31 Ekim 2011 Pazartesi

KURBAN'DAN AMAÇ "ALLAHA YAKLAŞMAK"...MIŞ!

Ey iman edenler!
Allah'ın (koyduğu din) nişanelerine,
haram aya, hac kurbanına,
(bu kurbanlıklara takılı) gerdanlıklara
("ne kurbanlara, ne de süslere")
 ......sakın saygısızlık etmeyin.
(MÂİDE SÛRESİ
---
Kurban, yerine varıncaya
kadar başlarınızı tıraş etmeyin”*
BAKARA SÛRESİ



KURBAN'DAN "AMAÇ ALLAHA YAKLAŞMAK"MIŞ!


Diyanet Fetvaları, İçi Boş Tekrarlardır!

Diyanet ve İslamistler, Kurban gerdanlığıyla Allah'ın neden  ilgilendiğini; saç tıraşı ile kurban arasında ne tür bir ilişki olabileceğini;  Allah'ın hayvan kanına düşkünlüğünün sebebini; "semavi olmayan dinler"de de Kurban uygulaması var ise, nasıl olup da, İslamistlerin  kurban yoluyla  sadece Allah'a yakınlaşma sağlayabildiklerini  vb. açıklamalıdırlar!

İçi boş, "sosyal ibadet", "dayanışma" vb. laflarıyla konuyu geçiştiremezler...

Bu ritüel, dünyanın en kanlı eylemlerinden birisidir ve insanlığa barışı, hayvan ve insan sevgisini değil, kanı, vahşeti, cinayeti öğütlemektedir!

Sosyal Bir İbadet Örneği Olarak Kurban

Sözlükte “yaklaşmak, Allah’a yakınlaşmaya vesile olan şey” anlamlarına gelen kurban, İslamî bir terim olarak, ibadet maksadıyla belirli şartları taşıyan hayvanı usulüne uygun olarak kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder. (Ali Bardakoğlu, “İslam’da Kurban” mad., Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 26, TDV Yay., Ankara 2002, s. 436)


Türkçemizde kurban, Arapçadaki “udhiye” kelimesinin karşılığıdır. Udhiye, sözlükte kurban olarak kesilen veya kurban bayramı günlerinde Allah rızası için kesilen, Cenab-ı Allah’a yaklaşma ve yakınlaşma vesilesi sayılan hayvana denir. (Mehmet Soysaldı, Kur’an ve Sünnet Işığında İbadet Tarihi, TDV Yay., Ankara 1997, s. 289; Saffet Köse, “Kurban” mad., Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 5, İstanbul 2000, s. 18)

Hemen hemen bütün dinlerde kurban uygulaması mevcut olmakla birlikte, şekil ve amaç yönüyle aralarında farklılıklar bulunur. Kur’an’da, Hz. Âdem’in iki oğlunun Allah’a kurban takdim ettiklerinden söz edilir (Maide, 27), bir başka ayette de ilahî dinlerin hepsinde kurban hükmünün konulduğuna işaret edilir. (Hacc, 34)

İnsanlık tarihi boyunca bütün semavî dinlerde kurban ibadetinin mevcut olduğu bilinmektedir. Ancak zaman içerisinde, başta Yahudilik ve Hıristiyanlık olmak üzere bazı semavî dinlerdeki kurban anlayış ve uygulamaları değişikliğe uğramıştır. Semavî dinlerin dışındaki dinlerde de, şekil ve gaye yönüyle farklılıklar bulunsa bile, kurban ibadetinin mevcut olduğu bilinmektedir. (Ahmet Güç, Çeşitli Dinlerde ve İslam’da Kurban, Düşünce Yay., İstanbul 2003, s. 37)
Kurban, insanın Allah’a yaklaşmasına/yakınlaşmasına vesile olan bir ibadettir. Kurban, Allah yolunda fedâkârlığı, Allah’a teslimiyeti, sadâkati ve şükrü ifade eder. Kurban ibadetinde bu mana vardır. (Seyfettin Yazıcı, Lütfi Şentürk, İslam İlmihâli, 11. baskı, DİB Yay., Ankara 2004, s. 322)


İnsan, kurban kesmekle Hz. İbrahim (a.s.) gibi Allah’a ve O’nun emirlerine olan sımsıkı bağlılığını ve gerektiğinde O’nun rızasını kazanmak için her türlü fedâkârlığa hazır olduğunu; Hz. İsmail (a.s.) gibi kayıtsız şartsız teslimiyeti, büyük bir sabır örneğini göstermiş olur. Bu nedenle bütün ibadetlerde olduğu gibi kurbanda da hâlis niyet ve ihlas esastır. (Zeki Duman, Beyanu’l-Hak Kur’an Tefsiri, Fecr Yay., Ankara 2006, s. 533) Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır” buyrulmuştur. (Hacc, 37)


Bu bağlamda kurban ibadetinde; Allah’ın rızasını kazanma, Allah’a tâzim/hürmet duygusunu hissetme, ibadet aşkının ve heyecanının duyulması ve bu çerçevede kurbanlığa ve kurban kesme işlerine büyük bir özen gösterilmesi gerekir. Ayrıca kurban kesen ve kesilmesine yardım eden kimselerde de,  takva amacı ve bilinci bulunmalıdır ki, kesilen kurbanlar Rabbimiz katında değer bulsun, makbûl olsun. (Duman, Age., s. 533) Hz Âdem’in oğulları kıssasında olduğu gibi, Rabbimiz ancak takva sahiplerinin kurbanını kabul eder. (Maide, 27) Buradan da rahatça anlaşıldığı üzere, diğer ibadetlerde olduğu gibi, kurbanda da bizi Rabbimizin rızasına ulaştıracak temel unsur takva; yani ibadetlerin gösterişten uzak, Allah rızası için samimiyetle ve ihlasla yapılmasıdır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadislerinde: “Amellerin kıymeti ancak niyetlere göredir. Herkesin niyeti neyse eline geçecek olan da odur.”( Buhârî, İman, 41; Müslim, İmare, 45) buyurmuşlardır.
Kurban kesen insan, Allahın koruması ve himayesi altına girmekte, şeytanın ve nefsinin tehlikelerinden kurtulmaktadır. Nitekim bu hususu Peygamber Efendimiz şöyle müjdelerler: “Ey insanlar! Kurban kesiniz, ondan akan kan nedeniyle Allah’tan mükâfatınızı bekleyiniz. Şüphesiz, kurbanın kanı yere düştüğü zaman, kişi Allah’ın himayesine girer.”( İbni Mâce, Edâhî, 2)

Kesilen kurbanın her kılına bir sevap verildiği gibi, akıtılan kanın da taşıdığı mânâ şu Hadis-i Şerif’te belirtilmektedir: “İnsanoğlu Kurban Bayramında, Allah katında kan akıtmaktan daha makbûl bir amel işlememiştir. O kesilen kurban, kıyamet günü boynuzları, kılları ve tırnakları ile Allah’ın huzuruna gelecektir. Kesilen kurbanın kanı yere düşmeden, Allah katında yüksek bir mertebeye çıkar. Artık kurbanlar hakkında gönlünüz hoşnut olsun.” (İbni Mâce, Edâhî, 3; Tîrmizî, Edâhî, 1)

Kurban, İslam’da sosyal yardımlaşma ve dayanışma örneğinin en iyi ve en somut şekilde görüldüğü bir ibadettir. Yeryüzünde her gün yüz binlerce hayvan kesilmekte ve bunlardan çoğunlukla, zengin kimseler yararlanmaktadır. Hâlbuki kurban ibadetinde, kesilen kurbanlardan daha çok, fakirler ve ihtiyaç sahipleri yararlanmaktadır. (Hamdi Döndüren, İslam İlmihâli, Erkam Yay., İstanbul 2001, s. 620)  Zira bir hadiste de işaret buyrulduğu gibi (Buhârî, Edâhî,16; Müslim, Edâhî, 28, 29, 33; Ebu Davud, Edâhî, 9), kesilen kurbanın eti üçe taksim edilir; üçte bir kısmı fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine verilir, üçte bir kısmı aile fertleriyle yenilir, üçte bir kısmı ise komşulara, akrabalara ve misafirlere ikram edilir.

Kurban, zenginlerde infak, paylaşma ve cömertlik duygularını geliştirir, fakirlerde ise zenginlere karşı oluşan önyargıları yok eder; zenginlerle fakirler arasında karşılıklı sevgi, saygı ve muhabbet duygularını geliştirerek, toplumsal huzuru ve barışı sağlar; yine bu bağlamda kurban “sosyal adalet”in gerçekleşmesini sağlar. (Musa Hub, Her Yönüyle Kurban, Işık Yay., İzmir 2006, s. 32)

Kurban, insanın yardım etmesini kolaylaştırarak dünya malına olan tutkunluğunu önler. Fakirlere bir dayanak olur, onları hayata bağlar. Kurban; toplumda kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu canlı tutar, kurulan sofralarla komşuluk ilişkilerini pekiştirir, yapılan ev ziyaretleriyle zenginleri ve fakirleri kaynaştırır, böylece aralarındaki haset duygusunu tedavi eder (Hub, Age., s. 33).


Kurban, toplumun tamamını kucaklayan potansiyel bir güç kaynağıdır. Onunla ekonomik hayat canlandığı gibi, yine kurban neticesinde oluşan imkânlarla ihtiyacı olanların ihtiyaçları giderilerek içtimaî bir dengelenme sağlanır. Kurbanlık hayvanları yetiştirenler, alanlar, satanlar, nakliyesini ve kesim işini yapanlar, derisini alıp satanlar, kasaplar, yem tüccarları vs. birçok insan bu vesile ile para kazanmakta ve geçimini temin etmektedir.  Ayrıca kurban ibadeti, yeni hayvan soylarının yetiştirilmesine imkân sağlayarak hayvancılığın gelişmesini sağlar. (Süleyman Uludağ, İslam’da Emir ve Yasakların Hikmeti, TDV Yay., Ankara 1989, s.101)

Sonuç itibariyle şunları söyleyecek olursak, İslam’da sosyal yardımlaşma ve dayanışma örneğinin en iyi şekilde görüldüğü kurban ibadeti, aynı zamanda İbrahimî duruşun ve İsmailî teslimiyetin sembolleştiği bir ibadettir. Kurban, Allah yolunda infakın, cömertliğin, fedâkârlığın ve takvanın bir nişânesidir.


