30 Eylül 2011 Cuma

Kurban, Sunu Ve İnsanbilim


Kurban, Sunu Ve İnsanbilim


Safa Kaçmaz
Toplum Ve Tarih


Geniş ve özsel anlamıyla insanbilim-antropoloji alanında epey zamandır bir çalışma yürütüyoruz.

TvT’de yayınlanan yazıların, dağınık ve birbirlerinden bağımsız konularmış gibi bir görüntü veren  özelliği, esasında, bu alanın üzerinde çalıştığı alt konuların, zamanla, her birinin farklı bilim dalları halinde ilerlemiş olmasına bağlı biraz.

Bu görüngüye daha itinalı bir şekilde yaklaşılırsa, matematik  eski değerlerden burçlara; müzik makamlarından edebiyata, dilbiliminden şimdiki kriminolojiye, sosyal psikolojiden, kelime yapılarında ‘erkek-dişi-tarafsız’ gibi  cinsellik ayrımının bulunması nedenlerine  henüz yanıt verememiş olan dilbilimine...  değin  uzanan geniş bir  alanı, bütünlüğü içinde anlamaya çalıştığımız görülecektir.

Bu anlamdaki bir antropoloji, insan toplumuna has, onun örgütlenme ve işleyiş kurallarının  tanınması genel çalışmasıdır. Üstelik bu tanımlamadaki  bir antropolojinin genel kuramları veya  kuralları da, henüz tam olarak ortaya konulabilmiş değildir.

Burada bizim için önemli olan noktalardan birisi de, akademik tabulara bağlı kalmayarak, henüz ele alınmamış, yeterince  incelenmemiş veya yanlış ele alınmış ve fakat toplumun içinde varlığını saptadığımız bir dizi ritüeli, toplumsal davranışı, kavramları, dinsel yapılanma temellerini bilince çıkarmak, onlara bilim bakımından yanıtlar aramadır. Bu, insanbilimi toplumun  yaşayan bilimi haline getirebilmek bakımından  oldukça önemli bir çabadır.

Bu bilim, toplumların yaşayan  kurum, davranış veya deyimlerine açıklık getirebilir bir yapıya kavuşturulabilmelidir. Genel teorik soyutlamalar dışına çıkamayan; diyelim ki, dinlerin  “kıl düşkünlüğü”nü, bazı dinsel  toplulukların “mercimek yeme”yi neden önemsediklerini; başka bazı toplulukların ise “fasulye veya marul yeme yasağı”nı neden  uyguladıklarını;  “ağzından baklayı çıkardı” veya “sular ısınıyor” gibi hala kullanılan deyimleri, anlamları itibariyle tanımlayamayan bir insanbilim, son derece zayıf ve kötürüm durumunda kalmaya devam edecektir.

Ortaya çıktıklarında da, gerçekten ilerletici olmuş olan, insanbilim alanındaki eserlerin çoğunluğunda, diyelim ki, doğru düzgün bir ‘süt akrabalık’ kurumunu ve  onun toplumda ortaya çıkış nedenlerini bulamayız. Veya onu, A. Rıza Balaban gibi uzmanlarımızda ‘anne sütü eksikliğine’ bağlı olarak ve ‘yalancıktan bir akrabalık kurumu’ haliyle tanırız.

Bu tür açıklama tarzı örneklerine, “doğru  bir antropolojik kuram” gözüyle bakabilmek zordur.

Eski yazılı kanun metinlerine geçmiş, bütün bir evlilik sisteminde rol oynamış ve oynamaya devam eden ‘süt analık’/’süt akrabalık’ uygulama veya kurumuna, “doğuran kadının ana sütü eksikliği” gerekçesiyle veya ‘hurafe’ diye açıklamalar getirmek, sadece bu tür açıklama sahiplerini yaralar…

“Sünnet” kurumu için de oralarda bir açıklama bulamayız. Bu alanda yapılan çalışmalar, sünnet törenlerinin aktarım biçimleri ötesine çok az geçmiştir. Bu uygulamanın geçmişte erkeğin  kısırlaştırması, ruhani kesimde evlilik yasağı, fallus kültü ile vb. ilgisi kurulmamış, kurulamamıştır. Kadın sünneti ile bekâret koruma arasında; bekâretin korunma tutumunun gelişme süreci veya nedenleri de ortaya konulamamıştır

Mesela ‘yapısalcı antropoloji’nin ‘aile’ tanımı ve ona bağlı  kurumlar şekillendirmesi de, fazla işe yaramaz. Çünkü onlarda ‘aile’, ana, baba ve hangi şekilde elde edilmiş olursa olsun, çocuklardan oluşan bir sosyal kategoridir. Önce tanımı yapılmış olan böyle bir ‘aile’den yola çıkılarak, toplum, tanımlanmaya çalışılır.

Tam tersi olmalıydı oysa… Yani ‘aile’, bütün bir toplum üzerinde tarihsel çalışmaların neticesinde tanımlanmalıydı. Buna göre, sanırız ki, Abraham ile Sara, ihtiyarlıklarında tanrı onlara acıyarak nur topu  gibi bir evlat verene kadar ‘aile’ oluşturmuş değillerdi.

Tanımlardan yola  çıkarak dünyayı tanıtma eski ve analitik inceleme gerektiğinde, pek işe yaramayan bu metot başka noktalarda da kullanılmaya devam ediliyor...  Weberci ‘otorite’ tanımları gibi…

İsa Meryem’in rahmine, Yahya anasının rahmine düştükleri sırada, gelip onların karınları içindeki bebelere tapınan din adamlarının davranış nedenlerini ve doğmamış bebelerde var olan otoriteyi Weberci formüller açıklayabilir mi?

Matematiğin “60 bazı”nın seçiminde de insan toplumunun  geçmiş örgütlenmesinin izlerini buluruz. Akado-sammaru topluluklarında kutsal 40’lar,Elli’ler ve 60’lar o toplulukların örgütlenme rakamları olarak da var olmuşlardı. Dolayısıyla insanbilimi, eski toplumun örgütlenme tarzları ile matematiğin kökenleri arasındaki bağlara kadar taşıyabilmek zorunluluğu vardır.

Günümüzün antropolojik kitaplarında, ‘kafa koparan’  şimdiki dini davranışların gerisinde eski toplumun kurban sunum bağlantıları  pek yer almaz. Ama görüyoruz ki, Musacılık, kafanın koparılmasını özellikle yasaklayan bir, “boyun kırma” sunum biçimini öğütleyen, bir kurban sunum arzuluyordu. Demek ki, kriminoloji bakımından bile, insanbilimin yol göstericiliği yadsınmayacak kadar açıktır.

