23 Mart 2014 Pazar

Eski Toplumdan Bu Yana Kurban Ritüeli

                    "Kurban Bayramı Bir Kıyamet Ritüelidir."
                                                                           
                  Hayvan Kurban Sunma Ayinlerinin Kökenleri


"Bitkisel sunu" olarak kutsal ‘ilk ürün’de (Turfanda) olduğu gibi, "hayvan kurban" sunumunda da eski toplumun en gerçek yaşamsal ilişkilerini buluyoruz.

Eski toplumda insan, giderek ‘insan kurbanı’ halini alacak olan başlangıçtaki yamyamlık geleneğinin dışına çıkabilme yollarını bulmaya çalışmış olmalıydı. Eski Toplumda, canlı ve ölü bireylerle ilgili olan ‘iç veya dış yamyamlık’ biçimlerinden uzaklaşabilmenin bir çözüm biçimi olarak, insan (kurbanı) yerine geçmek üzere, hayvan ve bitki ‘geçişmesi’ (substitution) geliştirilmiş görünmektedir. Tarihte totem tapınmasının ortaya çıkışı, eski toplumun yamyamlıktan uzaklaşmaya başladığı işte bu dönemi de işaret eder.

Toplum yaşamındaki rol ve görünümleri incelenince, hayvan ve bitkilere sunulmuş kutsiyetin hiç de karşılıksız olmadığı anlaşılıyor. Bu kutsallık örtüsünün hemen altında, toplum birimlerin hayvan veya bitki totemlerinin insan yaşamını kurtarıcı özelliği ile karşılaşırız.

Eski toplumda, ‘insan yerine’ geçirilerek, yamyamlığın giderilmesi doğrultusunda bir çözüm aracı olarak kullanılan hayvan ve bitki, bunun karşılığında da insan tarafından kutsanmıştır.

Kutsal totem olarak, "kurtarıcı hayvan ve bitki", işte bu nedenle tapınmaya hak kazanmışlardı. En 'ilkelinden' en gelişmişine değin, bugünkü bütün toplumların yaratılış öykülerinde, bayraklarında, yöresel sembollerinde, eski toplumun giyim-kuşam biçimlerinde ve şaman-büyücü-cadı araç-gereçlerinde sistemli bir biçimde hayvan veya bitki motifi bulunuyor olmasının altında onların insanı yamyamlıktan kurtarma derin etkisi yatar.

Yaşamını borçlu olduğu "kurtarıcı totem"i olan hayvan ve bitkiye verdiği kutsallığın asıl kaynağı, hiçbir şekilde eski insanın, cehalet veya kurguları değildir. Tersine, eski insan, yamyamlığı aşabilmeyi hayvan ve bitki dünyası aracılığıyla sağlayabildiğine göre, bugünkü torunlar, atalarında deha keşfetmeliydiler. (*1)

Eski toplumun canlı ve ölü yamyamlığı, göreneklerde en ağır izleri taşıyan bir uygulamadır. Farklı isim veya görünümleriyle “İsa'nın göğe çekilişi”, ‘Nevruz’, ‘Kurban bayramı’ veya değişik karnavallar vb. üzerinden günümüzde de yaşamaya devam eden bozulmuş görenek kalıntıları, eski toplumun ilk ve son yaz ittifak yenileme buluşmalarının devamıdır ve bu görenekler şu veya bu şekilde eski yamyamlık ve daha sonra onun yerine geçmiş olan insan kurban uygulamalarını yansıtırlar. Bunu bütün tören, bayram veya özel günlerin yeme ve içme (kurban) ile sıkı sıkıya bağlı olan yapılarında da izleriz.

Törensel yiyeceklerin dağıtım ve pişirme biçimleri de  (çiğ, kızartma, haşlama vb.) doğrudan doğruya eski toplumun kurban sunma biçimleriyle bağlantı halindedir. Kurbanın kanını akıtma veya kan akıtmaksızın boğma yoluyla öldürülmüş kurban sunma da eski toplum birimlerin geçmiş yamyamlık geleneklerine bağlanır. Ölü ruhuna sunulan yemekler ise ölü yamyamlığının yerine, zamanla geçirilmiş bir uygulama gibi görünmektedir. (*2)

Toplulukların bayrak veya yöresel sembollerinde totem hayvan veya bitkinin eski toplumda böylesine önemli olmasının asıl nedeni, bu bakımdan onların, insan kurbanını engellemeye yardımcı olma özelliğinden başka bir yerde bulunmaz.

‘Kurban’ (sunu) ile ‘insan’ geçişmesi, dil bilimsel bakımdan da izlenebilir. Bütün toplulukların yaşamında derin etkilere sahip olan 'Kurban' sözü, Hintçede, kurban edileni olduğu kadar kurban edeni de içeren bir anlatım özelliği taşımaktadır; kurban eden, kendi için, kendi adına kurban edilen anlamına gelmektedir. Bay Olivier Herrenschmidt şöyle diyor:

''Gerçekten de, kurban eden (sacrifiant), yajamana, kurban etmek (Yaj) fiilinin şimdiki çekilmiş zamanıdır. Kurban eden, kendi için kurban edilendir...

Kurban olayının merkezindeki şahsiyet, bizim 'kurban sunucu' dediğimiz şahsiyet, sonuçlarını kendisi için toplamak üzere kurban sunan, kurbanın merkezindeki şahsiyettir...

Kurban sunucunun (Yajamana) kurban sunması kendisi için ve kendi etrafında örgütlenen bir eylemdir. " (Olivier Herrenschmidt: L'homme. Janvier-Juin 1978. S. 8)

Kurban kelimesi, Sümercede de "puhu", yani ‘insanın yerine geçen’ demektir. Dahası, "dinanu" olarak da adlandırılmaktadır ki, burada artık sunulan kurban ile kurban sunucu aynılaşan bir anlam taşımaya başlamaktadır:

“Koyun (urişu), insanın (dinanu) bizzat kendisidir: insan hayatı için bir koyun sunacak; koyun başını insan başı için, koyun boynunu insan boynu için, koyun göğsünü insan göğsü için (yerine) sunacak.” (E. Dhorme. Les Religions de Babylonie et d’Assyrie. Page. 229)

İnsan ile hayvan geçişmesini, kuzey Afrika’daki Latince yazılarda da buluyoruz. Burada kurban, ‘vicarius’ (vicaire) olarak adlandırılmaktadır ki, bu tam olarak ‘yerine geçen’ demektir. (a.g.e - s. 230)

Kuran’da ise ‘kurban gerdanlığı’ sözcüğü, insan-kurban geçişmesinin şekilsel bir izi olarak bulunmaktadır:

“Ey iman edenler, Allah'ın (koyduğu dini) işaretlerine, haram aya, (Allah'a hediye edilmiş) kurbana, (ondaki) gerdanlıklara, Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyt-i Haram'a yönelmiş kimselere (tecavüz ve) saygısızlık etmeyin. ”

Kuran'ın burada saygı gösterilmesini istediği ve gerçek anlamı daha Muhammed zamanında sislere gömülmüş olması gereken 'kurban gerdanlığı', sonraları ‘kurbanın süslenmesi’nin parçası olarak devam etmiştir. Bu ‘kurban süsleme’ işlemi gerçekte, bireyin (aidi olduğu toplum birimin) kimlik belirlenim sembollerinin (renk, totem, damga vb. biçiminde) kendi yerine, kendi adına ve kendi olarak kurban ettiği hayvana taktığı araçlardan başka bir şey değildir.


13.04.2004 

Safa Kaçmaz
 
***
NOTLAR...

(*1) Gelgelelim, ünlü Ana Britannica’nın kurban sunma kurumunun kökenini anlamaya ilişkin tavsiyeleri hala, ‘kurgusal’ alanda dolanmaya devam etmektedir:

“İnsanın kutsal gerçekliğe ilişkin deneyiminin bir görünümü olarak kurbanın dinsel bilinçte derin kökleri vardır. Bu nedenle kurban geleneğinin olası kökenleriyle ilgili her önerme, dinin kökenleriyle ilgili önermeler gibi büyük ölçüde kurguya dayanmak zorundadır. ”
(Cilt 14, sayfa 72)

Kurbanın ve eski toplumun bir çeşit yasal düzenlenmesi olan dinin kökenini cehalette, düşler ve korkular dünyasında aramaya pek meraklı 20. yüzyıl bilim dünyasının genel eğilimini de ifade eden bu tavsiye eski toplumun, dolayısıyla yeni toplumun gerçek ilişki yasalarının anlaşılmasının önünü tıkamaktan başka bir işe yaramaz. Nitekim, Ana Britannica okurunu ‘kurgulara’ yönelten tavsiyelerinin sonucunun ne olduğununu da, peşi sıra, büyük bir içtenlikle ve kibarca itiraf etmektedir:


“Özellikle E.B. Taylor, W. Robertson Smith ve J. G. Frazer'ın bu konudaki araştırmaları kurban geleneğinin anlaşılmasına büyük katkılarda bulunmuş, ama doyurucu sonuç vermemiştir. ”

(*2) Kuran’ın 7. yüzyılda hala, insan ‘ölü eti yemekten’ bahseden sözlerini tarihsel bir tanıklık sayabiliriz:

‘Ey iman edenler... Sizden biriniz, kardeşinin ölü (halindeki) etini yemek ister mi hiç? Demek tiksindiniz! O halde Allah' tan korkun, çünkü Allah, tevbeyi çok kabul edendir. Çok bağışlayıcıdır. ’

(Hucürat Suresi- 12)
http://toplumvetarih.blogcu.com/hayvan-kurban-sunma-ayinlerinin-kokenleri/9092518

*****

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
“Eski kulağı kesiklerden..” ; “kızını dövmeyen dizini döver” ; “başım gözüm üstüne” ; “ iki gözüm çıksın ; önüme aksın...” ; “elim kolum kopsun ...” ; “dilin kopsun..” ; “gözünün yağını yediğim..” ; “gözünü sevdiğim” ; “iki gözünden öptüğüm..” ; “gözü çıksın” vb. , vb. denildiği zaman, eski tarihte, bireyin, önce kutsal adak ve sonra da ‘kutsal ceza’sı için hedef alınan organlarının hangileri olduğu ve bu organların adanma türü hakkında bir fikir edinmiş olmalıyız.