Biz Müslümanlar, kurban keserek Rabbimizi hoşnut etmenin ve O’na tâzimde bulunmanın sevincini yaşar; Hz. İbrahim (a.s.)’in ve Hz. İsmail (a.s.)’in aziz hatıralarını yâd eder; Rabbimize bize böyle bir ibadeti bahşettiği için sonsuz hamdü senâ ederiz.


Not: Bu yazı, Diyanet Avrupa Aylık Dergi Kasım 2009 sayısında yayınlanmıştır
Mehmet Deri

http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/Diyanet-Isleri-Baskanligi-Duyuru-4302.aspx


**********


Eski Toplumda Kurbanın Kökenleri


İslam'ın,Diyanet’in 'Kurban'Kavrayışları..


21 Ekim 2011 Cuma

Allah, Cin'i Ve İnsan'ı Kendine Kulluk Etsin Diye Yaratmış!



"Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."


ZÂRİYÂT Suresi
Ayet - 56      

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn(ya'budûni).
Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.



***


İmam İskender Ali Mihr :Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.
Diyanet İşleri:Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
Abdulbaki Gölpınarlı:Ve ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
Adem Uğur:Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
Ahmed Hulusi:Ben cinni ve insi yalnızca (Esmâ özelliklerimi açığa çıkarmak suretiyle) kulluk etmeleri için yarattım!
Ahmet Tekin:Ben cinleri ve insanları yalnız beni ilâh tanısınlar, candan müslüman olarak bana teslim olsunlar, saygıyla bana kulluk ve ibadet etsinler, yalnızca benim şeriatıma bağlansınlar, bana boyun eğsinler diye yarattım.
Ahmet Varol:Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yarattım.
Ali Bulaç:Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.
Ali Fikri Yavuz:Ben, insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.
Bekir Sadak:Cinleri ve insanlari ancak Bana kulluk etmeleri icin yaratmisimdir.
Celal Yıldırım:Ben, cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibâdet etsinler diye yarattım.
Diyanet İşleri (eski):Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yaratmışımdır.
Diyanet Vakfi:Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
Edip Yüksel:Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yarattım.
Elmalılı Hamdi Yazır:Ve ben, Cinn-ü İns'i ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
Elmalılı (sadeleştirilmiş):Ben cinleri ve insanlan ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.
Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2):Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.
Fizilal-il Kuran:Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
Gültekin Onan:Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.
Hasan Basri Çantay:Ben cinleri de, insanları da (başka bir hikmete değil) ancak bana kulluk etsinler diye yaratdım.
Hayrat Neşriyat:(Ben) cinleri ve insanları, ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım!
İbni Kesir:Ben, cinnleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.
Muhammed Esed:Ve (onlara söyle!) Görünmez varlıkları ve insanları yalnızca (Beni tanımaları ve) Bana kulluk etmeleri için yarattım.
Ömer Nasuhi Bilmen:Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
Ömer Öngüt:Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım.
Şaban Piriş:Cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım.
Suat Yıldırım:Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.
Süleyman Ateş:Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
Tefhim-ul Kuran:Ben, cinleri de, insanları da, yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.
Ümit Şimşek:Ben cinleri ve insanları Bana kulluk etsinler diye yarattım.
Yaşar Nuri Öztürk:Ben, cinleri ve insanları bana ibadet etmeleri/benim için iş yapıp değer üretmeleri dışında bir şey için yaratmadım.

http://www.kurantefsiri.com/kuran_tefsiri/zariyat/zariyat_suresi_tefsiri.aspx?ayet=56




**
Zaten bu "Allah"ın  "topluluk" deyince aklına gelen sadece  "“Cin topluluğu ve İnsan topluluğu” dur...

Matruşka'larda Tarih Bulmak..
http://toplumvetarih.blogcu.com/matruska-larda-tarih-bulmak/9184811

***


***

YER VE GÖK, KURAN’DA ADEM VE SEYTAN!


Kutsal kitapların ‘ tanrısal yaratılış’ anlatımının dayandığı eski ilahiler, “gök’ün yer’den, yer’in gök’ten ayrılması”, “gök ve yer’e ad verilmesi” biçimindeydi.

Bu kavramlar, Sümer adı verilen uygarlığın erken döneminde, toplum birimlerin birbirinden ayrıştırılmasının ve bu ayrıştırmaya bağlı olarak gerçekleşebilen düzenlenişin bir anlatım tarzı olarak kullanılmıştı. Dolayısıyla, ilahilerin çözümlemelerinde ve “kutsal kitap” aktarımlarında ‘yer-dünya’ ve ‘gök’ olarak algılanan bu kavramlar, şimdiki anlamlarıyla ‘yer’ ve ‘gök’ değildi. (1)

Kırmızı renk ile sembolize edilen ateş ve buna bağlı olarak gelişen ‘kutsal nefes’ kültü, Ana, Uttu, Enlil, Nemrut, Marduk çizgisi boyunca izlenebilmektedir. Şii’lik veya Hıristiyanlığın ateş motifli kavram ve göreneklerinden, Hitit güneş tanrılarına değin bu kültür hattı takip edilebilecek kadar belirgindir. Kutsal nefes, Güçlü Yel, Ulu Üfürükçü Enlil ve Babil’in Marduk’u olarak okunan En-Mar-Utu yani Nemrut, Semitik Akad toplumundaki ateş kültünün taşıyıcıları gibidir. Cenazeyi yakarak defnetmenin, suçluyu ateşe atarak öldürmenin, ‘yakmalık sunu’nun, kandil ve mum yakmanın; odun hayranlığının, söndürülmemesi gereken olimpiyat meşalesinin, ateş üzerinden zıplamanın, ateşle arınma ve arındırmanın... gerisinde kurbanını, “çiğ veya haşlanmış olarak değil”, Musa’nın tanrısının yeniden dikte ettirdiği şekilde, kurbanını bütün halde kızartarak hazırlamakla yükümlü kılınmış toplulukların ateş kültü bulunur. Bu yüzden çöl yollarında tanrı, Musa’nın karşısına sönmeyen bir ateş haliyle görünmeyi tercih eder. Abraham, oğlunu kurban olarak sunmak istediğinde, bu nedenle, önce onun başını gövdesinden ayırıp kanını toprağa akıtacak ve fakat hemen sonra özel olarak hazırlayıp eşeğine yüklediği odunlar ile de ‘yakmalık sunu’ olarak yakacaktı. Ateş kültü kurallarının giderek bozulmasından önceki dönemde, Milliyet muhabirlerinin sunduğu  “Mangal keyfi”, bu nedenle, bütün ‘atalarımız’ için değil, sadece, ateş kültünün etki alanı içinde bulunan toplum birim ataları için geçerli olabilirdi. (Bunlarda bile, daha sonra, hiç olmazsa ’kutsal tatil günlerinde’ etin ateşte kızartılması yasaklanmaya; ‘ateşe bıçak uzatmak günah’ sayılmaya başlanmış durumdaydı.)

‘Ateşe, güneşe, şeytana tapmakla’ suçlanacak olan bu toplulukların ataları, erken Sümer düzenlenişi sırasında, yani ‘gök’ ile ‘yer-dünya’ birbirinden ayrıştırılırken, simdi ‘gök’ olarak anlaşılan ateş-güneş veya kırmızı renk tarafını temsil ediyor olmalıydılar.

Âdem ise bu ayrışmada, ‘toprak’tan, ‘çamurdan’ yaratılmış olma yorumuna iki kanaldan ulaşmış görünüyor. Birisi kara renkle eşitlenmiş yer küre, dünya, toprak; öteki de, bilge tanrıların, kaderlerini kil’e yazarak olguyu, canlıyı ‘var etme’ uygulamaları.

Âdem, ‘toprak’, ‘kilden’, ‘yer’den yaratıldıktan sonra, Kuran’a göre, Tanrı bütün meleklere; Âdem’e secde etmelerini buyurduğunda, meleklerden birisi dışında hepsi bu emre uymuştu. Tanrının “Âdem’e secde edin!” emrine uymayan bu melek, İblis, şeytan, cin idi: 

“(Allah:) Meleklere: ‘Âdem'e secde edin!’ dedi. İblis'in dışında hepsi secde ettiler.
Allah buyurdu: Ey İblis! Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?
Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin?” 

Tanrının hışımla sorduğu soruya İblis, Cin, Şeytan’ın verdiği yanıt oldukça serinkanlıdır:
“ İblis: ‘Ben, çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim!’ dedi.
Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim.”
“Ben ondan (daha) hayırlıyım! Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın!”
Şeytanın bu sertliği karşısında Tanrı, adeta bir özür arayışı içinde şöyle bir açıklamada bulunmuştu:
“Cini, İblis’i daha önce kavurucu ateşten yaratmıştık.”

Bu açıklamayı yapan Tanrı, tek’leşme sürecine bağlı olarak, Cin’i, Şeytan’ı Âdem’den daha önce ve ateş’ten yaratmış olma sorumluluğunu ister istemez üstenmek zorunda kalmış görünüyor. Fakat biz biliyoruz ki, burada “İblis, melek, cin, géant” olan bu oğul, Hammurabi kanun metni giriş bölümüne göre, gök’ün, Ateş’in büyük oğlu olarak, Enlil kılınarak Anu tanrı tarafından, ‘ateşten yaratılmış’ olan Marduk okunuşlu tanrı olmalıydı.(2)

Böylece kırmızı ateşten cin topluluğu, kara topraktan insan topluluğu yaratılmış durumdadır!
Eski Ahit, Enoş’un Kitabı ve Kuran, başlangıçtaki Sümer-Akad ittifakına ve onun oğullarına yansıyan bu ikilemi oldukça belirgin olarak resmederler. Kutsal kitapların tümünde eski toplum ikiye ayrılmış olarak sınıflanır:

‘İlahi varlıklar” (‘Tanrı oğulları’), ile “İnsan evlatları”(‘les enfants des hommes”)!