Yayınladığımız çalışmalarda, hiç olmazsa bazı yanlarını ortaya koyduğumuz gibi, üç kutsal kitapta yer aldıkları biçimiyle dilbilimin yorumlarını da, yeni bir temele kavuşturacak olan  yine insanbilim olacak. Onu, doğa üstü bir varlığını duramadan karar değiştiren vahiylerinin, ‘yoktan var ediş’in yansımaları olmaktan, dinleri eski toplumun gerçek tarih iskeletine yerleştirmemizi sağlayacak olan, insanbilim genel kuralları olacak.

‘Diş hediği’ törenini; “diş kırma” ve onu altınla kaplama töreninin toplumsal kaynaklarını açıklayamayan bir antropolojik çalışma, çok büyük bir eksiklikle maluldur.

 

***


Kurban-Sunu ve İnsanbilim -2


Modern toplumun içindeki eski toplum

Bir süredir etrafında dönüp durduğumuz  konular, eski toplumu, onun şekillenme ve ilişkilerini, dolayısıyla bunların  aktarım tarzından başka bir şey olmayan dinlerini  daha yakından tanımaya çalışma amaçlıdır.

Eski toplumun tanınması, bugünkü toplumun da tanınması anlamına gelir. Orada saptadığımız bir dizi uygulamanın, bugün değişmiş bir şekilde, farklı  topluluklarda sürmüş olduğunu görüyor ve aralarındaki bağlantıları kurabiliyoruz.

Bu yazılarda ‘eski toplum’ denilince, daha çok akado sammaru, dar Mezopotamya toplulukları ile kendimizi sınırlamaya çalıştığımız açıktır. Bu daraltmayı şu anda özellikle yapıyoruz; çünkü tanınabilir yazılı kaynakları olan, kendisini kendisinin anlattığı toplulukları tanımlayabilmek, genel bir takım vargıları, anlamsız bir takım yorumlarla süsleyerek, soyut bir ‘eski toplum’ tanımlaması yapmaktan, şu anda daha bilimseldir.

Bu çalışma, orada, olağanüstü ilginç, zengin ve  şaşırtıcı etkileri bizim şimdiki toplumlarımızın en küçük hücrelerine değin  işlemiş eski kurumların, birer birer, bugünkü toplumda, tabii çocukluk halleriyle, bulup çıkarılması türü bir çalışmaya denk düşüyor.

Bu şekilde davranınca, bilinmezlikler içerisinden teorik çıkarımlar yerine, çok daha somut  olguların gelişme eğrilerini izleyerek günümüze ulaşmak olanaklı oluyor. Zaten teorik çıkarımlar da, bu sürecin incelenmesinden başka bir şeye dayanmamalıdır.

“Devlet”  ve onun farklı karakterleri üzerine bir dizi şey söylenmiştir. Fakat  ‘kötü Doğu toplumları’nın neden pederşahi bir düzeni, “iyi Batı toplum”larının ise, bize şimdi daha demokratik görünen tarzları neden benimsediklerini açıklayabilmiş değiliz. Bu noktada, doğrudan toplulukları suçlamak veya övmek  haksızlık olur. Çünkü eski toplumun şekillenmesi ve ilişki biçimleri, kelimenin bugünkü anlamıyla tercih edilmiş sistemlere dayanmaz.

Eski Yunanlılarda özgür site devletleri ve  daha çok o geleneğe dayanan bugünkü Batının demokratik devletleri  ile basbayağı Stadyum  arasında bir ilişki olabilir mi?

Akado-sammaru kayıtları, akrabalık biçimleri, yönetime geçme türlerine ilişkin tanıtımlar, bize, hem güç/kuvvet müsabakalarının, hem de  ‘talih kuşu’ seçimlerinin, orada farklı topluluklarda benimsenmiş olduğunu gösteriyor.

Fakat ne yazık ki, siyasal kurumlar ve anayasalar üzerine yapılan  çalışmalarda, en azından Batı’daki 'devlet', Etat, etimolojisinin bile yeterince tanınmadığını görüyoruz. Bir kaç sayfalık, çok somut olmayan etimolojik köken arayışı, derhal, eski Yunan site devletlerinin başlangıç seçildiği bir anlatım tarzı halini alır. Oysa eski Yunan site devletlerinin de geleneklerine dayandığı daha önceki  devlet yapılanması ve devletin karakterinin belirlenmesine yönelik uygulamalar olmalıydı.

Eski toplumun yeterince tanınmamasının etkilerini her alanda görüyoruz. Diyelim ki, "falcılık" üzerine yazılır ve onun  'çok' eski olduğu saptanır ama, gerçekte   Kaldean, Assur döneminden daha geriye de gidil(e)mez.

Müziğin kökeni ‘eski’ denir ama, müzik makamı ile yönetim makamı arasında ne tür bir ilişki olduğu  da pek saptanmış değildir.

Spor’un  ‘eski’liğinden bahsedilir ama, o noktada da M.Ö 5. yy deki  eski Yunan olimpiyatlarından daha geriye gidilemez.
 
Bunların artık, araştırma  alanı ve tarihçesi bakımlarından, daha gerilere çekilmesi gereklidir. Çünkü akado-sammaru kayıtları, bizlere bu konularda da, eğer onlar doğru değerlendirilirse, ilginç ve  gerekli, bulgular sunmaktadır.

Kutsal devlet’ kavramı ve kurumsal yapılanması üzerine, toplulukları kötüleyen bir  dizi laf etmektense, dikkati, eski toplumun gerçek ilişkilerine  çekmek ve  ‘Doğu toplumları’nda bir önderin iktidara çıkması ile toplumun ona karşı büyük bir sadakat beslemeye başlamasının nedenlerini incelemek, onları ‘ok fal’larında, rotasyonel çark-ı felek düzeninde, bunların kabullenilişi üzerine kurulu  bir ilişkiler düzeninde aramak çok daha yararlı olur. Doğu toplumlarının, bir kez elde edilince, kitlelerin onu kabullenişi olgusu, “Aydınlanmacı” ve öncesi dönemlerin Batılı düşün adamlarınca çoktan olgu olarak saptanmıştı. Bu, ‘kişiye tapma kültü’ ile "kadere teslimiyet" arasında nasıl bir bağ olabileceğini de  incelemek demektir.