Eski toplumdan devir aldığımız bu tür kavram, deyim ve kurallar eski toplumun kendi gerçek koşulları içinde değer bulur. Saç, sakal veya kaşlarına bıçak, makas veya ateş değirmeyi (‘ütmek’) en büyük günah veya aşağılanma davranışlarından biri olarak kabul eden dini inanca sahip birisini berber koltuğuna oturtmak kadar büyük bir ‘kötülük’ olamazdı. “Ütmek” ve “ütülmek” kavramlarının aynı zamanda, farklı alanlarda, “yengi” ve “yenilginin” karşılığı olarak kullanılabilir kavramlar olması, ateş kült tapınım dönemindeki eski toplumda “yenen”in ve “yenilenin”; “galip gelen” ile “mağlup olanın” karşılaşacağı sonuçlar hakkında da bilgi vericidir. Hıristiyanlığın ateş kültünün daha etkili olduğu ön kaynak topluluklarında kadının saçlarının kökten kesilmesi de bu yüzden bir ‘ceza edimi’ olarak uygulanıyordu. Doğal olarak “Peruk kültü, kaş yolma” falan da ancak bu tür uygulama alanlarında oluşabilirdi. “Kıl kültü”nün “ateş kült” alanlarında ortaya çıkması, konumuzun yakma-yakılma kurban sunum biçimiyle olan bağına açıklık getirmektedir.

Türkiye tarihinde, Alevi Babalarının sakal ve bıyıklarının görevliler tarafından, zaman zaman, kesilmesinin veya kesmekle tehditlerinin anlamı da “ceza” idi zaten. Eski yazılı yasalarda gördüğümüz gibi, orada çok ciddi bir suç işlemiş “suçlu biri”nin cezası, sadece ‘saçı-sakalı kesilecek” denilerek uygulanabiliyordu ve bu oldukça ‘ağır’ bir ceza idi. Buna karşılık İslam’da, “saç kesme”, aynı zamanda kutsal bir edim olarak yer alıyor. Hac öncesinde, imanlı aday mutlaka baş “tıraşı olacak” ve tıraş olduktan sonra da elini tıraş olmuş kafasına doğru bile götüremeyecektir! Çünkü tıraşın açığa çıkardığı ‘kelin’ ve bu kelin üzerindeki damganın örtülmesi; saç biçimini değiştirme tehlikesi vardır! Konuyu bu tarihsel ve toplumsal derinliği ile kavramayan birisi bakımından, elbette Tanrının bu ‘kıllara’, ‘baş saçlarına’ gösterdiği hassasiyet, olsa olsa ‘hurafe’ olabilir!

Eski tarihte bir topluluk bakımından ceza olan edim, giderek de başlangıçta kutsiyet özelliği taşıyan organ veya vücut bölümlerini (ki başlardaki saç ve kesimi böyledir) ,konu edinmektedir. Bu süreç içinde, aynı toplulukta, başlangıçta ‘adak’ edimi olan uygulamaların zamanla ‘kutsallık’ kazandığını da görüyoruz. İsa’nın Ürdün nehrinde, bütün vücudu suya batacak şekilde “su ile vaftiz” edimi, erken Akado-sammaru toplumlarında canlı ve ölü insan kurbanların Nehir ve Denize atılması olarak yerine getiriliyordu. Aşil’in vücudunun diğer yanları değil de, sadece “topuğu” ölümsel özelliğe sahip ise, bunun nedeni o noktanın “suya değmemiş” olmasıydı. Vaftiz, yani ‘kurtarma edimi’, erken dönemin gerçek öldürme veya adak edimlerinin sembolik hale getirilmesinden başka bir şey değildir. Ateşten atlayarak ‘sağlık bulan’, ‘arınan’ imanlının, erken ataları, doğrudan doğruya ateşte yakılan, kurban edilenlerden oluşur. Bu geç torun da bu nedenle, ‘ateşten atlarken’ sembolik olarak ateşte kurban edilmiş varsayılır. İsa da bu nedenle Ürdün nehrindeki Vaftiziyle “yeni bir kişilik” kazanmıştı.

‘Bayram tıraşı’, ‘damat tıraşı’, ‘gelin başı’ vb. de günümüzde hala uygulama ve inanç alanı buluyorlar. Fakat “gelin damat hamamları” yanı sıra, bu tür ‘tıraş’ların nedeni hakkında bu temizliği ‘fiziksel temizlik’ noktalarında aramak son derece hatalıdır. Bu farklı edimler, bir topluluk için gerekli kural iken; öteki topluluk için başlangıçta bir ‘ceza’ idi. Sentezleşme süreci içinde genelleşen bu tür uygulamalar ile, ilgili kişiler, “geçiş ritüelleri”ni yerine getirmekte; sembolik olarak ölmekte; sembolik olarak kurban edilmekte veya baş tıraş ve damgaları ile farklı toplum birim aidiyetlerine (erkek ise, iç güveylik yoluyla karısının; kadın ise, ‘gelin gitmek’ yoluyla kocasının toplum birim aidiyetine ) geçmekteydiler.

İslamın abdestindeki “baş meshi” de bu noktayla çok ilgilidir. Başın avuç içi kadarlık ön bölgesinin ‘meshi’nin fiziki temizlikle en küçük bir ilgisi yoktur. Sağ avuç içi ile ‘meshedilen’, başın tıraş edilmiş o kısmına vurulmuş aidiyet damgasının arındırılmasıdır. Bütün din adamlarının değişik takkeler takması; Musevilerin avuç içi kadar olan bir bez parçasını kafalarına iliştirmeyi varlık nedeni derecesinde önemli görmelerinin nedeni, ‘takke düştüğü zaman kelin’; kelin olduğu kısımda ise Tanrının Kabil’den beri bastığı “tanrıya kölelik”, “tanrı kulluğu” damgasının görünmesini engellemekti. “Dövmenin tarihçesi”ni tanımadan yazılmış ‘inceleme’lerin yapıcısına da, okuruna da yeterince yarar sağlayamayacağı açıktır.
 
 
 
 


Sapasağlam olan bu "kurban" adayının "hadımlığı",

İslami ulemanın gözünde, neden "kurbana engel" bir "kusur" olarak görünür?


Çünkü "Boynuzu kırık", "Kulağı Kesik", "Gözü kör"...vb. olan "kurbanlık adayı" İslam'da "kusurlu"dur...

Demek ki, "İslami sağlık" ölçütleri, farklı bir şekilde ele alınır ve tarihteki toplumların "adak uzuvları" uygulamasının kalıntılarını yansıtır....

İslami ulema, "kesik kulak"ta,"kör göz"de,"kırık boynuz"da, daha önceki bir dönemde, farklı bir tanrıya "adanmış uzuv" görür ve iğrenerek o hayvana "murdar" gözüyle bakar...

Çünkü eski toplumda, her bir tanrının farklı hayvan adak türleri bulunur ve bu hayvanlar "kusursuz" yani daha önce uzuvlarından herhangi bir bölümünün bir başka tanrıya adanmamış olması kuralı uygulanırdı.

Hatta öyle ki, Akkad ritüellerinde de gördüğümüz gibi, kurban adayı hayvan, türü, rengi, yaşına göre ayrıştırılmakla kalmıyordu. Hatta bu kurban adayı hayvanın beslendiği yiyecek bile (süt kuzusu olmak; kesinlikle buğday veya arpa yememiş olmak; 6 aylık veya iki yaşında olmak vb. gibi.. ) ayrıntılı bir şekilde kategorize ediliyordu...

******

Gazeteler... Radikal,Vatan,Milliyet....
Kurbanlıklar hadım... Diyanet'e İş Çıktı....

Trakya’yı şap hastalığından arınmış bölge ilan eden hükümet, Anadolu’dan Trakya’ya hayvan transferi olmasın diye Kurban Bayramı’nda ilk kez kurbanlık hayvan ithalatına izin verdi. Bu çerçevede Uruguay, Avustralya ve Bulgaristan’dan kurbanlık hayvan ithal edilmeye başlandı. İlk parti, bu hafta başında Türkiye’ye giriş yaptı. 19 Kasım’a kadar yaklaşık 450 bin baş hayvan gelmesi bekleniyor. Ancak ithal edilen hayvanların bir özelliği var ki, satıcıyı da sevap işlemek isteyen vatandaşı da kara kara düşündürecek. Çünkü gelen hayvanların tamamı iğdiş edilmiş durumda. Yani üreme organları kesilmiş.

Birçok ülkede, hayvan sürülerini rahat yönetmek için hayvanların yumurtalıkları 2-3 aylıkken buruluyor. İslam dinine göre ise, kurban edilecek hayvanın hiçbir şekilde eksik uzva sahip olmaması gerekiyor.
(....)

İslam’da “Kurban’ın Kusursuzluğu”

......Eski toplumda kişinin uzuvları çok önemli idi, çünkü orada “parmak, el, kol, bacak, dil, dudak, kulak kesme, göz çıkarma, diş kırma”... kutsal adak edimlerinde ‘sunu organ’ları olarak kullanılmış görünüyor.

Daha sonra bu uzuvlar (en azından bir bölümü) , ceza işlemlerinin konusu olarak ele alınmaya başlanmıştı. Bunları çok açık kanun hükümleri haliyle Hammurabi ve Assur yasalarında veya dini kitaplar olarak Avesta’da, Eski Ahit’te,İncil’de, Kuran’da da buluruz.