Bir yanda ”Melekler” (‘les anges’) , öte yanda ise “İnsan soyu”!

Bu belirgin ikili ayrımın Kuran’da kazandığı biçim, “İnsan topluluğu” ve “Cin Topluluğu”dur. Tanrı, ‘topluluklara’ seslenmek istediğinde, karşısında sadece “in ve cin toplulukları” bulunduğunu varsayıyordu:

Ey cin ve insan topluluğu!
İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi! (Enam Suresi. 130. Ayet)

Kutsal kitapların, din felsefesinin bu ‘ikili’ yapısı, cin ile insan, haram ile helal, iyi ve kötü’ kavramları, sosyolojik temelini incelemekte olduğumuz eski toplumun zıt’larla var olabilen örgütlenme ve işleyişini açıklamaktadır. Başlangıç döneminde, genel bir kural olarak, bir toplum birimin ‘helal’ öğesi, karşı toplum birimde bir ‘ haram’ öğesi olarak tamamlanıyor olmalıydı. Karşıda ‘kötü’ olanın, bu yandaki toplum biriminde ‘iyi’ görünmesi veya komsu toplulukların sadece ‘toprak’ isteğine dayanmayan aşırı çelişmeli yapı arz etmeleri genellikle bu yüzdendir. 

Erken Sümer döneminden bu yana ateş-güneş kültünün taşıyıcıları Anu, Samas, Utu, Enlil, cin-géant, İblis, Nusku, Nemrut, Marduk... aynı temel hatta, birbirleriyle değişik akrabalık ilişkileri temelinde uzanıp gelirler. Karşı toplum birim, bize, kendisini ‘insanoğlu’ ve onları ise ‘melek’, ’tanrı evlatları’, ‘cin’ olarak aktarır. Anlatıcımız değişince, az önce bize kendisini ‘insanoğlu’ olarak tanıtan topluluk, bu kez karşı taraftaki yeni anlatıcımız bakımından ‘çiğ et yiyen’, ‘kıllı’, ‘yabani hayvan’ topluluğu halini alır. ( 3)

Eski toplum ‘aile’ kurumuna geçmeye başladığı donemde, önceki zıtlık, bu kez ,’aile’nin içine, Adem ile Havva’nın iki kardeş oğlu arasına, ‘büyük-küçük oğul’ zıtlığı haline gerilemiş olarak varlığını sürdürür. Önceki zıt karşılıklı iki toplum birimin çelişmesi, yeni aile’nin minyatür yapısı içine taşınmıştır ve ateş’in temsilcisi Gibil-Habil’e (ki bu Kuran’ın İblisi, Cin’i olmalıdır) karşılık, ‘yer’ ‘toprak’ kara renk soyunun temsilcisi Kabil biçiminde şekillenir. Rebekka’nın oğulları Yakup ve Esat, birbirinin zıttı, düşmanı olarak doğarlar.

Bu doneme ilişkin eski ilahilerde, her durumda, kendisini ‘insan’ gören bir topluluğun karşısında ”Göksel yaratıklar”,”melekler”,’cinler’,’ejderha’lar dünyası bulunur. Her iki durumda da, sadece kendini insan kabul eden topluluk, karşıtı olan ‘melek’,’cin’,’ejderha’’géant’ topluluğuyla karşılıklı evlilik ilişkileri kurar.
Eski Ahit’e göre, daha az düzeltilmiş gibi görünen Enoş’un Kitabı’nda bu olgu şöyle aktarılıyordu:

“İnsanoğlunun çoğaldığı sıralarda, onların güzel ve alımlı kızları ortaya cıktılar.
Melekler, göklerin oğulları onları görüp aşık oldular.
Melekler aralarında dediler ki, kendimize insanoğlu kadınlardan seçelim ve bu kadınlardan çocuk sahibi olalım.
Meleklerin her biri bir kadın seçti ve kadınlarla birlikte yasamaya başladılar.
Melekler kadınlara, büyücülüğü, ilahi okuyuculuğunu, ağaç ve köklerin kaynaklarını öğrettiler.

Bu kadınlar hamile kalıp melekleri (cinleri) doğurdular.”
Eski Ahit’te ise bu konu şöyle yer almaktaydı:
“İnsanlar yeryüzünde çoğalmaya başladı ve onların kızları doğdu.
İlahi varlıklar, (‘Tanrı oğulları’), insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler ("İlahi varlıklar’ veya İbranice "Tanrı oğulları", melek veya da Şit soyundan gelen insanlar olarak yorumlanır.) 

İlahi varlıkların (géant, cin, melek) insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller ( "Nefiller": İbranice "Düşmüş kişiler" anlamında kullanılsa da, Septuaginta bunu "Devler" diye çevirir. Ejderha’lar, insansı hayvanlar diye anlamak daha yerinde olur) vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi.” 

Bu anlatımlara göre insanoğlunun kızları ‘cin doğuruyor’ ise, bundan anlaşılması gereken, bu evlatların, anlatıcı toplum birimimizin aidiyetine değil, kızlarının kocası olan ‘cin’, ‘şeytan’, ‘géant’, ‘hayvan’ toplum birimine ait kabul ediliyordu.

Enoş’un Kitabı’na göre, İnsanoğlu’nun kızlarının doğurduğu bu ‘cin’, ‘şeytan’ evlatları doyurmak da mümkün değildi. Öyle ki, bu ‘cin, şeytan evlatlar’ bir süre sonra, bizzat insanoğlunu, kuşları, hayvanları, sürüngenleri ve balıkları yemeye yöneldiler. Bu anlatım da, kutsal tanrısal evlatların, çeşitli hayvan totemleriyle ifade edilen toplulukların insanlarını kurban olarak aldıkları biçiminde anlaşılmalıdır.


(1) Bay Kramer ,’yer’ ve ‘gök’ olarak okuduğu kelimeleri güvenle ortaya koymuş görünmez:
“ -Yıldız resmi. Sümerce an- ‘gök’. Dingir- ‘tanrı’ anlamına gelir.
-Ki ‘yer’-. Bunun yer resmi olması lazım ama yorumlama olmuyor.”
(S.N.Kramer. TSB.s.309)
Gök’ü temsil ettiği düşünülen deseni, bir ‘yıldız’ resmi olarak değerlendirmek oldukça zorlamadır. Hac işareti bir toplam, yani ittifak işareti olarak, İsa’dan binlerce yıl önceden beri vardı. Sümerlerde ‘yıldız’ olarak sanılan çizgiler, ittifak kurmuş toplum birimlerin sayısı kadar üst üste yığılmış artı; hac işaretine benzemektedir. Yıldız olarak değerlendirilen sembolün, ittifak sayısı ile bağlantısını, tipik yıldıza benzemeyen Israel bayrağının yıldız çiziminde de bulmak mümkün.
Yer, dünya, toprak kavramına ilişkin ise,bay Kramer,tam olarak boslukta durdugunu acik yureklilikle belirtmektedir.Yer kavramina karşılık olan şekil, Sümerlerin kendilerine ‘kara başlar’ demelerine yol açan kara renkli bir baş giysisi şekline benzemektedir.
(2) “Ne zaman ki, ulu Anum( AN),
Anunnaki'lerin efendisi(lugal)
göğün ve yerin efendisi
Enlil,
memleketin kaderini tayin eden,
Ea'nın büyük oğlu olan Marduk(AMAR.UTU) için
bütün insanlık üzerine Enlil'liği (hükümdarlığı) onun için tayin etti (ve)
İgigi'ler içinden (arasından) onu yüceltti.
Babil (ka.dıngır.ra) şehrini üstün adıyla andı;
Onu cihanda üstün yaptı.
(orada) temelleri gök ve yer gibi sağlam olan ebedi bir krallık sağladı.”
Hammurabi döneminde, 4000 yıl kadar önce, ‘göğün ve yerin efendisi’ olan ’tek tanrı’ fikrinin gelişmesine bağlı olarak En-Mar-Utu, Marduk’un yaratılışının hem gök’le, hem yer ile bağlı olarak aktarılması anlaşılabilir.
Bununla birlikte, Dumuzi, Kara’ların(yerin, toprağın, çamurun, kilin.) büyük gulu gulu ve büyük olasılıkla Marduk’a karşılık düsen Gılgamış ise ‘ateşin’, ’gök’ün, ’güneşin’ büyük oğlu idi. Bay Hrozny’nin, Gılgamış kavramında ‘ateşin oğlu’ anlamı bulmuş olması da, bu yorumu güçlendiriyor.
Bu iki ‘büyük oğul’ , eski Yunan din tarihi anlatımına göre üçüncü kuşak tanrıları oluşturuyor olmalıdır. Dumuzi ve Gılgamış’ın, tabletlerde yazılı olan özellikleri onların Tanrı veya tanrısal sayılmış olduklarını gösteriyor. Meleklerden Âdem’e secde etmelerinin istenmesi, bir yönüyle, Gılgamış toplum biriminin Dumuzi’nin büyük oğulluğunu kabul etmeleri isteğini anlatıyor olabilir. Fakat öteki yönüyle Dumuzi olan Âdem, Kuran’ın dayandığı kaynaklar tarafından da tanrı veya tanrısal sayılmış gibi görünmektedir.
( 3) Ateş kültünün temsilcisi Enlil, Tufan yapmayı aklına koyduğunda, cezalandırmak istediği topluluk Enki’nin topluluğu idi.(Nuh’un ‘gemisini’ sürdüğü ‘okyanus’ Enki’nin Apsu mabedidir) Uruk’lular bakımından Enkidum’un hayvani, yabani topluluğu ifade ediyordu. Bu bakımdan, Enlil’in Tufanının, ”hayvanları,  sürüngenleri, kuşları” hedef almış olması anlaşılır. Nuh’un, gemisine bütün bu “hayvan”lardan birer veya bir kaç çift toplamış olması da bu yüzden olmalıdır.
Tufan anlatımı, bize, Tufan yapımcısı Enlil toplum birimleri tarafından değil, genel olarak, Tufan’ın hedefi olan, kurban edilen, kurban veren Enki’nin toplum birimleri tarafından aktarıldığından ve bu aktarıcılar kendilerini ‘insan’ olarak değerlendirdiklerinden, bu Tufan anlatımları,’İnsanların ve hayvanların Cezalandırılması’na dönüşmüşe benziyor.
Eski Ahit, Enlil önderliğindeki tanrılar meclisinin Tufan kararını, daha sonra tek tanrı döneminde söyle aktarmıştı:
“RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte. İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı. "Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları yeryüzünden silip atacağım" dedi, "Çünkü onları yarattığıma pişman oldum." (Eski Ahit. Yaratılış)
Burada, Tanrı’nın insan’ı cezalandırmak isterken, hayvanları, sürüngenleri, kuşları da bu arada neden cezalandırmak istediğini anlamaya çalışırsak, görürüz ki, söz konusu olanlar, ‘yılan’; ökuz, inek, kuş veya balık’la sembolize edilen, totemleri yengeç, akrep, balık, inek, keçi, koyun vb. olan toplum birimlerin bizzat kendileridir. Günümüzün fal sembollerinin tümü, eski toplumun ittifak halindeki hayvan sembollü insan toplum birimlerinden mirastır.