Fal veya burçlar ve erken dönemin rotasyonel yönetimlerinde 'doğu' toplumlarının  bir yönetim tarzına dayanıyordu. Bazı topluluklarda bu, bir tür tombala çekimi gibidir ve  orada oyunun katılımcıları “tombala” seçim sonuçlarını kabullenme kavrayışı ile eğitilirler.

Şimdiki Batının bazı toplulukları ise, ki bunlar, Mezopotamya üzerinden Anadolu’ya gelen ve çevrelerini etkileyen hindo-aryen topluluklara dayanırlar genellikle, İon kült çevresinde, Sparta’da, “Çifte Kırallık” sistemini, kıralların halk önünde dövüş ile seçilmesini vb. uyguluyorlardı. Vücut gücüne bağlı olan dövüş ise, diyelim her beş ya da yedi yılda bir yineleniyordu.

Bugün Etat, Estado, Estat, Stat dediğimiz yapı, basbayağı bir müsabaka meydanı tanımlaması ve uygulamasından yola  çıkarak bugünkü batı Avrupa’nın, gerektiği her an halkoyuna başvurduğu demokratik bir yönetim aygıtı halini almış görünüyor.  Sporda yenilgiyi kabullenme kültü, bu topluluklar “efendi, kültürlü topluluk”lara dönüştüğü için var değildir. Tersine, bunların ilk çekirdeği, yenen’in övgüsü ve yenilen’in sonucu kabullenmesi esasına dayandığı için, bugün o kültürün devamını 'toplumsal olgunluk' haliyle Batılılarda görürüz.

Fakat aynı Hıristiyanlığın Doğu’daki bazı kollarında yönetimin “pederşahi”liği sürer. Rusya’da Ermenistan'da bu böyledir. Bu nokta ise,  bir yandan çok genel bir söylem olarak  “ortak bir Hıristiyanlık kültü” ifadesinin ayrımları gizlediğini gösterdiği gibi, öte yandan da “Hıristiyanlık kültü”nün aslında eski toplum birimlerin örgütlenme ve ilişki tarzlarının ifadesinden başka bir şey olmadığını, din denilenin de bu eski ilişkilerin derin izlerini koruyarak kutsallaşmasından ibaret olduğunu gösterir.

Yayınladığımız Yehuda İncili'nde “13 rakamı”nın, geri kalan 12 topluluk temsilcisi (havari) üzerindeki egemenliğinden bahsedilir. Bu “13. şahıs”, pederşahiliği sistemleştiren  olgunun tanımıydı ve eski "demokratik" site Yunanlıları arasında  bu nedenle   tümüyle “uğursuz” bir  rakamdı. Çünkü “12’ler arasında”, demokratik, dönüşümlü;  birinin öteki üzerinde egemenliğini öngörmeyen bir ilişki sistemi işliyordu. "13 rakamının uğursuzluğu" inancının "çalıntı" olmasıyla vb.  oynaşan Yalçın Küçük’lerin, olguların ardındaki bu toplumsal büyüklüğü kavramış olabileceğine dair en küçük bir emare bulamayız.

Koşuculuk da böyledir. Buna kısmen “Olimpik oyunlar”la ilgili yazıda değinilmişti. Erken Akado-sammaru  tabletlerinde kırallar  tanımlanırken, onlar  aynı zamanda "Enlil'in koşucuları, koşu şampiyonları" olarak da  niteleniyor;  tabletlerde böyle bir maraton güzergâhı üzerinde koşan bir kırala ilişkin anlatımlar yer alıyordu, ama bunlar  yeterince bilince çıkarılmamıştır.

Spor kavramının da  etimolojik kökenini de pek bilmiyoruz*. Eski Yunanda okullara “Gymnasium” denildiğini, bunun vücut hazırlığı ile ilgili olduğunu vb. biliyoruz ama bu ‘spor’la, devlet yönetimini ele geçirme tarzı  arasında nasıl bir ilişki bulunduğunu, eski toplumda, çok somut olarak “Sümer Kraliyet Listesi”nde, yönetimin el değiştirmesi  sistemindeki rolü bakımından incelemek gerekecek. Bu listede kıraliyetin el değiştirmesi anlatılırken “silahla yenildi” veya sadece  yenildi” biçimindeki kalıpsal kavramların  incelenmesi yararlı olacaktır.

Çünkü “yenilgi”nin silahlı biçimi olduğu kadar, silahlı biçimin hal değiştirmesi olan  müsabaka” ve “şans” dönüşümü ile “yenilgi” de vardı ve belki de sadece “yenildi” denildiği zaman, böyle bir müsabaka türünün sonucundan bahsediliyordu. Tablet çözümlerinde, daha o zamandan, iki klan/yerleşim  arasında, karşılıklı topyekün savaş yerine, “düello” biçimli temsilci dövüştürmelerinin olduğunu ve tarafların temsilci dövüşü ile sonucu kabullendiklerini biliyoruz. Bu tarihsel uygulama, İlyada’da, Turuva önünde de yineleniyordu.

Bu çalışmalarımda eski tarihin, sadece şekilsel  bakımdan  bir tanınmasından bahsedilmediği açık olmalı. İstenilen, bütün bu kurumların, çekirdek haliyle ortaya çıkıp şekillenişinin ve farklı toplum birimler arasındaki karşılıklı ilişkilerde aldığı biçimlerin, ilgili topluluklarca geliştirilmesi sürecinin  incelenmesidir.

Dini inanışların somut bazı yiyecek-içecek uygulamalarıyla ilgili bazı yazılar yayınladım. Orada, örneğin Marulun yenilmesinin günah sayılması gibi kurallarla karşılaşıyoruz. Diyelim ki, “domuz, tavşan, deve yeme yasağı”nı falan bir noktaya kadar anlayabiliriz. Fakat 'Marul yeme yasağı', 'Fasulye yeme yasağı', olacak iş değil…. Ama olmuştu.

Eski toplum bunu, sadece  'olur' kılmakla  yetinmemiş, onu, bugünkü takipçilerine kadar taşıyabilmiştir.

Bu “marul yasağı”na, “saçları marul gibi sevgili” tanımlarında veya  Enki’nin “değişik bitkiler yaratma” gibi motiflere sahip anlatımlarında  rastlarız. Fakat uzmanlarımız, oradaki “marul” ile sonraki din veya mezheplerin ‘marul yeme yasağı’ arasındaki bağları ele almamışlardır. Hiristiyan ilahiyatçılarımız da “mutlaka marul yeme”nin gerekçesini hiç tartışmış değiller. İmanlılara Hıristiyan olmaları önerisinde bulunma anlamına gelen bir çeşit misyonerlik vaazını üstelik ateizm adına savunan Murat Belge’ler, hiristiyan akılcılığını överken, acaba aynı Hıristiyanlıkta “marul yeme yasak ve gereğini” nereye yerleştirecekler?