“Eski kulağı kesiklerden..” ; “kızını dövmeyen dizini döver” ; “başım gözüm üstüne” ; “ iki gözüm çıksın ; önüme aksın...” ; “elim kolum kopsun ...” ; “dilin kopsun..” ; “gözünün yağını yediğim..” ; “gözünü sevdiğim” ; “iki gözünden öptüğüm..” ; “gözü çıksın” vb. , vb. denildiği zaman, eski tarihte, bireyin, önce kutsal adak ve sonra da ‘kutsal ceza’sı için hedef alınan organlarının hangileri olduğu ve bu organların adanma türü hakkında bir fikir edinmiş olmalıyız.

Eski toplumdan devir aldığımız bu tür kavram, deyim ve kurallar eski toplumun kendi gerçek koşulları içinde değer bulur......

http://toplumvetarih.blogcu.com/islam-da-kurban.../2693638

***
 
Eski toplumun özel olarak bahsettiği ‘kel’lik, doğal saç dökümü ile ilgili bir ‘kellik’ değildi. Bizdeki Keloğlan anlatımlarının ‘kel’ oğlanının da, kaynakları bakımından, şimdi anlaşılan anlamıyla “kel” olmamış olabileceğine dikkat çekmiştim. Eski toplumda bu kişilerin saçları özel olarak kesilmişti ve kesilen bu bölgeye damga vuruluyordu. Bu ‘keli’ gizleyen takkelerin farklı takım biçimleri; İslamın baş meshindeki özel bölge tanımı, damga vurulan bu baş bölgelerinin bile, eski toplumda farklı kısımlar olarak ayrıştırıldığını göstermektedir. Hammurabi yasalarında, “başın yarısının tıraş edilmesi’ ceza hükmü; özel olarak “kölelik tıraşı’ ve bu tür tıraşlar yoluyla “kölelik damgasının örtülmesi’ ile ilgili hükümler bağıntısında bu hususu büyük ölçüde açıklığa kavuşturmuştuk. Takke düştüğünde görünen ‘kel’ nokta, anlaşılıyor ki, bireyin aidiyet damgasının basıldığı, giderek, daha sonra sadece basbayağı ‘kölelik’ mührünün vurulduğu alanlardı. Midas’ı tıraş eden berberin gördüğü ‘boynuz’lar veya ‘eşekkulakları’,bir damgaya ilişkin olmalıydı...

Bugün İslamın, çok özel bir davranış biçimiyle, abdestinde, ‘başın methedilmesi’ edimi, tam olarak, başın belli bir bölgesinin meshedilmesi ile özellikle sınırlanıyorsa ki, böyle olduğunu yazılı belgeler üzerinden gördük, bunun fiziki ‘temizlikle falan ilgili olduğunu ileri sürmek olanaksızdır..

Bu tür noktalardan yola çıkarak diyebiliriz ki, İslamın abdestinde söz konusu edilen bütün organlar, bir fiziki temizlik konusu olan alanlar değil, “ağız, kulak, burun, baş, el, ayak” gibi, geçmişte, Arap kabileleri arasında kişi adak eylem alanları olarak kullanılan noktalardan oluşmuş olmalıdır. Abdeste verilen önemin ardında, çok eski olmayan tarihlere kadar Arap toplulukların bu somut organları “adak organları” olarak kullanmaları yatmaktadır. Abdest edimiyle bu organlar sembolik olarak adanmış olmakta ; ‘arındırılmaktadır’.

Bu organların, eğer abdest ‘bozulmuş’ ise [ Ki bunun ‘bozulmaması’ da çok zor: İslami inançta ‘tuvalete çıkma’nın ; ‘küçük su dökme’nin ve hatta ‘osurma’nın bile abdest’i neden ‘bozuyor’ olarak kabul edildiği konusuna bağlı olarak , kutsal kitaplara kadar giren ‘insan ve hayvan boku’ konusu üzerinden geri dönmemiz gerekecek… ] ; günde 5 kez yinelenmesi edimi, muhtemelen eski Arap farklı kabile yapısının sentezleşme süreci içinde gerçekleşmişti. Çünkü, aslında, her farklı toplum birim için bu organlar farklı olmalıydı. Hatta belki de topluluklar bu tür organ adlarıyla tanımlanıyordular.Bugün bile, herhangi bir oğul veya kişi hakkında “o,benim sağ kolumdur” ; “o benim gözüm,kulağımdır” dediğimiz zaman bu eski tanım biçimi kalıntısını kullanıyor olabiliriz…Eski tarihte bir toplum birim için sadece “sağ ayağın” veya sadece “sol kulak”ın veya sadece “sağ elin” adak edilmesi türü uygulamaların var olduğu bir aşamadan geçilmiş olmalıdır. Bunu, örneğin İsa’nın havarilerinin “ayak yıkama” ediminden; ceza hükümlerindeki “sağ (veya sol ) el”in; çapraz olarak “sağ ayak-sol el”; “sol ayak-sağ el” kesilmesi kuralından ; öpme uygulamalarında ya sağ elin ya da sol elin ( hatta bu ellerin bazı parmaklarının) öpülmesi “kutsal uygulamalarından”; İslami abdeste başlamanın “önce sağ el” olması gibi uygulamalardan anlıyoruz.
......
http://toplumvetarih.blogcu.com/islam-da-kurban.../2693638




                          Sümer Tanrılarına Farklı Kurban Sunumu...

“Üç kutsal din”in tanrı ve peygamberlerini içerisinden çıkarmış olan Sümer ve Babil topluluklarının şimdiki torunları arasında, günümüzde de yaşayan tükenmez çelişmelerin başlangıçtaki kaynağı, modern dünya anlamakta çok zorlansa da, eski insanın bir düzen oluşturmak için toplum birimler arasında zorunlu olarak yarattığı kutsal farklılıklara dayanmaktaydı.

İslam ile Musevilik çatışmasının ruhsal kaynakları, Muhammed İslamı’nın ortaya çıkmasından çok öncelere, “Nuh Tufanı” olarak tanıdığımız, 5-6 bin yıl önceki Mezopotamya’nın yeniden düzenleniş dönemlerine değin uzanır.

Coğrafi olarak eski Sümer uygarlığının şekillendiği topraklar üzerinde oturan şimdiki Irak’lı Şii’ler ile eski uygarlığın Akkad-Bağdat kanadını oluşturan Sünni Iraklılar arasındaki çelişmeler de Hazreti Ali veya Muhammed peygamber dönemlerinin ürünleri değildir. Bu topluluklar, kutsal renkleri, ibadet tarzları, inanç biçimleri bakımından “Sümer ve Akkad” döneminin yaşamakta olan kalıntılarının temsilcileridir. Bu durumda, ataları ile torunları arasında bulunması kaçınılmaz olan bağların incelenmesi, şimdiki Irak topluluklarını daha kapsamlı çizgiler çevresinde anlamak bakımından olduğu kadar, görenek kalıntıları aracılığıyla bile olsa, torunlar üzerinden, eski “Sümer ve Akkad” toplum yapılarını anlamak yönünden de önem taşıyor. Böyle bir çaba, modern uygarlığın iki temsilcisinin rezil Irak işgaline karşı direnişin özelliklerinin ve yöre topluluklarının yapılarının anlaşılabilmesine de hizmet edecektir.

Gelgelelim, “Ortadoğu” veya “Sümer uzmanı” bilim adamlarımızın çabaları birçok yönüyle değerli olmakla birlikte, onların çalışmalarının tanımladığı uygarlıklar ile, birçok dış etkiye maruz kalmış olsalar da, eski uygarlıkların devamı olan Irak’lı, Ortadoğu’lu torunlar arasında dil, görenek veya geniş anlamıyla dini bağlantıları bulabilmek nerede ise olanaksızdır. Batılı bilim adamlarımızın önemli bir bölümü, bay Kramer örneğinde olduğu gibi, Sümer’leri yüceltme işini öyle bir tarzda yapmışlardır ki, Sümer olarak adlandırılan bu ittifak toplumu, sonuçta, dili, görenekleri ve insanlarıyla ‘yitip giden’ bir serap gibi gökyüzünün sonsuzluğuna uğurlanmıştır.

Örneğin, Sümer döneminin tarihsel Meluhha yerleşimini, bay Kramer, sonraki Hitit ve Arami şehri olan Malatya’da değil de “Etiyopya”da aramayı sürdürmüştür. Oysa Nemrut dağı, Sümer dönemi tanrılarına ev sahipliği yaptığına göre, o ilişkilerin mirasları yaşıyor olmalıydı. Bilgi birikimini hesaba katarak, kendisinden daha yararlı çabalar beklediğimiz sayın M. İlmiye Çığ bile, Sümerleri, örneğin şimdiki İran ve Türkiye vb. ile bağ içinde ele alarak tanıtmaya çalışmak yerine, ‘Sümerli Ludingirra’yı ‘geçmişe dönük bilim kurgu’ şeklinde sunmayı yeğlemiştir. Karşımızdaki fotoğrafta, yaşayan, kültür oluşturan ve emanetler bırakan gerçek bir topluluk yerine, soyut, kurgusal bir hayalet toplumu görüntüsü bulunmaktadır.

Zamanında sunulmamış bir kurban, gecikmeli olarak Tanrılara sunulduğunda, Sümerler bunu Sa-dug; Akkad’lar ise Sattuku, Sattuke ses değerleriyle okunan kelimelerle tanımlıyorlardı. Uzmanlarımız, genellikle, bu kelimeler ile ‘Sadaka’ olarak yaşayan sözcük ve anlamı arasındaki bağlantıyı ya kuramazlar veya görmezden gelirler. Oysa, gecikmeli kefaret ödeme kurumu olarak sadaka, Hint ve Orta doğu toplumsal ilişkilerinde, diyelim ki dilencilik olgusunun ortaya çıkışı ve yaşamasında da temel bir olgudur. Çalışmak yerine dilenciliği kutsayan toplumları yerden yere vururken, önce olguyu anlamak gerekliydi.