8 Ekim 2011 Cumartesi

Kaba Ateizme Karşı Bilimsel Ateizmi Derinleştirelim...


Bizler, bilimsel ateistler olarak, din'lerin asıl kaynaklarını "masallar, hurafeler, cehalet" alanında aramayı kategorik olarak reddediyoruz. Bunu söylemek, dinlerin giderek "masal" veya "hurafeler" halini almış olduğunu reddetmek anlamına gelmiyor.

Biz bilimsel ateistler, din'leri ve onun kaynaklarını, insan toplumun yaşam ilişkilerinde; gerçek dünyanın yeme-içme ve cinsel ilişki kurallarında arayıp ortaya çıkarmaya çalışıyoruz.

"Mümin"lerin, inandıkları dinlerin geçmişinde, bir dizi hayvan ve bitki-meyvenin "kutsallığı" konusuna  nasıl yanıt verdikleri bizi şu anda pek ilgilendirmiyor.

Fakat, her ateist şahısın, üzüm'ün, mercimek'in, marul'un, güvercin, eşek, koyun, yılan, öküz veya dana'nın... iman veya kilise dünyasındaki yer ve işlevini, "cehalet", "hurafe", "masal" gibi kavramlara hiç başvurmadan, açıklayabilmeyi denemesi gerektiğini ve ancak böylece ateizme bilimsel temellerde bir ilerleme olanağını yaratmış olacağını düşünüyoruz.

Ne yazık ki, "anti-islamist" çerçeve dışına pek çıkamamış olan Turan Dursun, İlhan Arsel veya onların kötü kopyası durumundaki Erdoğan Aydın'ın "din eleştirileri"ne karşı "Bilimsel Ateizm" vurgusunu bu nedenle sistemli olarak yapıyoruz.

Her dinsel ritüel veya yaklaşıma "masal", hurafe", "cehalet" damgası vurmanın ötesine geçmeyi becerememiş olanların, bilimsel ateizm alanında, toplumsal-tarihsel ilişkileri kavrama ve açıklamada diş kovuğunu dolduran açıklamalar yapamamış olmaları tesadüf değildir.

Bu tür "kaba ateist"lerin, eski toplumdaki kadın-erkek ilişkilerini; miras ilişkilerini; totem ilişkilerini; farklı yiyecek ve yiyecek hazırlama biçimlerini; farklı öldürme ve cenaze kaldırma biçimlerini yeterince incelediklerine ve bunların nedenlerini tanımlamaya çalıştıklarına pek şahit olamıyoruz. Çünkü onlar, eski toplumun din'lerin kaynaklarını insan toplumunun geçmiş ilişki biçimlerinde değil; eski toplumun “cehaleti”nde, “masal” ve “hayal dünyasında” aramayı temel almışlardır.

18. yüzyılın aydınları, genel olarak, o günkü bilgi seviyeleri ile, "din"lerin kaynaklarını "cahil insan"ın hurafesi, masalı, cehaleti, uydurması olarak nitelemişlerdi. Turan Dursun, İlhan Arsel gibi yazarlarımız maalesef bunların ötesine geçen bilimsel bir temel geliştirememişlerdir.

Onların günümüzdeki versiyonu olan Erdoğan Aydın da, asırlar öncesi gerekçeleri yenilemeyi bilim sanıyor...

Oysa bilim, geçen yüzyıllarda, insanbilim alanında, arkeolojik bulgularla birlikte, çok büyük ilerlemeler yapmış durumdadır. Şimdi, günümüzden 4000 yıl önceki Mezopotamya toplumlarının "Anayasaları" olan, temel yasalarını; gündelik kişisel yaşam ve ticari ilişkilerini; miras kayıtlarını, adeta günümüzün toplumları kadar "yakın"dan tanıma olanağı doğmuş durumdadır.

Mezopotamya "yazılı kaynakları"na yoğunlaşmamız, bazılarının sandığı ve yansıttığı gibi, "dinlerin kaynaklarını sadece bu alanda" aradığımız anlamına gelmez. Fakat "yazılı-belgeli" kaynaklar, elbette üzerinde en çok durulması gereken kanıtsal alanlardır.

Üstelik, Mezopotamya kaynaklı "yazılı din"lerin de, kaynakları bakımından takibini en iyi, Mezopotamya'da bulunmuş ve çözümlenmiş dinsel ve ekonomik tablet kayıtlarına; anıt yazılara dayanarak gerçekleştirebiliriz.

Neredeyse 10 yıldır kamuoyuna yansıttığımız bu ana çerçevedeki çabalarımız, artık, dinlere yönelik eleştirilerimizde, ateistlerin sesinin daha olgun ve daha bilimsel çıkmasına hizmet etmiştir.

Yapılması gereken, insanların küfürlerini veya iç boşaltmalarını "din eleştirisi" gibi sunma ve kavrama dönemini kapatmak; bütün din ve mezheplere karşı, ayırım yapmadan, bilimsel ateizme daha çok güç vermektir!


http://www.azad-hye.net/photos/

http://blog.armeniaone.com/blog/category/armenian-church/


http://www.armenianorthodoxchurch.org/v04/doc/Photos/Photos548.htm

                                               













              
                    Nasıl Bir Ateizm'i Savunmalıyız?!       
          İçerik ve biçim olarak, nasıl bir "ateizm"?

Şu noktayı açıklıkla vurgulamak gereklidir ki öncelikle içerik bakımından, biz R. Dawkins'in kaba, eski tür aydınlanmacı ateizm türüne karşı, bilimsel, tarihi ve sosyal temellere sahip bir ateizmi tercih ediyoruz.

Buradaki konu, "Tanrı var-yok" tartışmasının çok ötesindedir.

"Yaratıcı bir tanrı"nın varlığı tezi elbette bilim dışıdır, gerçek değildir.

Bununla birlikte, on binlerce yıllık insan toplumu tarihi içinde, din ve yaratıcı inancının oluşması sürecini, sosyal ve iktisadi temellerinden kopuk bir şekilde ele alma yöntemi bilimsel değildir.

"Allah yok, din yalan" türü bir genelleme, insan toplumun gelişme sürecini anlamayan; konuyu "hurafe", "yalan-dolan", "cehalet" ile açıklayan ve bilimsel ateistlerin benimseyemeyeceği bir alana çekmektedir.

Yüz milyonlarca insanın inanç duyduğu sosyal bir kuruma karşı, 21. Yüzyılda artık, daha derinleştirilmiş bilimsel bir ateizm mücadele edebilir.

Yurt dışında Voltaire'ler, Dawkins'ler; Türkiye'de İlhan Arsel'ler, Turan Dursun'lar, "aydınlık", "karanlık", "cehalet", "tabu", "yalan" vb. türü kavramları milyonlarca kere tekrar ederek, bilimsel alanda din kurumunun neden ve hangi toplumsal ihtiyaçlara bir gereksinim olarak doğmuş olduğu sorusuna yanıt verememişlerdir.

Unutmayalım ki, Mezopotamya dinlerini ortaya çıkaran toplumlar, aynı zamanda tarihin en önemli kültürel birikimine sahip toplumlarıdır.

Mezopotamya kaynaklı dinlere karşı mücadele ettiğini düşünen ateistlerin;

-"Mezopotamya", "Sümer-Akkad", "Enlil, Ea, Enki, Ahura Mazda, Marduk" vb. gibi kavramları kullanmadan;

-Günümüzden yaklaşık 6000 yıl önceki dinsel ilahileri ve temellerini incelemeden;

- O toplumların evlilik ilişkilerini; miras sistemlerini; iktisadi üretim ve paylaşım tarzlarını; hayvan ve bitki tapınımının sebeplerini ... vb. ele almadan,

- Ve tüm bunların sonraki Musevilik, Hristiyanlık ve İslam'la kavramsal ve kurumsal paralellik ve devamlılık noktalarını ortaya koymadan... bir "din eleştirisi" yapmalarını doğru bulmuyoruz; ve bu metot ve konuları kullanmadan yapacakları "din eleştirisi"nin de bilimsel olamayacağını önceden biliyoruz.















 
Aşağıda Yer Alan Her Kelimesi Hatalı, Her Kelimesi Bilimsel Temelden Yoksun İddialardan Oluşan Temel Düşüncenin Yer Aldığı Kitabın Başlığı : "İslamiyet Ve Bilim" İmiş!

***

Erdoğan Aydın, örneğin, şöyle diyor kitabında:
...