Mercimeği fırına vermişler” denildiğinde kullanılan mercimek yiyeceğinin, üstelik özellikle “yeşil mercimeğin”,  Ortodoks bazı ayinlerde neden mutlaka yenilmesi gerekli yiyecek olduğunu hangi "aklıyla" açıklayabilecek?

İlgili ön toplulukların “marul veya fasulye” yeme yasağının, hemen yanındaki coğrafi bölgelerde "mercimek yemeği" ritüelini uygulayan İshak'ın oğulları arasındaki ritüellerde de bulunduğunu görmüştük. Orada 'Küçük oğul', 'Büyük oğulluk hakkını', 'Büyük oğul’a, bir ayin yaparak ve  bu ayinde  ekmek” ve “mercimek çorbası” sunarak satın almıştı. Aşure’nin de tahıl totemli  toplum birimlere ait kutsal yemek türü olduğundan bahsetmiştik.

Demek ki, eski toplum, birbirinden sadece hayvan totemlerle ayrılmaz, aynı zamanda bitki/sebze/yeşillik totemleriyle de ayrışır. Farklı toplum birimler karşılıklı ilişkilerini belirlerken Zeytin’i, palmiye’yi, mercimek’i fıstık’ı, marul'u  veya üzümü kutsar veya haram kılarlar.

Dolayısıyla, dinlerin veya eski toplumun tarihi, geçmişte var olmuş bir tek topluluğun söylemsel yaratım veya kurgusuna bağlı değildir; bir dizi, ayrıştırılmış, birbirine zıt kılınmış, bu zıtlık üzerinden bir işlerlik, yapılanma oluşturmuş eski toplumun farklı parçalarının genel bir ürünüdür.

Bütün bunlarda “iyi Batı”, “kötü Doğu” toplumları temelinde bir ayrışma bulunmadığı açıktır.

Burada, farklı tarzlar altında şekillenmiş ve o kurallara göre ilişki sürdürmüş bir takım topluluklar vardır; tarihçi veya sosyolog tarafından, tarihteki halleri bakımından bu topluluklardan biri ötekine tercih edilemez.


***


Kurban-Sunu ve İnsanbilim -3




Bay Akurgal, bir mezar taşı kabartmasında, ölen bir kişinin  elinde  terazi tutan resmine bakarak, onun  ‘terazi üreticisi’ olabileceğini yazmıştı. 

Eğer, “terazi”nin  aynı zamanda bir “adalet sembolü” olduğu, eski dinlerde günah ve sevap ölçme  aracı olarak da kavranıldığı, şimdiki burç’ların bir ayının da ‘terazi’ye ait olduğu vb. hesaba katılmaz ise, kapılarında, terazi resmi bulunuyor diye, şimdiki Adalet Sarayları’nın hepsini  “organize sanayi bölgelerindeki  terazi üretim merkezi” diye bile tanımlayabiliriz...

Bay Akurgal’ın böyle fikirleri nasıl savunabilmiş ve geçmişte, herhangi bir itirazla bile karşılaşmamış olmasını hiç anlayamamışımdır. Bu nokta, arkeolojinin, dilbilimciliğin insanbilim alanıyla zayıf bağlarının sonuçlarına işaret ediyor.


Terazi Sembolleri…



(Günümüzde de "Adalet Kurumları" genellikle  "Terazi" ile sembolize ediliyor. "Terazi burcu" çok eski kökenlere sahiptir ve 12 aydan birisine atfediliyor. Böyle bir durumda bir mezar taşı kabartmasında "terazi" sembolü görünce bunu, ilgili şahsın "terazi üreticisi" olmasına bağlamak, belki de en son akla gelmesi gereken bir yaklaşım olmalıydı.  Bay Akurgal'da bu olasılık onun aklına gelen ilk ve neredeyse tek olasılık olmuş olmalı...)

Bir  alevi topluluğunun cenaze töreninde, özellikle, ölünün ‘sol elini öpme’  kuralı bize garip gelebilir. Çünkü İslam’ın ‘sağ yöne’ verdiği önem  üzerine bir dizi anlamsız şey  yazan Turan Dursun, İlhan Arsel, “sağ ve sol” yön  ayrımının Tevrat’tan, Samarru-akad kaynaklarına değin, bütün eski tarihte  kullanılmış bir olgu olduğundan  bile habersizdirler.

İncelemelerimiz sırasında bu tür ayrıntılar öne çıkarılmalıdır, çünkü bizi, ilgili toplum birimin erken dönem kaynakları hakkında bilgilendirebilirler. Aleviliğin ‘sol’la  olan ilgisi, bu bakımdan sanıldığı gibi, belki de, politik bir kavram anlamıyla ‘sol’la  başlamaz. Eski toplumsal düzenlenişte, ittifakın bir aşamasında, topluluk temsilcileri, tıpkı simdi misafir ağırlamada olduğu gibi, ortak tanrının “sağ veya sol yanı”na oturma şeklinde bir  protokol uyguluyorlardı. Eski tablet çözümlerinde  bunun örnekleri var. Bu bakımdan ‘sol’ sözcüğünün,1789’daki devrimler sırasında  Fransız parlamento düzenine bakarak oluşturulduğu da yanlış  bir ‘dogma’  gibi görünüyor. Bu  noktada, belki en fazla, taş kuşa çarpmış olabilir.

Simdi 21. yüzyılda olgulara daha farklı yaklaşıyoruz. Gündelik yaşam tarzı bakımından  ‘kurban’ edimlerine karşı  günümüzün moral değerlerini öne çıkarmak doğrudur elbette. Fakat eski toplumun dinlerinin, “kurban”larının değerlendirilmesi söz konusu olduğunda, oradaki kuralları geliştikleri tarihsel koşullar içinde ele alarak, anlamaya çalışmak gerek. Bunu doğal karşılamak gerektiği anlamında değil, objektif tarzda incelemek anlamında…

Konuya tarihsel açıdan yaklaşınca, İslam’ın kurban geleneğinde barbarlık keşfeden ‘aydınlanmacılık’ın, Hıristiyanlıkta bizzat İsa’nın  "kurban" olduğunu saptamamış olması da hoş görülemez. İsa, onun takipçisi olan, İsacılığı  oluşturan toplum birimlerin atalarının adadıkları “yönetici-insan kurban”ların genelinin sembolik anlatımından başka bir şey değildi.