Eski Sümer uygarlığı, aralarında barışçıl (ittifak) ilişkilerin kurulabilmesinin yolu olarak, başlangıçta, en kesin hatlarıyla toplum birimler arasındaki ayrımları vurgulamaya özen göstermiştir. Kurulmuş bu ilişkilerin belirleyici özelliği, tam olarak, ‘düşman kardeşlik’tir. Toplum birimler arasındaki barışçıl ittifak, orada, her bir toplum birimin hak ve yükümlerinin ötekinden kesin hatlarla ayrıştırıldığı bir düzen olarak uygulanır ve bu ortamın devamı, tarafların farklılıklarını unutmasını değil, vurgulamasını gerektirir. Eski toplumda, soy-sop çizgisine, göreneklere bağlılığın altında, bu bakımdan öncelikle barışı, ittifakı sürdürebilme dürtüsü de yatar.

Sunum tarzı bakımından İslam’da daha az bozularak devam eden kurban geleneği, kutsal üç dinin de onlara dayanmış olduğu Sümer-Babil toplumlarının (iç ve dış) yamyamlıktan uzaklaşmaya başladıkları geçiş süreci içinde, insan kurbanı yerine geçmek üzere, zamanla formüle edilmiş kurallara dayanmaktadır. Sümer-Akkad topraklarındaki her farklı toplum birim için, sunma zorunda olduğu kurbanın türü, rengi, yaşı; (sunma) öldürülme ve hazırlık biçimi; etinin sağ veya sol kısım olarak ayrılması; başının ve iç organlarının (kalp, böbrek vb. olarak) somut dağılımı... sadece birbirinden farklı kılınmamış, üstelik birbirinin tam zıddı görenekler olarak, toplum birimlerine dağıtılmıştı.

Sümer-Akkad topluluklarında sunulan kurbanın hangi toplum birimini temsil ettiğinin anlaşılması öncelikle hayvanın türü ve rengi ile belirlenir. Kurbanın türü kadar, rengi de önem taşır. Çünkü Sümer oluşumunda, toplum birimler birbirlerinden renkler temelinde de ayrıştırılarak aralarında bir düzen sağlanmıştı. Kırmızı, yeşil, mavi, beyaz veya siyah renkler nedensiz yere kutsal hale gelmiş değildir. Sümer döneminde ak veya kara sığır; Musa döneminde ‘sarı dana’; Agamemnun’da beyaz ve siyah koyun kurban sunma zorunluğu, tarihteki bu renk ayrımına dayanır.

Sümerlerde (ve sonra Hititlerde) kurbanın sağ kısmı, Akkadlarda ise sol kısmı önem taşımakta; Sümerler, sunmadan önce dualarını kurbanın sağ kulağına, Akadlar ise sol kulağına mırıldanmaktaydılar. Kurbanın sağ kol veya sol kol ile tutularak taşınması; yöneticilerin oturum veya yürüyüş düzeninde ‘sağ’ veya ‘sol’da bulunmak; ‘sağ kol’ olmak. . . yön düzenini çok önemseyen eski toplumun kurban bağıntısında karşımıza çıkan uygulamalarıydı.

Sonradan İsa çarmıhı olacak olan (+) da, en eski tanrısal sembollerden birisidir ve dört yön arasındaki ittifakın bir tanım biçimiydi aynı zamanda. Eski yerleşimlerde de hep, surların Doğu, Batı, Kuzey, Güney kapıları ile kesilmiş olduğunu görüyoruz. Doğu kapısından, büyük olasılıkla, o yerleşime göre Doğu’da bulunan topluluk üyesi girmekteydi. Bay Akurgal, Hititlerde sağ yönün önemine dikkat çekmişti ( Anadolu Kültür Tarihi. S. 122 vd.).

63 tanrının tasvir edildiği Yazılıkaya kabartmalarında erkek tanrılar sağda, tanrıçalar onların solunda duruyordu. Kutsal çiğ köfte ve öteki sunular sağ elle, sağ yumrukta sunulmaktaydı. Büyük olasılıkla, bir Hitit geleneği olarak Türkiye’de kullanılan ‘baş sağlığı’ temennisi de, yaşamak karşılığı olan ‘sağ’lığı değil; yön olarak ‘sağ’ı anlatmaktadır ve ölen kişinin korunan kuru kafasının mirasçılarının sağ’ında bulunması temennisine dayanıyor olmalıdır. İslamda bu yön fenomeni, sağ ve sol omuz başında duran melekler ve namazda başın sağa ve sola çevrilişi olarak sürdürülmektedir.

Kutsal kitaplarda, kurban’ın tür, cinsiyet, yaş ve renk olarak ayrılması; sunum (kesme, boğma, kazığa geçirme, deniz veya nehire atma) ve hazırlanma (çiğ, haşlama, ateşte pişirme) biçimleri; paylaşım oran kuralları; takvimsel değerler, yiyecek şahısların cinsiyeti(kadın, erkek, kız-erkek çocuk)... gibi noktaların bütün asıl gerekçeleri, eski toplumun en gerçek ilişkilerinde anlam bulur. İsa’nın kutsal ilk Sıpa’sı, Musevilikte, eğer kefareti ödenmedi ise, kanı akıtılmadan, boynu kırılarak öldürülmesi gereken kurbandı. Uzak Asya’da, Moğolların Gizli Tarihi’nde, Cengiz Han da rakibi olan baş Şaman’ın (kan akıtmadan) boynunu ve kaburgalarını kırdırarak öldürtmüştü. Osmanlı şehzadelerinin başı vurdurulmaz, sadece sicimle boğdurularak öldürülebilirdi. Fıransız giyotini, Osmanlı-Türk darağacı, Muhammed veya Ali kılıcı, Roma-Vatikan ateşi veya Voyvoda kazığı, bu toplulukların geçmişlerindeki kurban sunum biçimlerine; kurban kanını akıtıp akıtmadıklarına da işaret eden gelenek dayanaklarıdır. Eski toplumu tam olarak tanımadan, kurban hakkında İslam üzerinden yapılan yorumlar, eğer semer döğme değilse, yorum sahiplerini tatmin etme ötesinde fazlaca bir değer taşıyamaz.

Sümer tanrıları ‘insan’ı, kendilerine yiyecek ve içecek hazırlasın diye ‘yaratmış’larsa, yarattıkları o somut ‘insan’ topluluğu da, onların sofralarını dolu kılmalıydı.

Sümer Tanrı’larının sofra’ları yani sunakları ikiye ayrılmaktadır: Birisi hayvan kurbanlar ve içecekler için; diğeri ise meyve ve tahıl ürünleri için. Bay Dhorme, bu ikinci masanın çiçeklere ayrıldığını düşünmektedir. (Les Religions de Babylonie et d’Assyrie. Page. 222)


Fakat tarım ürünlerinin ilk ağzının, eski toplum yaşamında oynadığı önemli rolü de görmüş bulunuyoruz. Tahıl, meyve veya sebzenin kutsal turfanda sunumu, toplum birimler arasındaki eski genel yükümlerin yok olurken bıraktığı bir sembol ise, kutsal demet sembolü de kendisini çiçek buketi haline dönüştürerek toplum yaşamından uzaklaşmış olmalıdır. Günümüzün yarışma kupaları, çiçek vazoları, Sümer, Akkad veya Hitit tanrılarının ellerinden hiç eksik etmedikleri içecek araçlarından başka bir şey değildir. Avrupa ilkyaz karnavalları ile aynı dönemde günümüz Türkiye’sinde kutlanan Kiraz Şenlikleri gibi törenlerin eski toplumun kefaret kurumunun devamı olduğunu düşünmemiz için epey gerekçemiz var. Eğer, tanrı sunaklarının birisi, daha Sümer döneminde, çiçek sunusunun yapıldığı sunak halini almış ise, bu durum, Sümer uygarlığının öteki toplum birimlere göre neden böylesine önde bulunduğunun da bir açıklamasını verir.

Tanrıların kurban ve sunuları yiyip içtikleri masalar, uzmanlarımızca, Sümerce ‘Banshur’, Akkadca olarak da ‘Pashshuru’ olarak okunmaktadır. Davet sahibi tanrı ile ziyaretçi tanrıların oturdukları Tanrısal masa, sofra, sunak ise, Lagaş tapınağındaki e-ba-ga sunağının (masasının) bulunduğu bölümdü ve bu Gudea yazıtında, tanrı Ningirsu tarafından, “Lagaş’ın ulu tanrılarının buluştuğu masamın bulunduğu mekan” diye tanımlanmaktadır. (P. 222)

Tanrı sofrası, kurbanların sunulduğu masa, Assur bulgularında ise, ‘kiretu’ olarak okunan bir kavramla tanımlanmaktadır. Türkiye’de, ‘kirevit’, ‘kerevet’, ‘makat’ olarak tanınan bu kavram, sunu, yiyecek masası olarak ortaya çıkmış olmalı. Bu durumda, masalların ‘...biz çıktık kerevetine’ motifindeki kerevet’in, muradına erenin bunun karşılığında sunduğu kurban ziyafetini ifade ettiği anlaşılmaktadır.