“Bilindiği gibi dinsel inanışın “yaratılış” varsayımını ilk defa ve kendi içinde en tutarlı biçimde sistematize eden kitap Tevrat'dır. Sonraki kitapların tümü bu söylenceyi farklı ifadeler ve kısmi değişikliklerle tekrar etmekten başka bir şey yapmış değillerdir. Hele ki, Kuran'da ifade ediliş biçimi, Tevrat'taki iç tutarlılıktan da yoksun, adeta akılda kalanların, farklı sure yazımlarındaki farklı anımsanmalarının ürünü olarak daha da ilkel ve muğlaktır...." ( İslamiyet Ve Bilim/İslamiyet Gerçeği-2, V. Bölüm: "Kuran'a Göre Evrenin 'Yaratılışı' " S.87)

 
 
“İslamiyet Ve Bilim”(Erdoğan Aydın) Üzerine

Erdoğan Aydın'ın “İslamiyet Ve Bilim” adlı bir çalışması var.


Bu kitap 1992 Turan Dursun Araştırma ve inceleme ödülü kazanmış. "İslamiyet Gerçeği" dizisi olarak da 4 cilt halinde yayınlanmış.

Erdoğan Aydın, örneğin, şöyle diyor kitabında:

“Bilindiği gibi dinsel inanışın “yaratılış” varsayımını ilk defa ve kendi içinde en tutarlı biçimde sistematize eden kitap Tevrat'dır. Sonraki kitapların tümü bu söylenceyi farklı ifadeler ve kısmi değişikliklerle tekrar etmekten başka bir şey yapmış değillerdir. Hele ki, Kuran'da ifade ediliş biçimi, Tevrat'taki iç tutarlılıktan da yoksun, adeta akılda kalanların, farklı sure yazımlarındaki farklı anımsanmalarının ürünü olarak daha da ilkel ve muğlaktır...." ( İslamiyet Ve Bilim/İslamiyet Gerçeği-2, V. Bölüm: "Kuran'a Göre Evrenin 'Yaratılışı' " S.87)

Peki, buradaki bu dar ve tarihsel bakımdan son derece eksik bilgiler temelinde, “önceki” Mezopotamya dinsel inanlarını, “önceki” Sümer-Akad ilahilerini, “önceki” Enuma Eliş'i, yeterince bilmeden; onların farklı toplumsal birimlere has yapılanmasını kavramadan, kısaca Mezopotamya kaynaklı dinler ve dini metinler hakkında yeterli ve doğru genel bir fikre sahip olmadan, o kaynaklardan süzülüp gelmiş olduğu çok açık olan İslam'ı ve Kuran'ı doğru bir temelde nasıl eleştirebiliriz?

Bu mümkün mü?

İlhan Arsel ve Turan Dursun'un “salt İslam eleştirisi” diyebileceğimiz ve sanki İslam izole bir din olarak ele alınabilirmiş gibi; Kuran’ın ayetleri veya kuralları Muhammed'in kendi yaratısıymış gibi bir yaklaşımla yürütülen “din eleştirisi” hatalı çizgisi, araya serpiştirilmiş "Sümer" lafları dışında, Erdoğan Aydın tarafından da sürdürülmektedir.

Yirmi yıl kadar öncesi için, bu alanlardaki bilgi düzeyinin düşüklüğü anlaşılabilir ve hoş görülebilir... Fakat, dostça uyarı ve eleştirilerden sonra da, Erdoğan Aydın, bu eksik ve hatalı içerikli kitapları, “düzeltme” yapmaksızın yeni baskılarla insanlara sunuyorsa, o noktada artık kimsenin “eleştirilerin sertliği”nden yakınma hakkı kalamayacağını da açıklamak isteriz.

Eğer, Erdoğan Aydın dostumuz, uyarılarımızı dikkate alsa; “İslam eleştirisi” adı altında yayınladığı ve adeta 18. yy “aydınlanmacıları”nın gerekçelerini yinelediği bu çalışmasını, yeniden yayınlamadan önce “gözden geçirmeyi” deneseydi, belki elinde 4 ciltlik bir kitap dizisi kalmayacaktı... Hatta, belki bu kitabın içeriğinin "düzeltilemez" olduğu gerçeğini de görecekti...
 
***
Kuran’ın tanrısı, anlatıma göre, Gök(ler) ve Yer bitişik iken, Gökleri Yer’den ayırmış ve ‘yaratılışı’ böyle gerçekleştirmiş ise, artık tahmin edebiliyoruz ki, bu temel kavramların yer aldığı erken ilahiler Enlil dönemlerine aitti ve Muhammed’in döneminden 4000 yıl kadar öncesinde sözlü gelenek olarak ve daha sonra da tabletlerde yazılı halde bulunuyor olmalıydı.

Böyle bir durumda, Erdoğan Aydın'ın yaptığı gibi, “Yerin Gökten ayrılması” sözleri üzerinden sadece Muhammed’e vurarak İslam’ı eleştirmek ve yapılan bu işi de, “din eleştiriciliği” olarak tanıtmak, oldukça çocukça bir çabadır ve bilinçlenmek isteyen kitleler bakımından ise hedef saptırıcıdır.

Erken Sümer ilahisinde şöyle deniyordu:

« Nimetlerin gerçek yaratıcısı,
Kararları değiştirilemeyen Efendi,
Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil,
Yer’den Gök’ü ayırmayı düşündü,
Gök’ten Yer’i ayırmayı düşündü.

Ortaya çıkan varlıkların büyümesi için,
“Gök ile Yer’in Kemiği”nde (Nippur) ... Yaydı.
Kazma’yı var etti, ‘Gün’ü yarattı,
Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi,
….
Efendi Kazma’yı çağırdı, kaderini belirledi…»

(Kramer, Sumer Mitolojisi, Kabalcı,s.103)

Bu ilahide Enlil’in, “Gök” ve “Yer”i “yaratan” olarak değil; onları birleştiren-ayrıştıran olarak bulunduğuna dikkat edelim.

Aynı zamanda, “Gök” ve “Yer” ile uğraşan Enlil, birden bire “Kazma’yı var etme”ye yönelir… Ve bunlar anlatımdaki ciddiyeti asla sarsmaz; anlatıcılarımız kusursuz bir düzenlemeyi anlatmaya devam ederler. Çünkü gerçekten de, burada sanılan anlamıyla “Gök” ve “Yer” değil; “Yukarı Mezopotamya” (Gök) ile “Aşağı Mezopotamya” (Yer-Toprak) ilişkisi ele alınıyordu ve “Kazma” denilenler, toprağı çapalayan, kazma ile kazan topraksız, cahil, “kazma” köylülerdi.

Buradaki anlatımlar, sanılan anlamıyla “Gök” ve “Yer” ile ilgili değil; çok somut olarak “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” topluluklarının ilişkilerinin düzenlenmesiyle ilgiliydi.

Zaman içinde “Yukarı Mezopotamya”= Yukarı, “Gök” ile eşitlenerek; “Aşağı Mezopotamya”= Aşağı, “Yer” ile eşitlenerek kullanılmaya başlanmıştır. Ama biliyoruz ki, “Aşağılık İnsan” tanımlaması ile “Yüceler Yücesi= Semavi Varlıklar” vb. türü kalıpsal kavramlar da, yine bu “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” ilişkisi içinde anlam bulmaktadır.

Dini metinlerin bu yeni bilimsel “okuma” biçimi üzerine uzun zamandır duruyoruz.

Bu tür örnekler, ‘Gök’, ‘Yer’, ‘Kazma’ gibi eski ilahilerde bulunan bir dizi temel kavramın, erken dönemlerde belki bir başka anlamda kullanılmış olabileceğine dair, herkes için uyarıcı birer işaret olmalıydı. Söylediğim her şey derhal kabul edilmese bile, bunların ciddiliği; üzerinde çalışılmış argümanlar olduğundan hareket edilerek, yeni yorumlar yapılırken dikkatli olunması yararlı olurdu.

Gelgelelim, dini inanca sahip olsun veya olmasın; ilahiyatçı, tanrıtanımaz, ‘aydınlanmacı’ ve takipçileri olan Doğu nihilistleri, ‘Yer ve Göklerin yaratılması’, ‘Yer’in Gök’ten, Göklerin yer’den ayrıştırılması’ gibi kalıpsal deyim konularında kendilerini basit algıyaöyle bir kaptırmışlardır ki, düşüncelerinde, tablet deyimlerinin Mezopotamya tarihine ait bir dönemi anlatmış olabileceğine dair tek bir kuşku izi taşıyor bile görünmezler...

Oysa Erdoğan Aydın, ‘bilim’de ‘kuşku’nun yerini O. Hançerlioğlu sözlüklerinden yaptığı bolca aktarmalarda ne de güzel yineleyip duruyordu…

Ama iş, onu gerçekten yaşama uygulamada!
 
 
 
 
Bilimsel Ateizm adına bu kitapta,"Sümerler'den İslam'a..."
 biçimindeki tarihsel bağlantı kurma dışında, hangi temel fikirleri bulabiliriz?

Arif Tekin'in ateist bir alana geçmiş olması elbette olumlu, ileri bir adımdır.

Arif Tekin'in, İlhan Arsel, Turan Dursun ve hatta Erdoğan Aydın'dan bir adım daha ileri giderek, Kuran ile "Sümer" bağlantılarını açıkça kurma çabası da olumlu bir "alan g
enişletme", "tarihsel bağ kurma" çabası olarak ele alınabilir.

Ne var ki, Arif Tekin'i okumaya başlar başlamaz görürüz ki, onun bakımından da Kuran, bir takım "eski mitolojilerin, örf, adetlerin, kısaca eskilerin tekrarıdır":

"Kuran'da var olan sosyal ve efsane tipi hadiselerin Muhammed'den binlerce yıl önce yaşayan insanlar tarafından ortaya atıldıklarını, -tarihî belgelere dayanarak- ortaya koymağa çalışıyorum. Sonuçta görülecektir ki, Kuran'da yeni bir şey yok; hep eskilerin tekrarı."

"Eski örf adetlerin, mitolojilerin bir biçimiyle devamıdır, bunun tanrısal bir yani yoktur, Muhammed'se sadece kendi döneminin önemli bir ismi/ bir devrimcisidir…"

Mezopotamya Kaynaklı Dinler "Tekrar"a Dayanmaz; Farklı din ve mezheplerin Yaratılış Anlatımları Farklıdır!