Hıristiyanlığın en ciddi ayinlerinin ‘yemek’ ve ‘içmek’le  bu denli ilgili olması ve üstelik bu yiyecek-içecekli ayinlerin bir sevinç değil, acı, matem ve hüzün içinde gerçekleşmesi, gerçekte, bu ayinlerin doğrudan doğruya kendi temsilcilerinin kurban edildiği törenler olmasından; kurban edilen bu yöneticilerin bir yamyamlık eylemi içinde yenilmiş olmasındandı.

Tarihte böyle bir  uygulama geleneğinden doğan inançlara  sahip  toplulukların torunlarının, yiyecek-içecek ayini biçiminde gerçekleşen bu törenlerde daima  bir acı, derin bir üzüntü duygusu  hissetmelerinin  nedeni  bunlardır. Hıristiyan yemekli ayinlerinin “teşekkür-şükran” yanında “pardon”la, “tövbe”yle, “af dileği”yle, istiğfar’la  bu kadar iç içe tamamlanmasının, Hıristiyan kilisesinde ‘sürahinin’ bir acı-hüzün anlamı taşımasının vb.  anlamları da böylece anlaşılabilir.

Kurban ve sunu ile iç içe olmayan bir tek din veya kutsal uygulama yoktur. Çünkü kurban veya sunu, en eski tarihten bu yana, insanın kendi canını, kendi canı dışındaki bir  araçla yer değiştirmesi, kendi canını, kendi varlığını satın alma eylemi, canına karşı diyet ödeme çabası  olarak ortaya çıkmıştır ve bu bakımdan da, barbarlıktan, daha açık olarak, yamyamlıktan kurtulmada olağanüstü olumlu bir rol oynamıştır. Hayvan ve bitki totem tanım ve inancı, bu bakımdan  yamyamlıktan  kurtulma döneminin ürünleridir.

Ölüm, doğum, evlilik vb. yemeklerinde, ziyafetlerinde kullanılan her içki türü, her yiyecek, her özel yemek, bunların pişirilme ve yenilme  biçimleri, bu bakımdan doğrudan doğruya, eski toplumun öldürme biçimleri ve tüketim tarzlarıyla ilişkilidir. Farklı toplumların kutsal yiyecek, meyve sebze veya hayvan kurbanları, eski toplumun  insan kurban sunum (öldürme) ve tüketim biçimlerini de gösterir. Bir  cenaze törenini incelemek, aynı zamanda hangi tür yiyecek, içecek sunulduğunun ve bunların nasıl tüketildiğinin de incelenmesi demektir.

Fransa’da, giyotin, idam cezası ile birlikte, resmen 1981’de, kalktı. Osmanlı sarayında ise, üç ayakta sallandırılma ve  iple boğma vardı.

Giyotinle baş koparma bir kültürel gösterge değildir.
Gelgelelim  , “kötü toplum - iyi toplum”  üzerine masal anlatan Murat Belge’ler, ‘geri’ Türklerle  ‘ileri’ Fıransızlar bakımından  birinin “kan akıtmayan”, ötekinin “kan düşkünü” özelliğinin kaynakları üzerinde  düşünmemişlerdir  bile. Nasıl olmuştur da, Fransızlar gibi “kültürlü bir toplum”, 1981 yılına kadar, idam hükümlüsünün başını vücudundan ayıran giyotini kullanabilmiştir?

Kullanmıştır, çünkü bu topluluğun geçmiş ata kültürü, Osmanlı ve uzak Asya Türklerinde, kendi soyundan olanın “kanını akıtmama” kültüründen daha farklı olmalıydı ve  bunu, onlar isteyerek seçmemişlerdi. Bu, ‘neden böyle?’ diye düşünmeden, atalarından doğrudan devralınmış  bir uygulama idi. İlayda’da, savaş anlatımlarında, öldürülen veya yaralanan düşmanların başını gövdesinden ayırmak için, savaşçıların nasıl çırpındıklarını, ölü sahipleri ötekilerin ise, ölülerini vermemek için nasıl “canla-başla” direndiklerini okuruz sayfalarca.

Farklı öldürme biçimleri, eski toplumda, farklı topluluklar arasında ayrıştırılmış yöntemler  olarak kullanılıyordu.

Eski Yazılı Yasaları da  bu sayfalarda yayınladım. Bunları başka yönleriyle  inceleyen bilim adamlarımız, örneğin Hammurabi Yasaları’nda, neden bir dizi “farklı öldürme biçimi kullanan özel  hükümler  olduğu üzerine bir tek satır yazmış değillerdir.

Çünkü uzmanlarımız, eski toplumda, her toplumun kendi tarzında bir öldürme şekli uyguladıklarını ve giderek de uygulamak zorunda olduklarını açıkça saptayamamışlardı. Böyle bir ayrım bilincinde olmadıkları için de, farklı öldürme biçimlerini tanımlayan  o yasaları, genel bir şekilde, ‘ölüm cezaları’ genel başlığı altına toparlayıvermişlerdi. Fakat  biz şimdi bunu, bilince çıkarmış bulunuyoruz.

Yakma”, “kazığa geçirme”, “suya atma”, “kuyuya atma”, “başını koparma” vb. farklı biçimlerde öldürme, eski toplum birimlerin farklı kurban sunum biçimlerine denk geliyordu. Hammurabi döneminde bunların önceki anlamı çoktan silinmeye başlamıştı ama eski kalıntılara bağlı kalındığından, mesela kocasını reddeden bir kadın için ölüm biçimi, “suya atılacak  biçiminde hükmedilirken, aynı kadının başka tür suçları  için ise, “yakılacak” , “kazığa geçirilecek” deniliyordu. Öldürmenin tek biçimi yoktu ve  bu farklı biçimler, “kötülük’ olsun, “acı çeksin’ vb. gibi motiflerle kullanılmıyordu; yasa yapıcının gelişigüzel tercihi olarak ortaya çıkmamıştı.

Bu nedenlerle, ne Türkler, kendi kanından olanların başını koparmıyorlar  diye kültürlü sayılıp övülebilir; ne de Fıransızlar, 25 yıl öncesine kadar baş kopardıkları için, kültürsüz addedilip, yerilebilir.

Eski Türk yazıtları da sağlam bir tarzda değerlendirilmiş değildir. Henüz “Türk” sözünün  nereden kaynaklandığı bile açıklanmış değil. Bu  çalışmalar, sadece dilci veya sadece tarihçilerimizin üstesinden gelebileceği konular da değil. Eski Belgeler, ancak insanbilim kuralları temelinde yeniden ele alınabilirse, başarılı yorumlara ulaşılabilir.