Kuzey (Akkad) ve güney (Sümer) toprakları arasında dinsel ortak bir merkez rolü oynadığı anlaşılan Nippur’da (şimdi Niffer) ele geçen kurban-sunu listelerini içeren binlerce tablette, genel olarak koyun, kuzu, keçi gibi hayvanlar yer almaktadır. Bunun yanı sıra tosun, inek gibi büyükbaş hayvanlar ile balık ve yabani veya evcil kaz, ördek, tavuk, horoz, güvercin; hurma, palmiye, salatalık vb: de yer almaktadır. Sümer sunularında yabani ve evcil domuzun da önemli bir yeri bulunuyor olmalı. Çünkü, örneğin bir hastanın iyileşebilmesi için bir domuz yavrusu kurban edilirken bir dini görevli şöyle söylemekteydi:

“(Hastanın) yerine bir domuz yavrusu ver; (hastanın) eti yerine et, kanı yerine kan; onlar (ruhlar, şeytan, iblis... ) bunu kabul etsinler! (Kurbanın) kalbini kalbine bastır ve onlara ver ki, o kabul edilsin!”

(Sayfa 230)

Muhammed’in Huri’lerine kaynaklık eden Hurri ve onunla ilişkili gibi görünen Urartu toplumunda da, baş tanrı Haldi’ye günde 17 sığır ve 34 koyun, İştar’a karşılık düşen gök tanrısı Teşeba’ya ve Güneş tanrısı Şivini’niye günde 6 sığır ve 12 koyun kurban ediliyordu. (N. AYDIN. Belleten Ağustos 1991. Sayı 213, s. 327)

Bununla birlikte eski toplumun düzenleniş ve ilişki tarzları hesaba katılırsa, Tanrı sofralarına sunulan kurban türlerinin, hiç olmazsa başlangıçta, gelişigüzel seçilmiş olamayacağı açıktır. Eski kayıtlar incelendiğinde, ‘tanrılara kurban’ sunma genel uygulamasının, başlangıçta, kurban türlerinin son derece önem taşıdığı bir uygulama geleneğinin zamanla bozulmasına dayandığı anlaşılıyor. Sümer ritüel kayıt tabletlerine göre, bazı hayvanların bazı tanrıların sofrasında yer alması kesinlikle yasaktı. Örneğin Uruk’taki Anu tapınağındaki bir kayıt şöyle bitmekteydi:

“Şamaş tapınağında Tanrı Şakkan’a koyun eti sunulmayacak;
Tanrı Sin’in tapınağında Tanrı Harru’ya inek eti sunulmayacak;
Tanrıça Belet-şeri’ye kuş eti sunulmayacak;
Tanrıça Ereş-kigal’e inek ve kuş eti sunulmayacak”

(s. 226)

Derinleştirilmiş bir incelemenin, burada sözü edilen tanrıların temsil ettiği toplum birimler ile onların totem olan hayvan-bitkileri arasındaki ilişkiyi de ortaya çıkaracağını sanıyorum. Yamyamlığın ilk yasak adımı, iç yamyamlığın yasaklanması doğrultusunda gelişmiş ise, doğal olarak kendi içerisinde bu yasağı uygulamaya başlayan toplum birim için kendi totemi dokunulmaz tabu, haram addedilecekti. Bu topluluk, kendi toplum birimi namına totemini sadece, yabancıya, kendi üyelerinden birisi gibi (olarak) sunacaktı.

Sunduğu kurban veya yiyecekten kendisi yemeyen veya ondan yalnızca yılın belirli ay veya günlerinde yeme hakkı bulunan topluluklarının gerisinde, genel olarak, iç yamyamlık yasağının izleri bulunmaktadır.

10.05.2004



























                          Bu tür kanlı ritüellerden barış, kardeşlik, insan sevgisi... çıkmaz!
















                     Musevi Fısıh-Pesah Bayramında Kurban Hazırlık ve Tüketim Tarzı

                                                Eski Ahit'te Fısıh Bayramı


RAB Mısır`da Musa`yla Harun`a, “Bu ay sizin için ilk ay, “yılın ilk ayı olacak” dedi,

Aviv ayını* tutun ve Tanrınız RAB`bin Fısıh Bayramı`nı* kutlayın.

Tanrınız RAB`bin adını yerleştirmek için seçeceği yerde davarlardan, sığırlardan Fısıh (Pesah) kurbanlarını keseceksiniz.

Bütün İsrail topluluğuna bildirin: Bu ayın onunda herkes ailesine göre kendi ev halkına birer kuzu alacak.

Eğer bir kuzu bir aileye çok geliyorsa, aile bireylerinin sayısı ve herkesin yiyeceği miktar hesaplanacak ve aile kuzuyu en yakın komşusuyla paylaşabilecek.

Koyun ya da keçilerden seçeceğiniz hayvan kusursuz, erkek ve bir yaşında olmalı.

Ayın on dördüne kadar ona bakacaksınız. O akşamüstü bütün İsrail topluluğu hayvanları boğazlayacak.

Hayvanın kanını alıp, etin yeneceği evin yan ve üst kapı sövelerine sürecekler.

O gece ateşte kızartılmış et mayasız ekmek ve acı otlarla yenmelidir.

Eti çiğ veya haşlanmış olarak değil, başı, bacakları, bağırsakları ve işkembesiyle birlikte kızartarak yiyeceksiniz.

Fısıh eti evde yenmeli, evin dışına çıkarılmamalı. Kemikleri kırmayacaksınız.

Sabaha kadar bitirmelisiniz.

Sabaha dek kurbandan bir şey bırakmayacak, kemiklerini kırmayacak(sınız)

Artakalan olursa, sabah ateşte yakacaksınız.

Eti şöyle yemelisiniz: Beliniz kuşanmış, çarıklarınız ayağınızda, değneğiniz elinizde olmalı. Eti çabuk yemelisiniz. Bu RAB`bin Fısıh kurbanıdır.

Kurban etiyle birlikte mayalı ekmek yemeyeceksiniz.

Altı gün mayasız ekmek yiyeceksiniz.

Yedinci gün Tanrınız RAB için bir toplantı düzenleyecek ve iş yapmayacaksınız.

”Yedi gün mayasız ekmek -sıkıntıda yenilen ekmek- yiyeceksiniz.

Yedi gün ülkenizin hiçbir yerinde maya bulunmasın.

Akşam kurban edeceğiniz hayvanların etinden ilk günün sabahına bir şey bırakmayacaksınız.

Fısıh kurbanlarını Tanrınız RAB`bin size vereceği kentlerden birinde kesmeyeceksiniz;

Ancak Tanrınız RAB`bin adını yerleştirmek için seçeceği yerde keseceksiniz. Kurbanı orada akşam gün batınca, .. keseceksiniz.

Eti Tanrınız RAB`bin seçeceği yerde pişirip yiyeceksiniz. Sabah dönüp çadırlarınıza gideceksiniz.

http://toplumvetarih.blogcu.com/fisih-pesah-inda.../1136727
toplumvetarih.blogcu.com
Musevi Fısıh-Pesah Bayramında  Kurban Hazırlık  ve  Tüketim Tarzı Eski Ahit'te Fısıh Bayramı     RAB Mısır`da Musahttp://facebook.com/blogcu








Sapasağlam olan bu "kurban" adayının "hadımlığı",

İslami ulemanın gözünde, neden "kurbana engel" bir "kusur" olarak görünür?

Çünkü "Boynuzu kırık", "Kulağı Kesik", "Gözü kör"...vb. olan "kurbanlık adayı" İslam'da "kusurlu"dur...

Demek ki, "İslami sağlık" ölçütleri, farklı bir şekilde ele alınır ve tarihteki toplumların "adak uzuvları" uygulamasının kalıntılarını yansıtır....

İslami ulema, "kesik kulak"ta,"kör göz"de,"kırık boynuz"da, daha önceki bir dönemde, farklı bir tanrıya "adanmış uzuv" görür ve iğrenerek o hayvana "murdar" gözüyle bakar...

Çünkü eski toplumda, her bir tanrının farklı hayvan adak türleri bulunur ve bu hayvanlar "kusursuz" yani daha önce uzuvlarından herhangi bir bölümünün bir başka tanrıya adanmamış olması kuralı uygulanırdı.

Hatta öyle ki, Akkad ritüellerinde de gördüğümüz gibi, kurban adayı hayvan, türü, rengi, yaşına göre ayrıştırılmakla kalmıyordu. Hatta bu kurban adayı hayvanın beslendiği yiyecek bile (süt kuzusu olmak; kesinlikle buğday veya arpa yememiş olmak; 6 aylık veya iki yaşında olmak vb. gibi.. ) ayrıntılı bir şekilde kategorize ediliyordu...


******

Gazeteler... Radikal,Vatan,Milliyet....

Kurbanlıklar hadım... Diyanet'e İş Çıktı....


Trakya’yı şap hastalığından arınmış bölge ilan eden hükümet, Anadolu’dan Trakya’ya hayvan transferi olmasın diye Kurban Bayramı’nda ilk kez kurbanlık hayvan ithalatına izin verdi. Bu çerçevede Uruguay, Avustralya ve Bulgaristan’dan kurbanlık hayvan ithal edilmeye başlandı. İlk parti, bu hafta başında Türkiye’ye giriş yaptı. 19 Kasım’a kadar yaklaşık 450 bin baş hayvan gelmesi bekleniyor. Ancak ithal edilen hayvanların bir özelliği var ki, satıcıyı da sevap işlemek isteyen vatandaşı da kara kara düşündürecek. Çünkü gelen hayvanların tamamı iğdiş edilmiş durumda. Yani üreme organları kesilmiş.

Birçok ülkede, hayvan sürülerini rahat yönetmek için hayvanların yumurtalıkları 2-3 aylıkken buruluyor. İslam dinine göre ise, kurban edilecek hayvanın hiçbir şekilde eksik uzva sahip olmaması gerekiyor.
(....)

İslam’da “Kurban’ın Kusursuzluğu”

......Eski toplumda kişinin uzuvları çok önemli idi, çünkü orada “parmak, el, kol, bacak, dil, dudak, kulak kesme, göz çıkarma, diş kırma”... kutsal adak edimlerinde ‘sunu organ’ları olarak kullanılmış görünüyor.

