, hepsi bu!

Üstelik “el dokundurmama”, “el dokundurarak kirlenme” motifleri, Musa yasalarında “ölüyle teması yasaklayan” mantıkla aynı temelde buluşuyordu: Ölen veya  öldürülen kişi ile canlı kişilerin ‘temas’ının engellenmesi!  

Bu yasağın  kapağını açtığımız zaman, eski toplumun, bize hiç uzak olmayan yamyamlığı ve eski toplumun da  bu tür öldürme biçimlerini formüle ettiği dönemin de, iç yamyamlıktan kurtulma aşamasına denk düştüğü gerçeğiyle karşılaşırız.

Öldürülecek kurbanın kanının akıtılıp akıtılmaması; boynunun kırılması; iç organlarının ayrıştırılması veya ayrıştırılma-ma-sı yönündeki  ‘tanrı vahiyleri’, aslında bize, her bir topluluğun  kendi ön kaynaklarını olduğu kadar; bu tür cezaların formüle edilme aşamalarını da verir.

Modern  insanbilim, eski topluma ilişkin bütün bu ilişki tarzlarını, uygulama kaynaklarını açığa çıkarabildiği ölçüde, sağlam ve öteki alt kollarını da  yönlendirebilecek bir disiplin halini alabilecektir.

http://toplumvetarih.blogcu.com/taslayarak-oldurme-ve-insanbilim/2724958