Aynı dili konuştukları halde, bazı  kavimler neden hiçbir zaman ‘Türk’ adını kullanmamıştır? Bu temel  soru, “töremek”, “güç-kuvvet” vb. gibi ; “Köktürk”, “Göktürk” gibi kavramlarla yapılmış  “tarih üretimi”nin bilimsel bir temele çekilmesi için çıkış noktasıdır. Osmanlı ,'Türk’leri değil, kendi atalarının içinde yer almadığı öteki kavimlerin oluşturduğu 'konfederasyon' üyelerini tanımlama anlamındaki  'Türkleri' küçümsemişti. Bunlar çok farklı olgulardır. “Osmanlı Türkleri küçümsemişti” gibi iddialarla, güya şimdiki Türklerin şerefini koruma yanlısı imiş gibi görünen  “küçük” hesaplılar, bu noktalarda  “aydın”ca bir açıklama tarz ve temeline sahip değildirler.

Osmanlıda başlangıç döneminde neden  sadece “küçük şehzade”ler padişah ilan edilmişti?

Padişah sülalesinde kıyam, neden ille de yağlı  urganla boğarak yapılmıştı? vb.

En ciddi tarihçilerimiz bunlara sadece , “töre böyleydi” diye geçiştiren bir yanıt vermişlerdir. Biz, bu törenin "mirasçı evlat", "küçük kardeş - büyük kardeş" gibi ayrımlara bağlı eski miras düzeninden vb.  kaynaklandığını ortaya koymaya, bağlantıları saptamaya çalışmıştık. Şimdi bu çalışmaları, başka bir dizi yönle birlikte, yazılı kayıtlar etrafında, bir adım daha ilerletmeliyiz.

İlgili eski yazıtlarda  sadece "kardeş" sözcüğünün  yeterli bulunmaması, durmaksızın "küçük kardeş - büyük kardeş" ayrımlarının mutlaka yapılma ihtiyacı hissedilmesi; "dayılanma" sözcüğüne kaynak olan, dayı-babalık/yeğenlik ilişkilerine vurgu yapılmasının ardındaki toplumsal düzenleniş açığa çıkarılmalıdır.

Tarihe ve topluma, bu farklı ve yeni tarz yaklaşım değerlerini hayata yerleştirmeye çalışmada, kastedilmesi gereken yolumuz  var daha...

***


Kutsal ve Haram Hayvanlar


 
Dinlerin toplumsal gelişmedeki yerlerini tam olarak değerlendirebilmek için, onlara yön veren yaklaşımların temel mantığını doğru saptamak ve anlamaya çalışmak gereklidir.
-“Domuz” veya “tavşan” yeme yasağındaki mantığı;
-“Köpeğe dokunma”nın ‘iğrenç’liğindeki gerekçeyi ; 
-6 gün boyunca  yiyebildiği halde, haftanın 7. günü balık yemeyi çok büyük bir günah addetmeyi,
-Deve’yi “iğrenç” , buna karşılık  “çekirge”yi  yenilmesi gerekli hayvan ilan etmeyi,
- Ceylan’ı, yaban keçisini, geyik’i veya horoz’u  haram addetmeyi…
- Aynı kurban hayvanı, üç gün içinde mutlaka tüketme veya aynı gece içinde mutlaka bitirme yönündeki  kuralları…
eski toplum bakımından sağlam bir şekilde açıklamak zorundayız.

 
Değişik hayvan-bitki yeme yasaklarına, sadece üç dinin kaynağı olan Akado-sammaru topluluklarında rastlamıyoruz. Bu olguya dünyanın her yanındaki, 'ilkel' toplumlarda da rastlanıyor.
 
Musa’nın yasalarında, “deve yemeyi haram” ;  buna karşılık “çekirge yemeyi helal” saymasının  temel  mantığını saptayamayan ve insanbilim alanında açıklayamayan bir din eleştirisi, artık "din eleştirisi"  olarak bile kabul edilemez.
 
Dikkatli bir şekilde incelendiği zaman, Domuz, Turna, Boğa, Eşek, Tavşan, Ceylan, Ördek, Akbaba, Aslan, Leylek, Tilki  gibi "hayvan"larıyla Göbekli Tepe Totem'leriyle Ahura Mazda, Sabii, Musevi, "mezhep"leriyle Hıristiyan ve  İslam inancının  kutsal/haram hayvanları neredeyse birebir örtüşmektedir.
 
Eski toplumun bu tür "hayvan" ve "bitki" totemleri gelişigüzel, onların kah gücüne, kah güçsüzlüğüne bağlı ve sınıflanamaz nedenlerle seçmiş olduğu "inancı" sadece bunu ileri sürenlerin bir cehalet göstergesi olabilirdi.
 
Bu alana bilimsel bir zeminde yaklaşmaya başlar başlamaz, önümüze geniş bir kurallar dizini çıkar ve onlar bize eski toplumun o hayranlık verici detaycılığını, düzenciliğini gösterir:
 
Eski toplum, bu hayvanların, uygun bir şekilde kendi arasında paylaşmıştı. Şimdi  gündelik söylemde epey unutulmuş olsa da, Mezopotamtaya'nın toplumları, bitki-tahıl totemleri de aralarında paylaşmışlardı.
 
Bu nedenle de, hangi tanrıya hangi hayvan kurban veya bitki-tahıl sunulacağı veya sunulamayacağı çok net kayıtlara bağlıydı. Sunuların takvim ve saat-zamanları vardı. Sunuların hangi organlarının  kime sunulabilir veya sunulamaz olduğu belirlenmişti. Nelerin, nasıl ve kime sunulacağı o kadar önemlidir ki, anlatıma göre Habil ve Kabil, tanrıya Çiftçi ve Çoban olarak sunu getirdiklerinde, Tanrı, kurallara uygun davranmadığı gerekçesiyle  Kabil'in sunusunu kabul etmemişe benziyor!
 
Sunu hayvan'ın evcil veya "dağ"cıl olup olmaması kadar, renkleri de eski toplumların  arasında tayin edici önem taşır. Bütün dinsel yazında "kara", "ak", "altın gibi" renkler tercih nedeni değil, emredilmiş renkler olarak görünür. Demek ki, aynı tür hayvan veya bitki totem kökenine sahip olan topluluklar, zamanla "renk" temelinde de (Ak koyun, Kara inek, kırçıl davar vb...) ayrıştırılmış olmalıydılar. Musa'nın "iğrenç hayvan" yasalarında "tavşan" ile "kaya/dağ tavşanı"nın ayrı ayrı sayılıyor olması da, ayrıştırmanın derinliği ve detaycılığı  hakkında bilgi veren bir işaret kabul edilmelidir.
 