***

Erdoğan Aydın'da "Tevrat'ın akılda kalanlarının tekrarı" olarak geçen bu "tekrar" edebiyatı, sadece Akado- Sammaru ve Mezopotamya kaynaklı dinlerin yeterince tanınmamasından ve dinlerin sosyal temeli olmayan bir takım "hurafe" , "mitoloji", "efsane"lerin toplamı olduğu inancından kaynaklanır.

Din'lerin günümüzdeki yorumu ve açıklamalarının; doğa üstü tanrı inancının elbette bilimsel bir değeri yoktur. Bununla birlikte, Mezopotamya kaynaklı dinlerin, Mezopotamya toplumlarının sosyal yaşam kurallarının zamanla bozulmuş anlatım tarzlarından başka bir şey olmadığını ispatlamış durumdayız.

Mezopotamya kaynaklı Avesta'nın "Yaratılış" anlatımı ile "Enuma Eliş"in veya "Eski Ahit" ile "Yeni Ahit"lerin "Yaratılış" anlatımları, Mezopotamya'daki uygarlık sürecinin çok farklı dönemlerine denk düşer.

Göbekli Tepe'nin varlığının ortaya çıkarılmasından ve oradaki Totem Hayvanların saptanmasından bu yana (Domuz, Yılan, Yaban Eşeği, Boğa, Turna, Aslan, Akbaba, Tilki , vb.; bu aşamada tek bir ağaç, meyve, sebze, tahıl toteme rastlanmaz) Mezopotamya kaynaklı dinleri anlatırken bu 13 bin yıllık süreci temel almak zorunluluğu vardır. Göbekli Tepe'de karşılaşılan neredeyse tüm hayvan sembolleri, günümüzde bile farklı dinlerin "totem", "tabu", "haram"-"helal" kabul ettikleri; "burç"larda hala kullanılan hayvan totemlerdir.

Farklı dinlerin içinden Museviliğin, tam olarak günümüzden 5750 yıl kadar önceki bir geniş İttifak toplantısını "Yaratılış" olarak kabul edip, kendi varlığını oradan başlattığını biliyoruz.

Dinleri ve geçmişlerinde ayrı din olan şimdiki bazı mezhepleri yeterince dikkatli incelemiş olanlar, onların "yaratılış" anlatımında ortak bir olayı çıkış noktası alsalar bile, kendi kutsal günlerini o "yaratılış haftası"nın farklı günlerine dayıyor olduklarını ve bunun da basit bir din rekabetine dayanmadığını saptayabilirler.

Fakat gelin görün ki, Arif Tekin de, kendisini ayrı bir yere oturtmaya çalışsa da, öncelleri gibi, ne dinlerin toplumsal temellerini; onun uygarlaşan Mezopotamya toplumlarının bir ürünü olarak şekillendiğini yeterince görebilmiştir ; ne de 13 bin yıl önceki Göbekli Tepe'nin "hurafe"ye dayalı "yılan"ının nasıl olup da, en gerçek, en elle tutulur, en bilimsel alanlardan birisi olan Tıp'ın, Farmakoloji'nin günümüzde de kapısına asılı "yılan sembolü" olabiliyor olmasının anlamı üzerinde durabilmiştir.

Bu nedenlerle de, o istediği kadar kitabında "Sümer'ler..." laflarını kullansa da, "din" denilince, onun için varsa yoksa, "tekrar" edilmiş, yalan, dolan, söylenti, mitoloji vb. dir!

***

Arif Tekin de, kendini genellikle Tefsirler, Hadisler vb. ile İslami Çerçeve içinde dolaşmakla sınırlar...
-------------------------------------------------------------


Birbirlerinden "Yer" ile "Gök" kadar uzak olan ve birbirlerinden o kadar uzak ve düşman oldukları şimdiki Irak'ın Şiileri ile Sünnilerine bakıldığında bile anlaşılabilecek olan eski dinlerin farklılıklarını görmeyip onları birbirlerinin söylentilerini "tekrar" ile suçlayan Arif Tekin'den okuru, ciddi, temelleri olan İslam eleştirisi yapacağını sanırsa, yanılır.

Onun kitabında, "Kutsal Kitaplar" denilince bundan sadece İslami bakışla "resmi dinler"in "kitap"larının anlaşılması bir yana, (Avesta, Enuma Eliş, Mushaf-ı Reş, Enoş'un Kitabı vb. DE, Mezopotamya kaynaklı "Kutsal Kitap"lar arasında kabul edilmelidir), Kuran eleştirisinde de, tartışmaları Muhammed'in Tanrı'ya inanıp inanmadığına; Muhammed'in zehirlenerek öldürülüp öldürülmediği gibi noktalara taşındığını görüyoruz.

Kitabının "Önsöz"ünden bazı örnekler verelim:

"ABD ve Avrupa gibi demokrasi ile yönetilen ülkelerin her bakımdan islam ülkelerinin önünde olmaları önemli bir çelişki: Bu konuda kendi kendime 'mademki iddialara göre Kur'an'in arkasında kainatin yaratıcısı vardır, o halde neden daha dün keşfedilen ABD şu an dünya lideri durumunda ve islam tarihine baktığımızda buraya hiçbir peygamber de gönderilmemiş.
.....
İslami kaynaklara göre 124 bin (hatta bazı rivayetlere göre 224 bin) peygamber-genelde- Mısır, Hicaz, Israil, Filistin bölgelerine gönderildi de ne halledildi, tanrı niçin pes etti, neden elini uzattığı yerler (her yönüyle) geri kaldı?
....
Başka bir deyimle, neden Amerika ve Avrupa (gerçi Hiristiyanlık Avrupa'ya ithal edilip onun yüzünden birçok zayiatlar oldu, engizisyon mahkemelerinde sayısız bilim adamları süründü ise de, Avrupa sonunda din olayini arka plana çekebildi) tanri modeli dişinda kendi kurdukları sistemleriyle bu günkü aşamaya gelebildiler de tanrının o kadar özen gösterdiği bölgeler geri kaldı?

Burada iki nokta önemli: Birincisi, kutsal kitaplara göre Allah ilkin yahudilik dinini gönderiyor, bunu yaymak için de birçok peygamber görevlendiriyor; hatta bazen baba-oğul (Davud, Süleyman ve Yakup- Yusuf gibi), bazen abi-kardeş (Musa, Harun gibi) birlikte gönderdigi halde olumlu bir sonuç almadan onları terkediyor ve islamiyet adi altinda yeni bir din yollayarak Muhammed ve taraftarlarinin eliyle onlarin, Beni Kureyza, Beni Nadir ve Beni Kaynuka gibi savaşlarda -nerdeyse- sonlarını getiriyor.

Dini akademisyenlere gelince: Bunların Kuran'a inandıklarını sanmıyorum. Kuran'ın kimden geldiğini, tarih boyunca yönetim biçimleri Kuran formülü olan devletlerin insanlara nasıl kan kusturduklarını bunlar iyi bilirler.

***

Muhammed de kainatın bir yaratıcısı olduğunu, Kuran'ın onun yasaları, kendisinin de tanrının elçisi olduğunu iddia ediyor. Tabi ki varlığını iddia ettiği tanrıya kendisi içtenlikle inanır mıydı, inanmaz mıydı bu ayrı bir konudur, ileride bağımsız bir başlık altında buna ayrıca açıklık getireceğim.

İşte Kuran bu masalları da içerdiği için tanrı varlığıyla ilgili öne sürdüğü formül hakkında güvensizliğe neden olur. Şöyle ki, değil ki bilimsel çalışma yürüten insanlar; normal bir İnsan bile haklı olarak, "Mademki Kuran bu gibi asılsız şeyleri anlatıyor, o halde tanrı varlığıyla ilgili yürüttüğü mantık da yanlış olabilir" deyip kıyas yollu böyle bir sonuca rahatlıkla varabilir.


***

Muhammed ve Ebu Bekir zehirlenerek öldürülüyorlar (*). Ömer, Osman ve Ali'nin öldürüldüklerini zaten bilmeyen yok. Tabi ki bu da önemli bir tespittir. Yani bir örgütün tüm kurucuları, tabir caizse beyin takımı -hele Muhammed bir Yahudi kadın tarafından- öldürülürse, bu kadar zayiat verirse, yalnız bu tespit tek başına beraberinde soru işaretleri getirir: Bunlar söylendiği gibi eğer iyi olsalardı vurulur muydu? diye

***

Ben, "Kuran, eski örf adetlerin kalıntıları üzerinde kurulmuştur" derken, bunu detaylıca açıklıyor, Kuran'ın gerçek kimliğini, hem içindeki yetersizliklerle, hem de tarihi kanıtlarla ortaya koymağa çalışıyorum.

***

Bu çalışmamda Kuran'ın olağanüstü bir kitap olmadığını, Muhammed döneminde dünyadan biraz haberi olan ve de düzgün bir Arapça ile konuşup yazabilen başka birisinin de benzer bir şeyi ortaya koyabilirdi/ bu gayet normal bir şeydir, bunun olağanüstü bir yani olmadığı mesajını vermeğe çalışıyorum. Ben, tarih boyunca insanlara kan kusturmaktan başka bir şey getirmeyen Kuran sisteminin, artık terk edilmesi gerektiğini açıklamakla birlikte, Kuran'da var olan sosyal ve efsane tipi hadiselerin Muhammed'den binlerce yıl önce yaşayan insanlar tarafından ortaya atıldıklarını, -tarihî belgelere dayanarak- ortaya koymağa çalışıyorum. Sonuçta görülecektir ki, Kuran'da yeni bir şey yok; hep eskilerin tekrarı."] (Arif Tekin)

***
Arif Tekin'in İslam Eleştirisi....
-----------------------------------------
Yukarıdaki söylem ve eleştiri tarzına ilişkin örnekler,
Arif Tekin'in Kitap'ının yapısına ve İslam eleştiri tarzına ilişkin olarak yeterince fikir vermektedir.