Daha sonra bu uzuvlar (en azından bir bölümü) , ceza işlemlerinin konusu olarak ele alınmaya başlanmıştı. Bunları çok açık kanun hükümleri haliyle Hammurabi ve Assur yasalarında veya dini kitaplar olarak Avesta’da, Eski Ahit’te,İncil’de, Kuran’da da buluruz.

“Eski kulağı kesiklerden..” ; “kızını dövmeyen dizini döver” ; “başım gözüm üstüne” ; “ iki gözüm çıksın ; önüme aksın...” ; “elim kolum kopsun ...” ; “dilin kopsun..” ; “gözünün yağını yediğim..” ; “gözünü sevdiğim” ; “iki gözünden öptüğüm..” ; “gözü çıksın” vb. , vb. denildiği zaman, eski tarihte, bireyin, önce kutsal adak ve sonra da ‘kutsal ceza’sı için hedef alınan organlarının hangileri olduğu ve bu organların adanma türü hakkında bir fikir edinmiş olmalıyız.

Eski toplumdan devir aldığımız bu tür kavram, deyim ve kurallar eski toplumun kendi gerçek koşulları içinde değer bulur......

http://toplumvetarih.blogcu.com/islam-da-kurban.../2693638

toplumvetarih.blogcu.com
 5.1.2007   (Mısır Firavunu Ramses ile  Hitit Kıralı Hattuşili III Arasındaki Antlaşma  Hükmü ve  İs



Abraham-İbrahim'in, oğlu İsak'ı kurban edecekken bir melek tarafından engellenmesinin temsili resmi....






 İslam’da “Kurban’ın Kusursuzluğu” ve Abd

(Mısır Firavunu Ramses ile Hitit Kıralı Hattuşili III


Arasındaki Antlaşma Hükmü ve İslamın Abdest Ediminin Kökenleri Hakkında )

İsa’dan önce yaklaşık 1285–80 sıralarında,Mısır ile Hitit, Kadeş savaşından sonra, aralarında yazılı bir antlaşma yapmışlardı [- 1278 (+- 50)].

Ramses II ile Hattuşili III arasında imzalanmış; Hititçe ve Akadca olarak yazılmış bu anlaşmanın bir bölümü (yaklaşık olarak) şöyleydi:

«Bir kimse Mısır’dan kaçar ve Hitit ülkesine gelirse, Hitit kıralı onu ülkesinde tutmayacak, Ramses'in ülkesine döndürecektir...

Bir ya da iki ya da üç ya da,(daha çok ) … Adam Mısır’dan kaçarlarsa,(onlar da ) Ramses'in ülkesine iade edilecektir…

Bunlar öldürülmeyeceği gibi, gözlerine, ağızlarına ve ayaklarına da dokunulmayacaktır. »

Antlaşma belgesinde yer alan, kaçak kişilerin “gözlerine, ağızlarına ve ayaklarına da dokunulmayacaktır” hükmünü, onlara “bir kötülük yapılmaması” biçiminde yorumlamak ve tanıtmak çok yanlış, eksik bir sunum olur. “Göz, ağız ve ayaklara” yönelik gösterilen bu hassasiyetin şimdi anlaşılan anlamda ‘sağlıkla’ bir ilgisi olamazdı.

Eski tarihi, onun kayıtlarını, bu kayıtlarda yer alan kavramları günümüzün değer ölçüleri içinde ele alma yanılgılarını artık düzeltmemiz gereklidir.

Bu anlaşma metninde, özel olarak, “göz, ağız ve ayak”ların bilhassa ifade edilmesi, ilgili topluluğun, metine göre, bu uzuvlara o dönemde, neredeyse kişinin “öldürülmesiyle” eşit değerde önem verdiklerini; bu tür organların önemsendiğini gösteriyor.

Bu nokta, bizi, aynı zamanda İslam’ın veya Museviliğin tanrılarının sunulacak kurbanlarda aradığı “göz, ağız veya ayak” bakımından özel olarak, “sakat” olmaması özel itinasının gerekçelerine de taşımaktadır. Tek gözü kör, bir ayağı kırık bir kurban hayvan, bu tanrıların çok ‘iğrendiği’ sunular arasına girmekteydi. Şimdiki Diyanet de, çok sık olarak, kurban hayvanın şimdi kulağına takılan damganın kurban hayvana bir “halel” getirip getirmediği üzerine “ dinsel bakımdan açıklamalar” yapmasına yol açmaktadır.

Eski toplumda kişinin uzuvları çok önemli idi, çünkü orada “parmak, el, kol, bacak, dil, dudak, kulak kesme, göz çıkarma, diş kırma”... kutsal adak edimlerinde ‘sunu organ’ları olarak kullanılmış görünüyor.

Daha sonra bu uzuvlar (en azından bir bölümü) , ceza işlemlerinin konusu olarak ele alınmaya başlanmıştı. Bunları çok açık kanun hükümleri haliyle Hammurabi ve Assur yasalarında veya dini kitaplar olarak Avesta’da, Eski Ahit’te,İncil’de, Kuran’da da buluruz.

***

“Eski kulağı kesiklerden..” ; “kızını dövmeyen dizini döver” ; “başım gözüm üstüne” ; “ iki gözüm çıksın ; önüme aksın...” ; “elim kolum kopsun ...” ; “dilin kopsun..” ; “gözünün yağını yediğim..” ; “gözünü sevdiğim” ; “iki gözünden öptüğüm..” ; “gözü çıksın” vb. , vb. denildiği zaman, eski tarihte, bireyin, önce kutsal adak ve sonra da ‘kutsal ceza’sı için hedef alınan organlarının hangileri olduğu ve bu organların adanma türü hakkında bir fikir edinmiş olmalıyız.

Eski toplumdan devir aldığımız bu tür kavram, deyim ve kurallar eski toplumun kendi gerçek koşulları içinde değer bulur. Saç, sakal veya kaşlarına bıçak, makas veya ateş değirmeyi (‘ütmek’) en büyük günah veya aşağılanma davranışlarından biri olarak kabul eden dini inanca sahip birisini berber koltuğuna oturtmak kadar büyük bir ‘kötülük’ olamazdı. “Ütmek” ve “ütülmek” kavramlarının aynı zamanda, farklı alanlarda, “yengi” ve “yenilginin” karşılığı olarak kullanılabilir kavramlar olması, ateş kült tapınım dönemindeki eski toplumda “yenen”in ve “yenilenin”; “galip gelen” ile “mağlup olanın” karşılaşacağı sonuçlar hakkında da bilgi vericidir. Hıristiyanlığın ateş kültünün daha etkili olduğu ön kaynak topluluklarında kadının saçlarının kökten kesilmesi de bu yüzden bir ‘ceza edimi’ olarak uygulanıyordu. Doğal olarak “Peruk kültü, kaş yolma” falan da ancak bu tür uygulama alanlarında oluşabilirdi. “Kıl kültü”nün “ateş kült” alanlarında ortaya çıkması, konumuzun yakma-yakılma kurban sunum biçimiyle olan bağına açıklık getirmektedir.

Türkiye tarihinde, Alevi Babalarının sakal ve bıyıklarının görevliler tarafından, zaman zaman, kesilmesinin veya kesmekle tehditlerinin anlamı da “ceza” idi zaten. Eski yazılı yasalarda gördüğümüz gibi, orada çok ciddi bir suç işlemiş “suçlu biri”nin cezası, sadece ‘saçı-sakalı kesilecek” denilerek uygulanabiliyordu ve bu oldukça ‘ağır’ bir ceza idi. Buna karşılık İslam’da, “saç kesme”, aynı zamanda kutsal bir edim olarak yer alıyor. Hac öncesinde, imanlı aday mutlaka baş “tıraşı olacak” ve tıraş olduktan sonra da elini tıraş olmuş kafasına doğru bile götüremeyecektir! Çünkü tıraşın açığa çıkardığı ‘kelin’ ve bu kelin üzerindeki damganın örtülmesi; saç biçimini değiştirme tehlikesi vardır! Konuyu bu tarihsel ve toplumsal derinliği ile kavramayan birisi bakımından, elbette Tanrının bu ‘kıllara’, ‘baş saçlarına’ gösterdiği hassasiyet, olsa olsa ‘hurafe’ olabilir!

Eski tarihte bir topluluk bakımından ceza olan edim, giderek de başlangıçta kutsiyet özelliği taşıyan organ veya vücut bölümlerini (ki başlardaki saç ve kesimi böyledir) ,konu edinmektedir. Bu süreç içinde, aynı toplulukta, başlangıçta ‘adak’ edimi olan uygulamaların zamanla ‘kutsallık’ kazandığını da görüyoruz. İsa’nın Ürdün nehrinde, bütün vücudu suya batacak şekilde “su ile vaftiz” edimi, erken Akado-sammaru toplumlarında canlı ve ölü insan kurbanların Nehir ve Denize atılması olarak yerine getiriliyordu. Aşil’in vücudunun diğer yanları değil de, sadece “topuğu” ölümsel özelliğe sahip ise, bunun nedeni o noktanın “suya değmemiş” olmasıydı. Vaftiz, yani ‘kurtarma edimi’, erken dönemin gerçek öldürme veya adak edimlerinin sembolik hale getirilmesinden başka bir şey değildir. Ateşten atlayarak ‘sağlık bulan’, ‘arınan’ imanlının, erken ataları, doğrudan doğruya ateşte yakılan, kurban edilenlerden oluşur. Bu geç torun da bu nedenle, ‘ateşten atlarken’ sembolik olarak ateşte kurban edilmiş varsayılır. İsa da bu nedenle Ürdün nehrindeki Vaftiziyle “yeni bir kişilik” kazanmıştı.