Kurban'ın hazırlık veya tüketim biçimindeki kurallar bile, bu toplulukların hangi kültürel çizgiyi takip ettiklerinin açık işaretlerini verirler.  Diyelim ki, Museviliğin Fısıh kurbanının "haşlanması" kesinlikle yasaktır ve o sadece ve kesinlikle  "kızartılabilir"...
 
Böyle bir kuralın bizi derhal İslami  ritüel yemeklerinin Haşlama et  olmasına ve Musevi/Hıristiyan yılbaşı törenlerinin gece yarısı yenilmesi gereken Hindi Kızartması  (başı, ayakları ve iç organlarıyla birlikte, parçalamadan yenilme!!) uygulamasına taşıdığını birden bire  fark edebiliriz...

Eski toplumun, onun kendi arasında kurbanını "gece" mi yoksa "gündüz" mü  sunması; kanını akıtarak mı veya boynunu kırarak mı sunması gibi kurallarını takip ettiğimizde, totem hayvan sunu biçimi ile, ilgili topluluğun "ölüm cezasıuygulama biçiminin de birbirlerini takip eden bir çizgi olarak  sürüp geldiğini keşfederiz: Hükümlünün boynunu üç ayakta ilmiğe geçiren bir ceza biçimi,  fransız giyotini ve-ya Suudi Kılıçı, modern toplumlarımızın tercih edilmiş davranışlarını  yansıtmaz; tersine, devraldıkları kültürel geleneğin  toplumsal bilinç, alışkanlıklar ve yazılı yasalarda belli belirsiz sürdürülmesinin birer  göstergeleridir.

Böylece karşımıza devasa özellikleriyle, bütün bir eski toplumsal tarih ve onun, insan kurbanından kurtulma sürecinde kendilerine başvurdukları hayvan ve bitki totem dünyası çıkar. Ve eski toplum, kendi insanları için uyguladığı bütün işlemleri, insan'lar yerine geçmiş olan totem hayvan ve bitki/meyve  totemlerine uygular!

Ve işte bu nokta öylesine önemlidir ki, Adem ile Havva, salt bu nedenle, "Yeme" denilen bir bitki ve onun meyvesini yedikleri için  cennet'ten atılır,Toprak'a, yani Assur'a, belki Mardin'e veya Midyat'a sürülür...

Çünkü, Kuzu nasıl, İsa yerine, İsak  yerine geçmiş bir hayvan ise; "ağaç" ve "ağacın meyvesi" de, hiç de tek başına  doğal ağaç ve meyvesi değildir!
 
"Kişi oğlu" deyimine gizlenmiş olarak (Giş/Kiş ağaç demektir) günümüze kadar gelmiş olan eski toplum birimlerin ağaç totem adları kullanmasına bağlı bir anlatım biçimidir.

Biz burada  şimdilik "Hayvan totem"lerle olan kısımları anımsatmakla yetinelim.

Ardından da  Üzüm, Asma, Palmiye, Hurma  gibi "Bitki" totemlerin  dinlerdeki kuytsiyet örneklerine geleceğiz.

***
Eski Ahit  (Yas.14:3-21)
Eti Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar

BÖLÜM 11

RAB, Musa`yla Harun`a şöyle dedi:
İsrail halkına deyin ki, `Karada yaşayan hayvanlardan şunların etini yiyebilirsiniz:
Çatal ve yarık tırnaklı, geviş getiren hayvanların tümü.
Ancak geviş getiren ve çatal tırnaklı olan hayvanlardan etini yememeniz gerekenler şunlardır:

Deve geviş getirir, ama çatal tırnaklı değildir. Sizin için kirli sayılır.
Kaya tavşanı* geviş getirir, ama çatal tırnaklı değildir. Sizin için kirli sayılır.
Tavşan geviş getirir, ama çatal tırnaklı değildir. Sizin için kirli sayılır.

Domuz çatal ve yarık tırnaklıdır, ama geviş getirmez. Sizin için kirli sayılır.
Bu hayvanların etini yemeyecek, leşine dokunmayacaksınız, sizin için kirlidir.

Suda yaşayan hayvanlardan şunların etini yiyebilirsiniz: Denizde, akarsularda yaşayan pullu ve yüzgeçli canlıların etini yiyebilirsiniz.
Denizdeki ve akarsulardaki bütün pulsuz ve yüzgeçsiz canlılar -suda toplu halde yaşayanlar ve ötekiler- sizin için iğrenç sayılır.

Bunlar sizin için iğrenç sayılacak. Etlerini yemeyecek, leşlerinden tiksineceksiniz.

Suda yaşayan bütün pulsuz ve yüzgeçsiz canlılar sizin için iğrenç sayılacak.

Tiksindirici kuşların etini yemeyecek, şunları iğrenç sayacaksınız:
Kartal, kuzu kartalı, kara akbaba,
çaylak, doğan türleri,
bütün karga türleri,
baykuş, puhu, martı, atmaca türleri,
kukumav, karabatak, büyük baykuş,
peçeli baykuş, ishakkuşu, akbaba,
leylek, balıkçıl türleri, ibibik, yarasa.

Dört ayaklı ve kanatlı böceklerin hepsi sizin için iğrençtir.
Ama dört ayaklı ve kanatlı olup ayaklarını sıçramak için kullanan bazılarının etini yiyebilirsiniz.
Şunları yiyeceksiniz: Bütün çekirge türleri, küçük çekirge, cırcırböceği, ağustosböceği.
Öbür dört ayaklı, kanatlı böceklerin hepsi sizin için iğrenç sayılır.
Sizi kirletecek şeyler şunlardır: Aşağıdaki hayvanların leşine dokunan akşama kadar kirli sayılacaktır.
Kim aşağıdaki hayvanların leşini taşırsa giysilerini yıkayacak ve akşama kadar kirli sayılacaktır.
Çatal tırnaklı ama tırnağı yarık olmayan ve geviş getirmeyen her hayvan sizin için kirlidir. Bunlara dokunan da kirlenmiş sayılır.

Dört ayaklı hayvanlardan pençelerini yere basarak yürüyenler sizin için kirlidir. Bunların leşine dokunanlar akşama kadar kirli sayılacaktır.

Bunların leşini taşıyanlar giysilerini yıkayacak ve akşama kadar kirli sayılacaktır. Çünkü bu hayvanlar sizin için kirlidir.