Bizim bu tür argümanlarla, bu tür savunma alanlarıyla, bu tür daraltılmış ve bilimdışına taşınmış "eleştiri"lerle pek uğraşacak durumumuz yok.

Kendisine ateist diyenlere tavsiyemiz, kendilerinin ve başkalarının enerji ve dikkatlerini sonu gelmez söylemler ile harcamasınlar; insan toplumunun gerçek yapısını, işleyiş kurallarını; ilişki biçimlerini tarihsel, arkeolojik bulguların desteğini de alarak, incelesinler!

6 Ekim 2011 Perşembe

İslamiyet Ve Bilim (Erdoğan Aydın) Üzerine

“Yaratılış” Bilmecesini Çözmek !

İslamiyet Ve Bilim (Erdoğan Aydın) Üzerine
 



Erdoğan Aydın'ın “İslamiyet Ve Bilim” adlı bir çalışması var.

Bu kitap 1992 Turan Dursun Araştırma ve inceleme ödülü kazanmış. "İslamiyet Gerçeği" dizisi olarak da 4 cilt halinde yayınlanmış.

Erdoğan Aydın, örneğin, şöyle diyor kitabında:

“Bilindiği gibi dinsel inanışın “yaratılış” varsayımını ilk defa ve kendi içinde en tutarlı biçimde sistematize eden kitap Tevrat'dır. Sonraki kitapların tümü bu söylenceyi farklı ifadeler ve kısmi değişikliklerle tekrar etmekten başka bir şey yapmış değillerdir. Hele ki, Kuran'da ifade ediliş biçimi, Tevrat'taki iç tutarlılıktan da yoksun, adeta akılda kalanların, farklı sure yazımlarındaki farklı anımsanmalarının ürünü olarak daha da ilkel ve muğlaktır...."  
( İslamiyet Ve Bilim/İslamiyet Gerçeği-2, V. Bölüm: "Kuran'a Göre Evrenin 'Yaratılışı' " S.87)

Peki, buradaki bu dar ve tarihsel bakımdan son derece eksik bilgiler temelinde, “önceki” Mezopotamya dinsel inanlarını, “önceki” Sümer-Akad ilahilerini, “önceki”  Enuma Eliş'i, yeterince bilmeden; onların farklı toplumsal birimlere has yapılanmasını kavramadan, kısaca Mezopotamya kaynaklı dinler ve dini metinler hakkında yeterli ve doğru genel bir fikre sahip olmadan, o kaynaklardan süzülüp gelmiş olduğu çok açık olan İslam'ı ve Kuran'ı doğru bir temelde nasıl eleştirebiliriz?

Bu mümkün mü?

İlhan Arsel ve Turan Dursun'un “salt İslam eleştirisi” diyebileceğimiz ve sanki İslam izole bir din olarak ele alınabilirmiş gibi; Kuran’ın ayetleri veya kuralları Muhammed'in kendi yaratısıymış gibi bir yaklaşımla yürütülen “din eleştirisi” hatalı çizgisi, araya serpiştirilmiş "Sümer" lafları dışında, Erdoğan Aydın tarafından da sürdürülmektedir.

Yirmi yıl kadar öncesi için, bu alanlardaki bilgi düzeyinin düşüklüğü anlaşılabilir ve hoş görülebilir... Fakat, dostça uyarı ve eleştirilerden sonra da, Erdoğan Aydın, bu eksik ve hatalı içerikli kitapları, “düzeltme” yapmaksızın yeni baskılarla insanlara sunuyorsa, o noktada artık kimsenin “eleştirilerin sertliği”nden yakınma hakkı kalamayacağını da açıklamak isteriz.

Eğer, Erdoğan Aydın dostumuz, uyarılarımızı dikkate alsa; “İslam eleştirisi” adı altında yayınladığı ve adeta 18. yy “aydınlanmacıları”nın gerekçelerini yinelediği bu çalışmasını, yeniden yayınlamadan önce “gözden geçirmeyi” deneseydi, belki elinde 4 ciltlik bir kitap dizisi kalmayacaktı... Hatta, belki bu kitabın içeriğinin "düzeltilemez" olduğu gerçeğini de görecekti...

Ama zaten bunlar bile büyük bir kazanç olacaktı.

En azından, kendisi, İslam'ın ve Kuran'ın eleştirisinin tek başına ele alınamayacağını; mutlaka Mezopotamya'daki öteki dinsel kaynak ve uygulamalarla bağ içinde ele alınması gerektiğini anlayacaktı.

Bütün bunlar da “bilimsel ateizm” için birer kazanç olacaktı...

Fakat o, hatalarında ısrar etme yolunu seçti.
Bayat  “İslam eleştirileri”ni yinelemeyi bilim saydı.

Fakat, biz biliyoruz ki, Enuma Eliş'i, erken Mezopotamya ilahilerini, Hitit dinsel şekillenişini tanıyanlar için, tüm bu bilgilere dayanmayan ve bu kaynaklardan beslenmeyen bir İslam eleştirisi asla "bilimsel" olamaz... Hatta “ Ateist açıdan İslam Eleştirisi” özelliği bile taşıyamaz.

Turan Dursun'un, İlhan Arsel'in, Server Tanilli'nin İslam'ı eleştiren kitaplarındaki hatalı çizgi ve ele aldıkları içeriklerin hatalı sunumu, farklı dinlerin karşılaştırmalı eleştirisi yönteminin sistemli olarak kullanılmayışı, çalışmalarını çok daraltmış ve onların adeta, genel ateist
bir çizgiden, dar bir “anti-İslamist çizgiye” kaymalarına yol açmıştır.

Ana çerçeve bakımından, Erdoğan Aydın böyle bir dar çizginin, ufuk açmayan, yeni argümanlar geliştirmeyen yineleyicisi olmayı tercih etmiştir.

Sürdürülemez olan bu çizginin hatalarını bizzat kendisinin de göreceğini umalım...

***

Eğer, Turan Dursun, Erdoğan Aydın, Server Tanilli, İlhan Arsel gibi yazarlarımız, eski dinsel metinleri Mezopotamya erken topluluklarının yaşam biçimleri ve onu anlatan tarihleriyle bir parça bağ içinde ele alabilme yeteneği gösterebilmiş olsalardı, Eski Ahit’te, Tanrının evreni niye ille de “6 gün” takvim değeri temelinde “yaratmış” olduğunun anlatılmış olabileceğini; dinlerin  farklı “kutsal günleri” ile bunun bir ilintisinin olup olmadığını;  aynı tanrının, bir “Yok ediş” Tufanı yaparken, neden "Yarattığı İnsan’la” birlikte, mantıken hiç “günahları” olmaması gereken, “İnsan’la birlikte hayvanları, sürüngenleri, kuşları da Yeryüzü’nden silip atacağım” demiş olabileceğini…. vb. bir parça sorgulama yönünde ilerlemeyi deneyebilirlerdi.

Dinsel metinlerin bu kalıpsal deyimlerinde Tanrı’nın neden ille de bir “Yeryüzü” vurgusunu neden yapmış olabileceği hakkında; Tanrı’nın, basit bir şekilde “onları yok edeceğim” demek yerine “Yeryüzü’nden silip atacağım” demiş olması vb. gibi “Yer ve Gök” ayrımının kaynakları üzerinde düşünme kapısını aralayabilirlerdi.

Bu gibi örnekler, Din’lerin eski kaynaklarını tanımanın bugün çok daha önem kazanmış olduğunu göstermeye yetiyor. Eskiden bilinmeyen sayısız Akado-Sammaru kaynağı, Hitit  ve Asur tabletleri bulunup çözümlenmiş ve Mezopotamya kaynaklı din ve mezheplerin 10 binlerce yıllık  ön geçmişlerine doğru bağlantı kurma ve çıkarımlarda bulunma olanağı ortaya çıkmış durumdadır.

Bu bakımdan eski ‘Yaratılış’ ilahilerinde ve şimdiki “kutsal” metinlerde  yer alan,
-‘tatlı su - tuzlu su’,
-‘aşağı - yukarı’,
-‘ışık - ateş’,
-‘gece - gündüz’,
-‘aydınlık - karanlık’
- ‘yer- gök’…

gibi kavramların kullanıldıkları dönemdeki anlamları açığa çıkarıldığı ölçüde, şimdiki dinlerin ‘yaratılış’ anlatımlarının, erken Akado - Sammaru topluluklarının karşılıklı tarih ve karşılıklı ilişki düzeninin farklı anlatım tarzlarına dayandığını artık görmeye başlamış oluruz. (*1)

Bu erken ilahilerde, ‘Yeryüzü’ ve ‘Gökyüzü’ kavramları da öylesine somut, elle tutulan ve doğal bir şekilde ele alınır ve anlatılır ki, o anlatımlarda, Gökyüzü’nden bahsederken birden bire “Kazma” kavramına geçmek hiç bir anormallik yaratmaz. Oysa, bu kavramların bugünkü değerleri temel alınırsa, “Gökyüzü” ile “Kazma”nın bir “yaratılış” anlatımında yan yana geçmesi halinde, ilgili tanrıların akıllarından zorları olduğu düşünülürdü. Oysa, hem o tanrıların akıllarından zorları yoktur; oldukça akıllıdırlar… Hem de, ilahi anlatımında, o tanrıların “yaratış” işlemleri büyük bir doğallık ve uyum içinde “Gökyüzü”nden “kazma”nın “yaratılışı”na doğru aktarılır.

Çünkü, burada sözü edilen “Gök” ve “Yer”, Akkado-sammaru toplulukların bir öteki tanımı, bu toplulukların bizzat kendileriydi.  “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” topraklarının  farklı bir tanımlama türüydü.

‘Kazma’ ise, Türkiye’de şimdi bile eğitilmemiş bir kişiyi tanımlama deyimi olarak kullanılır; dolayısıyla 'kazma', Gılgameş’in ikizi, rakibi, ittifakdaşı Çiftçi-köylü Enkidum’un diğer bir anlatım biçimi, Adem'in çiftçi olan varyantı, yani eğitilmemiş olan farklı  bir “insan toplumu” tanımıydı.