‘Bayram tıraşı’, ‘damat tıraşı’, ‘gelin başı’ vb. de günümüzde hala uygulama ve inanç alanı buluyorlar. Fakat “gelin damat hamamları” yanı sıra, bu tür ‘tıraş’ların nedeni hakkında bu temizliği ‘fiziksel temizlik’ noktalarında aramak son derece hatalıdır. Bu farklı edimler, bir topluluk için gerekli kural iken; öteki topluluk için başlangıçta bir ‘ceza’ idi. Sentezleşme süreci içinde genelleşen bu tür uygulamalar ile, ilgili kişiler, “geçiş ritüelleri”ni yerine getirmekte; sembolik olarak ölmekte; sembolik olarak kurban edilmekte veya baş tıraş ve damgaları ile farklı toplum birim aidiyetlerine (erkek ise, iç güveylik yoluyla karısının; kadın ise, ‘gelin gitmek’ yoluyla kocasının toplum birim aidiyetine ) geçmekteydiler.

İslamın abdestindeki “baş meshi” de bu noktayla çok ilgilidir. Başın avuç içi kadarlık ön bölgesinin ‘meshi’nin fiziki temizlikle en küçük bir ilgisi yoktur. Sağ avuç içi ile ‘meshedilen’, başın tıraş edilmiş o kısmına vurulmuş aidiyet damgasının arındırılmasıdır. Bütün din adamlarının değişik takkeler takması; Musevilerin avuç içi kadar olan bir bez parçasını kafalarına iliştirmeyi varlık nedeni derecesinde önemli görmelerinin nedeni, ‘takke düştüğü zaman kelin’; kelin olduğu kısımda ise Tanrının Kabil’den beri bastığı “tanrıya kölelik”, “tanrı kulluğu” damgasının görünmesini engellemekti. “Dövmenin tarihçesi”ni tanımadan yazılmış ‘inceleme’lerin yapıcısına da, okuruna da yeterince yarar sağlayamayacağı açıktır.

 ***

Eski toplumun özel olarak bahsettiği ‘kel’lik, doğal saç dökümü ile ilgili bir ‘kellik’ değildi. Bizdeki Keloğlan anlatımlarının ‘kel’ oğlanının da, kaynakları bakımından, şimdi anlaşılan anlamıyla “kel” olmamış olabileceğine dikkat çekmiştim. Eski toplumda bu kişilerin saçları özel olarak kesilmişti ve kesilen bu bölgeye damga vuruluyordu. Bu ‘keli’ gizleyen takkelerin farklı takım biçimleri; İslamın baş meshindeki özel bölge tanımı, damga vurulan bu baş bölgelerinin bile, eski toplumda farklı kısımlar olarak ayrıştırıldığını göstermektedir. Hammurabi yasalarında, “başın yarısının tıraş edilmesi’ ceza hükmü; özel olarak “kölelik tıraşı’ ve bu tür tıraşlar yoluyla “kölelik damgasının örtülmesi’ ile ilgili hükümler bağıntısında bu hususu büyük ölçüde açıklığa kavuşturmuştuk. Takke düştüğünde görünen ‘kel’ nokta, anlaşılıyor ki, bireyin aidiyet damgasının basıldığı, giderek, daha sonra sadece basbayağı ‘kölelik’ mührünün vurulduğu alanlardı. Midas’ı tıraş eden berberin gördüğü ‘boynuz’lar veya ‘eşek kulakları’,bir damgaya ilişkin olmalıydı...

Bugün İslamın, çok özel bir davranış biçimiyle, abdestinde, ‘başın meshedilmesi’ edimi, tam olarak, başın belli bir bölgesinin meshedilmesi ile özellikle sınırlanıyorsa ki, böyle olduğunu yazılı belgeler üzerinden gördük, bunun fiziki ‘temizlikle falan ilgili olduğunu ileri sürmek olanaksızdır..

Bu tür noktalardan yola çıkarak diyebiliriz ki, İslamın abdestinde söz konusu edilen bütün organlar, bir fiziki temizlik konusu olan alanlar değil, “ağız, kulak, burun, baş, el, ayak” gibi, geçmişte, Arap kabileleri arasında kişi adak eylem alanları olarak kullanılan noktalardan oluşmuş olmalıdır. Abdeste verilen önemin ardında, çok eski olmayan tarihlere kadar Arap toplulukların bu somut organları “adak organları” olarak kullanmaları yatmaktadır. Abdest edimiyle bu organlar sembolik olarak adanmış olmakta ; ‘arındırılmaktadır’.

Bu organların, eğer abdest ‘bozulmuş’ ise [ Ki bunun ‘bozulmaması’ da çok zor: İslami inançta ‘tuvalete çıkma’nın ; ‘küçük su dökme’nin ve hatta ‘osurma’nın bile abdest’i neden ‘bozuyor’ olarak kabul edildiği konusuna bağlı olarak , kutsal kitaplara kadar giren ‘insan ve hayvan boku’ konusu üzerinden geri dönmemiz gerekecek… ] ; günde 5 kez yinelenmesi edimi, muhtemelen eski Arap farklı kabile yapısının sentezleşme süreci içinde gerçekleşmişti. Çünkü, aslında, her farklı toplum birim için bu organlar farklı olmalıydı. Hatta belki de topluluklar bu tür organ adlarıyla tanımlanıyordu.

Bugün bile, herhangi bir oğul veya kişi hakkında “o,benim sağ kolumdur” ; “o benim gözüm,kulağımdır” dediğimiz zaman bu eski tanım biçimi kalıntısını kullanıyor olabiliriz…Eski tarihte bir toplum birim için sadece “sağ ayağın” veya sadece “sol kulak”ın veya sadece “sağ elin” adak edilmesi türü uygulamaların var olduğu bir aşamadan geçilmiş olmalıdır. Bunu, örneğin İsa’nın havarilerinin “ayak yıkama” ediminden; ceza hükümlerindeki “sağ (veya sol ) el”in; çapraz olarak “sağ ayak-sol el”; “sol ayak-sağ el” kesilmesi kuralından ; öpme uygulamalarında ya sağ elin ya da sol elin ( hatta bu ellerin bazı parmaklarının) öpülmesi “kutsal uygulamalarından”; İslami abdeste başlamanın “önce sağ el” olması gibi uygulamalardan anlıyoruz.
......

http://toplumvetarih.blogcu.com/islam-da-kurban.../2693638



















                                                   Kaparot = Kefaret = Kippur

Yahudi dininin en kutsal günü Yom Kippur (Kefaret Günü) öncesinde, günahlarından arınmak isteyenlerin arınma seremonileri sırasında tavuklara edilen eziyet, İsrailli hayvan hakları örgütlerini ayağa kaldırdı.

AA
Güncelleme: 18:57 TSİ 22 Eylül 2007 Cumartesi

KUDÜS - Hayvan hakları örgütleri, “kaparot” adı verilen uygulamaları şiddetle eleştirerek, “İnsanların günahlarını neden tavuklar ödemek durumunda?” diye sordu

İsrail’de ve tüm Yahudi dünyasında, günahların affedilmesi için duaların edildiği, oruç tutulduğu Yom Kippur, Cuma akşamı başlıyor. Tavukların “adak” olarak kurban edildiği, çok eskilere dayanan “kaparot” geleneği ise Yılbaşı ile Yom Kippur arasındaki herhangi bir günde yerine getirilebiliyor.

Kaparot ritüeli çerçevesinde, genellikle erkekler beyaz bir horoz, kadınlar da beyaz bir tavuk adıyor. Adaklar, kişinin başı üzerinde dua okunarak döndürülüyor ve daha sonra kesilerek yoksullara dağıtılıyor. Kümes hayvanlarının baş üzerinde döndürülmesiyle günahların hayvana geçtiği kabul ediliyor. Yahudilerin çoğu kaparotta artık hayvan yerine para kullanıyor ve bu parayı yoksullara dağıtıyor. Hala hayvan adayanlar genelde aşırı dindar Yahudiler.

Kaparot sırasında okunan özel duada ise adağın kişinin kefareti olduğu söylenerek, Allah’tan uzun ve barış içinde bir ömür ihsan etmesi dileniyor.

Kaparot geleneği nedeniyle Kudüs’te belediye bazı bölgelerde kesimhaneler açtı. Kudüs’ün ünlü pazar yeri Mahane Yehuda çevresindeki kesim yerinde görevli hahamlar, duaları okuyarak, hayvanları, adak veren kişinin başının üzerinde döndürdükten sonra, bir çırpıda kesip, kanını akıtmak üzere önlerinde bulunan, içinde bir tavuğun sığacağı büyüklükte koniler bulunan metal masalara atıyor.

Kudüs’ün Mea Şearim gibi, aşırı dindar Yahudilerin yaşadığı mahallelerde, yol kenarlarına kurulan çadırlarda da isteyenlere “kaparot” hizmeti veriliyor.

BIRAKIN HAYVANLAR YAŞASIN

“Bırakın Hayvanlar Yaşasın” başta olmak üzere, hayvan hakları örgütleri ise uygulamaya tapki göstermek amacıyla dini partilerden Şas’ın ruhani lideri Haham Ovadya Yosef’in evinin kapısını çaldı ve bu geleneğin kaldırılması için Yosef’in desteğini sağlamaya çalıştı.

Hayvan hakları örgütleri, yıllardır Haham Yosef’le bu konuyu görüşmek için çaba sarf ediyordu. Son uğraşlarında da Yosef’le görüşmeyi başaramadılar, ancak sık sık evi ziyaret eden Başbakan Yardımcısı, Sanayi ve Ticaret Bakanı, aynı zamanda Şas partisi başkanı Eliyahu Yişai ile görüşme fırsatını yakaladılar. Yosef’le görüşen Yişai, Haham Ovadya Yosef’in, bu geleneğe karşı çıkmasının mümkün olmadığını, ancak Yosef’in, maddi bağışlara herhangi bir itirazının olmadığını hayvan hakları savunucularına iletti.