Hatta belki de bu nedenle, buradaki “yaratılış”larda anlatılan Adem’in bu nedenle başlangıçta  “gözü kapalı”ydı; yani henüz “bilgelik” kazanarak “gözleri açılmamış”tı.

Buradaki “kazma” sözcüğü, kelime anlamıyla “karagöz” olan yani gözü kapalı, cahil, kaba-saba birisinin tanımı idi. Günümüzde bile “çapa-kazma” işi yapmaya devam eden Mardin - Ş.Urfa yöresinin “çapa” işi yapan topraksız köylülerinin muhtemel ön atalarıydı.

Mezopotamya kaynaklı dinsel ilahilerde ve Akado-Sammaru kayıtlarında, Adem ve Havva’nın oğulları olarak “Kain” ve “Habil” arasındaki ilişkilerde,  “Çoban” ve “Çiftçi” arasındaki atışma ve çelişmelere, bütün bu eski kaynaklardan itibaren rastlanır.

Avrupa’nın ‘Aydınlanma’ döneminin en ünlü eski beyinlerinden günümüzün din ve doğu uzmanlarına kadar herkes (yakın zamana kadar hepimiz ) bütün bu eski dinsel anlatımlarda, erken Mezopotamya toplumlarının gerçek tarihini bulmak ve aramak yerine, onlarda sadece ‘efsane ve-ya uydurma’ keşfedebilmişlerdi.

Eski İlahilerin ve onlara dayanan Tevrat veya Kuran’ın, ‘cahil eski toplum’ tarafından nasılsa üretilmiş bu tür “efsane ve-ya uydurma”lara dayandığına yönelik böyle bir kör inanç, Türkiye kamuoyunda uzun yıllar önce Turan Dursun tarafından, din’i İslam’la eşitleme eğilimi halinde de yansıtılmıştı. Turan Dursun'un bu “samimi çabaları”nın, sonuçları itibariyle önemli teorik tahribatlar yarattığını artık ortaya koymak gereklidir.

Şimdi Erdoğan Aydın gibi yazarlar tarafından sürdürülen bu genel çizgi, ‘Akkado-sammaru’ tarihinden, Enuma Eliş’ten, eski tabletlerdeki dinsel anlatımlardan, eski toplumun örgütlenme ve ilişki tarzlarından tamamen bağımsız bir ‘İslamiyet’i ‘Bilim’le karşılaştırma çabası içinde ‘cilt’leri doldurmaktadır. Fakat Tevrat’tan bağımsız bir Kuran; Enuma Eliş’ten bağımsız bir Tevrat, bilimsel bakımdan incelenemez bile.

Bu, temel bir metot konusudur.

Erdoğan Aydın, bu alanda eğer bir parça ciddi bir araştırmaya yönelirse, daha ilk anlarda, İslam’ın çerçevesi ve deyimleri içindeki ‘mantık’ alanında kalarak oluşturduğu bu “cilt’ler dolusu kitap sayfaları”nın  adım adım anlamsızlaşıp yürürlükten kalkmak zorunda olduğunu görecektir.
Örneğin, Erdoğan Aydın’ın, “Gökler ve Yer yapışık iken” gibi bir Kuran ifadelerini “ilkel insan iddiaları” vb. olarak niteleyip, konu üzerine onlarca sayfa boş laf etmesi buna bir örnektir. (İslamiyet Gerçeği-2,  VIII. Bölüm, S.131) 

Kuran’da  Enbiya Suresi’nin  30. Ayetinde, “gökler ve yer yapışıkken ayrılması” konusunda bir ayet vardır. Buradaki ifade kalıbı, Muhammed’den binlerce yıl önce kayda geçmiş kil tabletlerde Enlil tarafından yapılan “Yer’den Gök’ü ayırma, Gök’ten Yer’i ayırma” işlemine dayanmaktadır. Bu tabletleri bilenler için, Kuran’ın bu bölümünde Muhammed’in kendisine ait özel tek bir yan bulunmadığı gayet açıktır.

Farklı tercümelere göre, Kuran’ın bu bölümünde şöyle yazılıdır:

Kuran-Enbiya 21/30:

Diyanet İşleri

İnkar edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi? İnanmıyorlar mı?

Elmalılı Hamdi Yazır
Ya o küfredenler görmedilerde mi ki Semavât-ü Arz bitişik idiler de biz onları ayırdık, hayatı olan her şey’i sudan yaptık, hâlâ inanmıyorlar mı? 

Hasan Basri Çantay
Göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları birbirinden yarıb ayırdığımızı
, her diri şey’i de sudan yaratdığımızı o küfr (ve inkâr) edenler görmedi (ler) mi? Haalâ inanmayacaklar mı onlar?
Süleyman Ateş
O nankörler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık? Hâlâ inanmıyorlar mı?


Burada Kuran’ın tanrısı, anlatıma göre, Gök(ler) ve Yer bitişik iken, Gökleri Yer’den ayırmış ve ‘yaratılışı’ böyle gerçekleştirmiş ise, artık tahmin edebiliyoruz ki, bu temel kavramların yer aldığı erken ilahiler Enlil dönemlerine aitti ve Muhammed’in döneminden 4000 yıl kadar öncesinde sözlü gelenek olarak ve daha sonra da tabletlerde yazılı halde bulunuyor olmalıydı.

Böyle bir durumda, Erdoğan Aydın'ın yaptığı gibi, “Yerin Gökten ayrılması” sözleri üzerinden sadece Muhammed’e vurarak İslam’ı eleştirmek ve yapılan bu işi de, “din eleştiriciliği” olarak tanıtmak, oldukça çocukça bir çabadır ve bilinçlenmek isteyen kitleler bakımından ise hedef saptırıcıdır.

Erken Sümer ilahisinde şöyle deniyordu:

« Nimetlerin gerçek yaratıcısı,
Kararları değiştirilemeyen Efendi,
Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil,
Yer’den Gök’ü ayırmayı düşündü,
Gök’ten Yer’i ayırmayı düşündü.


Ortaya çıkan varlıkların büyümesi için,
“Gök ile Yer’in Kemiği”nde (Nippur) ... Yaydı.
Kazma’yı var etti, ‘Gün’ü yarattı,
Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi,
….
Efendi Kazma’yı çağırdı, kaderini belirledi…»

(
Kramer, Sumer Mitolojisi, Kabalcı,s.103)

Bu ilahide Enlil’in, “Gök” ve “Yer”i “yaratan” olarak değil; onları birleştiren-ayrıştıran  olarak bulunduğuna dikkat edelim.

Aynı zamanda, “Gök” ve “Yer” ile uğraşan Enlil, birden bire “Kazma’yı var etme”ye yönelir… Ve bunlar anlatımdaki ciddiyeti asla sarsmaz; anlatıcılarımız kusursuz bir düzenlemeyi anlatmaya devam ederler. Çünkü gerçekten de, burada sanılan anlamıyla “Gök” ve “Yer” değil; “Yukarı Mezepotamya” (Gök) ile “Aşağı Mezopotamya” (Yer-Toprak) ilişkisi ele alınıyordu ve “Kazma” denilenler,  toprağı çapalayan, kazma ile kazan topraksız, cahil, “kazma” köylülerdi.

Buradaki anlatımlar, sanılan anlamıyla “Gök” ve “Yer” ile ilgili değil; çok somut olarak “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” topluluklarının ilişkilerinin düzenlenmesiyle ilgiliydi.

Zaman içinde “Yukarı Mezopotamya”= Yukarı, “Gök” ile eşitlenerek; “Aşağı Mezopotamya”= Aşağı, “Yer” ile eşitlenerek kullanılmaya başlanmıştır. Ama biliyoruz ki, “Aşağılık İnsan”  tanımlaması ile “Yüceler Yücesi= Semavi Varlıklar” vb. türü kalıpsal kavramlar da, yine bu “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya”  ilişkisi içinde anlam bulmaktadır.


Dini metinlerin bu yeni bilimsel “okuma” biçimi üzerine uzun zamandır duruyoruz.

Bu tür örnekler, ‘Gök’, ‘Yer’, ‘Kazma’ gibi eski ilahilerde bulunan bir dizi temel kavramın, erken dönemlerde belki bir başka anlamda kullanılmış olabileceğine dair, herkes için uyarıcı birer  işaret olmalıydı. Söylediğim her şey derhal kabul edilmese bile, bunların ciddiliği; üzerinde çalışılmış argümanlar olduğundan hareket edilerek, yeni yorumlar yapılırken dikkatli olunması yararlı olurdu.

Gelgelelim, dini inanca sahip olsun veya olmasın; ilahiyatçı, tanrıtanımaz, ‘aydınlanmacı’ ve takipçileri olan Doğu nihilistleri, ‘Yer ve Göklerin yaratılması’, ‘Yer’in Gök’ten, Göklerin yer’den ayrıştırılması’ gibi  kalıpsal deyim konularında kendilerini
basit algıya öyle bir kaptırmışlardır ki, düşüncelerinde, tablet deyimlerinin Mezopotamya tarihine ait bir dönemi anlatmış olabileceğine dair tek bir kuşku izi taşıyor bile görünmezler...

Oysa Erdoğan Aydın, ‘bilim’de ‘kuşku’nun yerini O. Hançerlioğlu sözlüklerinden yaptığı  bolca aktarmalarda ne de güzel yineleyip duruyordu…

Ama iş, onu gerçekten yaşama uygulamada!

Safa Kaçmaz


----
(*1)  “Kara kartal kanarya’yı dize getiremedi;  Sarı Kanarya Aslan’ı kendi evinde beş kere yere serdi”  biçimindeki başlıkları, sadece Türkiye’de futbol kulüplerini ve futbol jargonunu tanıyan bir insan anlamlandırabilir. Mezopotamya kaynaklı dinsel edebiyatı tanımadan, “din” üzerine yazmak,  “kara kartal”dan Beşiktaş’ın, Kanarya’dan Fenerbahçe’nin, Aslan’dan GS’ın anlatıldığını bilmeden “hayvanlar alemine ait fıkra”lar gibi  bir çıkarımda bulunmaya benzer.