“Bırakın Hayvanlar Yasasın” örgütü başkanı Etti Altman, uygulamayı “zalimce” bulduklarını belirterek, “Niye bir insanın günahını tavuğun ödemesi gerekiyor” diye sordu.

Binlerce tavuğun, kaparot öncesi günlerce aç, susuz, kafeslerde tutulduğunu ve sonra da kesildiğini söyleyen Altman, “İnsanlar, günahlarının affedilmesini mi diliyor. Aslında, tavuklardan af dilemeliler” dedi. Örgüt yetkilileri, kaparot uygulamasında, tavukların kesilmesi yerine bağışların hayır kurumlarına verilmesini öneriyorlar.

http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/420438.asp


arsiv.ntvmsnbc.com


















Değerli okur,

Tarihte, doğrudan doğruya insanları (erkek, kadın,çocuk) konu edinen ve bir “Kıyam-et” toplantısı olarak gerçekleşmiş olması gereken ve giderek insan yerine totem hayvanların/bitkilerin geçirilmiş olduğu “ittifak”, “antlaşma”, “barış tesis edici” edimler, günümüze “kardeşleşme”, “dargınlıklara son verme”, “Pardon/günahtan arınma” vb. özellikleriyle ve “Kurban Bayramı” , “Paskalya”, “Perhiz” vb. tanımlamalarıyla ulaşmışlardır.

İslami Kurban Bayramında kesilen hayvan, kesen bireyin kendi yerine geçmek üzere, kendi namına, kendi olarak, kendi hayvan totemini kurban etmesinden başka bir şey değildir.

Bu hayvanların türünün, yaşının, renginin, adama biçimlerinin, etini dağıtma ve yemeye hazır etme biçimlerinin inceden inceye detaylandırılmış olması, eski toplumun yamyamlıktan uygarlığa geçiş dönemindeki yapısı ve dolayısıyla inanç biçimleri hakkında fikir verir.

Yunan kilisesine özgü Paskalya kutlaması sırasında kurban edilen ve “Kuzu İsa”lar yerine geçen “hayvan kuzu”ların bir bütün halinde ve “döner” tarzı çevirme olarak hazırlanma kuralı, İslami kurbanın haşlamaya dayalı hazırlık biçiminden ayrılır ve bunlar bize, bu iki farklı dinin geçmişlerinde Ateş kültü ile olan bağları hakkında fikir vermiş olur.

İslam için Tanrı, ne şimdi ve ne de geçmişte “Ateş” ile özdeş görülmemiştir.

Buna karşılık Eski ve Yeni Ahit'te bir çok bölümde “sönmeyen ateş olarak Tanrı” fikri ve tanımlarını kolaylıkla bulabiliyoruz. Musevilik, Hıristiyanlık ve onların öncüsü pagan topluluklarda Yakmalık sunu veya sunuları yakarak ibadet etmenin ne kadar derin köklere sahip olduğunu biliyoruz.

Hangi özelliklerde ve hangi tür hayvanın, hangi yöne doğru tutularak ve güneş zamanına göre hangi vakitte ("güneş doğarken","güneş doğduktan sonra", "güneş battıktan sonra","Gece yarısı" vb.) kurban edileceği gibi "normal imanlılara" pek de "mantıklı" gelemeyecek olan "kurallar" zincirinin gerisinde, eski toplumun son derece doğal, anlamlı ve kendileri bakımından mantıklı yanıtları bulunur. Diyelim ki, İslami hacı adaylarının “kurban” sunmaları ile bağlantılı “saç kesme”leri kuralı arasındaki bağlantılar, ancak bu çerçevede anlaşılabilir.

Yıllardan beri adeta iğneyle kuyu kazma sabrı içinde, işte bu detayları anlamaya, anlatmaya ve onları birbirlerine bağlayan toplumsal aksları keşfetmeye çabalıyoruz.

http://toplumvetarih.blogcu.com/diyanet-in-kurban.../846408



                                 İnsan Kurban Edilen Bir Hitit Ritüeli Üzerine -1

 ....

Tercümesi:

Eğer askerler, düşman tarafından yenilirse, aşağıda anlatılan biçimde, nehrin alt tarafında bir kurban töreni yapılacaktır:

Nehrin alt tarafında, bir süt domuzu, bir genç köpek, bir erkek keçi (teke), bir adam, (ortadan) ikiye ayrılacaktır*1

Sonra, (kesilenlerin) yarısı bir tarafa, öteki yarısı öbür tarafa (sağ tarafa ve sol tarafa) *2 konulacaktır.

Fakat (Kurban töreni) Hattalkessar*3 (ağacın)dan bir kapı (tahta?) önünde gerçekleştirilmeli ve (kesilmiş kurbanın iki parçası ) Tijamar’in*4 üzerinden kaldırılıp alınmalıdır.

Sonra, Hattalkessar (Kapı?)nın önünde bir ateş, (arkasında da?) (ikinci?) bir ateş yakılmalıdır.

Askerler bunların arasından geçeceklerdir.

Fakat nehirin baştarafına (nehire) ulaşır ulaşmaz, üstlerine su serpilecektir.

Sonra, yazıda (kırda, ovada), bildiğimiz üzere olan bir ‘kır-yazı kurban töreni’ yapılacaktır.

http://toplumvetarih.blogcu.com/insan-kurban.../8564408



  
Traklar'da da köpeğin kutsal hayvan olduğunu belirten Kazı Başkanı Ahi Evran Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Neşe Atik Atik, "O dönemde iyi şans getirmesi için köpekler kurban ediliyordu. Bu kazıya başladığımızda toprakta açık sarı yuvarlak lekeler gördük. Kazdığımızda adak çukurları ortaya çıktı. Geçen yıl da bir boğa başıyla bir sunu kabını döşemenin altında bulmuştuk" diye konuştu.

---
Tekirdağ'ın merkeze bağlı Karaevlialtı mevki sınırları içindeki Heraion-Teikhos Antik Kenti'ndeki Pantheon'da (şehrin saygı duyduğu tüm tanrıların kutsandığı yer) kazı çalışmaları sürüyor.

...

Atik, kazıya başlayalı bir hafta olmasına rağmen tapınağın içinde ilginç buluntular çıktığını bildirdi. Türkler'de koçun kutsal olduğu gibi Traklar'da da köpeğin kutsal hayvan olduğunu belirten Atik, "O dönemde iyi şans getirmesi için köpekler kurban ediliyordu. Bu kazıya başladığımızda toprakta açık sarı yuvarlak lekeler gördük. Kazdığımızda adak çukurları ortaya çıktı. Geçen yıl da bir boğa başıyla bir sunu kabını döşemenin altında bulmuştuk" diye konuştu.

http://www.haberjet.com/NewsDetail.aspx?NewsID=716594






























 "Kurban ve Kan": 
   Kandaş olmayı "kardeş" olmakla eşitleyen toplulukların tanrıları için vazgeçilmez araçlar!



                                                         
                         


                              


   





                            Samiriler için kurbanın kafasını tümüyle koparmak yasaktır...




MIDEAST ISRAEL SAMARITANS

**FILE**
Members of the ancient Samaritan community gather around a fire-pit aftter placing sheep on stakes into the fire during the traditional Passover sacrifice in Mount Gerizim, nearf the West Bank town of Nablus, late Saturday, April 19, 2008. According to tradition, the Samaritans are descendants of Jews who were not deported when the Assyrians conquered Israel in the 8th century B.C. Of the small community of close to 700 people, half live in a village at Mount Gerizim, and the rest in the city of Holon near Tel Aviv. Photo by Maja Hitij/Flash90 *** Local Caption ***












Ori Orhof
















                      Bu tür kanlı ritüellerden barış, kardeşlik, insan sevgisi... çıkmaz!



ODATV'yi Dostlukla Uyaralım!

ODATV, sadece Türkiye'nin değil, dünyanın her yanının "kurban kanları" ile boyanmasını, İstanbul boğazının kan gölüne dönüşmesini, "Müslümanlık bu değil" diye başlık atarak eleştirmiş!

Kurban ritüeline karşı çıkmak için, "İslam bu değil", "Kanı suya akıtmayın da toprağa akıtın" ... gibi savunma argümanlarının kullanılmasını doğru bulmuyoruz. Tam tersine, dünyanın her yanını kan gölüne çeviren "Kurban Ritüeli" İslam için kan dökmek, her yanı kana boyamak demektir.
Oda tv'ye, "müslümanlık bu değil" üzerinden bir eleştiri tarzını hiç yakıştıramadık.
Umalım tutumlarını düzeltir; "doğru müslümanlık" konusunda fetva makamı haline gelme tutumlarından uzaklaşırlar!


[ ODATV: İstanbul Boğazı'nda her kurban bayramında yaşanan manzara tekrar yaşandı. Kesilen kurbanlıkların kanları, kanallar yoluyla Beylerbeyi'nde İstanbul Boğazı'na ulaştı. Gezinti yapan vatandaşlar Boğaz'da oluşan manzaraya karşısında şaşkınlıklarını gizleyemedi. Ankara'dan geldiklerini ve çay içmek için Boğaz'a geldiklerini söyleyen bir aile, "Bu görüntüler hiç hoş değil. Kesilen kurbanların kanları toprağa akıtılmalı, yetkililer önlem almalı" diye konuştular.]

 

















"Kurban ve Kan": Kandaş olmayı "kardeş" olmakla eşitleyen toplulukların tanrıları için vazgeçilmez araçlar!










 
 
 




Abraham-İbrahim'in, oğlu İsak'ı kurban edecekken bir melek tarafından engellenmesinin temsili resmi....
 




 
Samiriler için kurbanın kafasını tümüyle koparmak yasaktır...
 
 











                                                           Ori Orhof












 
İslami Kurban Bayramı Bir Şiddet Ritüelidir.




 
 
Bu tür kanlı ritüellerden barış, kardeşlik, insan sevgisi... çıkmaz!