 
Küçük kara hayvanları içinde sizin için kirli sayılanlar şunlardır: Gelincik, fare, bütün kertenkele türleri -geko, varan, duvar kertenkelesi, düz keler- bukalemun.
Sizin için kirli sayılan küçük kara hayvanları bunlardır. Bunların leşine dokunan akşama kadar kirli sayılacaktır.

Bunlardan birinin leşi neyin üzerine düşerse onu da kirletir. İster tahta kap, ister giysi, ister deri, ister çul olsun suya konmalıdır. Akşama kadar kirli sayılacak ve akşam temizlenmiş olacaktır.

Bunlardan biri toprak kabın içine düşerse, kabın içindekiler kirli sayılacaktır. Toprak kap kırılmalıdır.

Toprak kaptaki sulu yiyecek ve her içecek kirli sayılacaktır.
Bunlardan birinin leşi neyin üzerine düşerse onu da kirletir. Üzerine düştüğü ister fırın olsun, ister ocak, parçalanmalıdır. Çünkü onlar kirlidir ve sizin için kirli sayılacaktır.
Ancak kaynak ya da su sarnıcı temiz sayılacaktır; ama bunların leşine dokunan kirli sayılacaktır.

Eğer bu hayvanlardan birinin leşi ekin tohumunun üzerine düşerse, o tohum temiz sayılacaktır.

Ama suya konmuş tohumun içine düşerse, tohum sizin için kirlidir.
Eti yenen hayvanlardan biri ölürse, leşine dokunan akşama kadar kirli sayılacaktır.
Hayvanın leşinden yiyen giysilerini yıkayacak ve akşama kadar kirli sayılacaktır. Leşi taşıyan da giysilerini yıkayacak ve akşama kadar kirli sayılacaktır.
Bütün küçük kara hayvanları iğrençtir. Yenmeyecektir.

İster karnı üzerinde sürünen, ister dört ayaklı ya da çok ayaklı canlılar olsun, bunların hiçbirini yemeyeceksiniz. Çünkü bunlar iğrençtir.

Bunların hiçbiriyle kendinizi kirletmeyin, iğrenç duruma sokmayın, kirli duruma düşmeyin.
Tanrınız RAB benim. Kendinizi kutsayın ve kutsal olun. Çünkü ben kutsalım. Küçük kara hayvanlarının hiçbiriyle kendinizi kirletmeyin.

Tanrınız olmak için sizi Mısır`dan çıkaran RAB benim. Kutsal olun, çünkü ben kutsalım.
Kirli olanı temizden, eti yeneni eti yenmeyenden ayırt edebilmeniz için hayvanlar, kuşlar, suda toplu halde yaşayan bütün canlılar ve küçük kara hayvanlarıyla ilgili yasa budur.



***


Yamyamlıktan Uygarlığa Geçişte Hayvan Kurban Ve Bitki-Ağaç Sunum



‘Eski toplum’ kavramı, son derece geniş ve görecelidir. Bugün’den geriye yönelik bütün bir tarihteki toplumu  genellikle ‘eski toplum’ kapsamında ele almak mümkün ise de, ben onu daha çok, tarihin bildiğimiz  ve şimdi artık  genel çizgileriyle çözümlenmiş yazılı yasalarıyla ve ilişki biçimleriyle Mezopotamya tabletlerinde tanımlanan toplum dönemindeki  haliyle ele alıyorum.

Bu anlamdaki eski  toplumu tanımadığımız sürece, o uzaktan bakıldığında bir sis içinde  sadece heybetli silueti görünen bir dağa benzer. Ama dağ, tamamen volkanik olsa bile, aslında ayrıntıları, yar’ları, vadileri, katmanları ile olağanüstü çeşitlik gösteren bir özelliktedir ve bu  güzellikleri, çekiciliği, ürkütücü uçurumlarını ancak ona yaklaşmış, tırmanmış olursak keşfetmeye başlayabiliriz.

Hem  tanrısal yaratılış inancına sahip ilahiyatçılarımızın, hem de kötü, dar ateizmin eski toplum karşısındaki konumlarını ifade etmek için dayandıkları, ‘efsane’, ‘mitoloji’ gibi denetlenmesi çok zor, kaynakları bilinmeyen noktalar, maalesef  geri  bir bilgi düzeyini ifade etmektedir. İ. Arsel, T. Dursun, onların bir tür yeni versiyonunu ifade eden E. Aydın gibi yazarlarımızın Din’i  İslam’la eşitlemeye ve İslam’ı ise ‘masal’larda, ‘hurafe’lerde  veya öteki dinlerden ‘aşırma’larda vb. keşfeden ‘bilimsel’ çalışmaları, gerçek bir ateizme dayanmıyor. Onlarda dar Batı Aydınlanmacılığın, doğu nihilizminin iç tepkisini görürüz. Genel anlamda ise, insanbilim bakımından tam bir cehalet anlatımıdırlar.

-İslam’ın ‘kutsal sineği’ni Avestacılığın  kutsal varlığında değil de, Muhammed'in  cehaletinde arayan ;

-‘sağ yönün kutsallığını’ eski Akado-Sammaru toplumlarının karşılıklı protokol düzeninde değil de Arap cehaletinin uydurmalarında keşfeden;

-‘Dağ’  sözcüğünü eski gezgin ve yerleşik tapınakların bir tanım türü olarak kullanıldığını bile bilmeden Kuran’ın bozulmuş anlamlar üzerine dayanarak söylediği “dağların yürüyüşü” gibi ifadelerini alaya almayı “İslam’a karşı bilimsel kitap”larda sayfalar boyu  açıklamayı marifet sayan bu tür ‘aydınlanmacı’larımız, ne yazık ki, bütün bu alanlarda, özsel bakımdan, sadece kendi  derin cehaletlerini ifade etmiş oluyorlar.

Eski toplumun hayvan ve bitki sunularını; hayvan ve bitki’den oluşan tanrı ve tanrıçalarına tapınmalarını  ‘cehalet’le açıklayan bütün bir geçmiş çağ düşünce ekollerinin zorluğu, sadece eski toplumun bu davranışını açıklayamama ‘cehaleti’ne dayanmaktadır. İnsan toplumunun eski davranış nedenleri tanındıkça, ‘cehalet’ gerekçesinin hem bir iftira ve hem de eski toplumu tanıyamamaktan kaynaklanan açıklama kapasitesi düşüklüğüne bağlı olduğu her geçen gün daha çok ortaya çıkıyor.

Eski toplumdaki barbarlık veya yamyamlığı ‘kıtlık teorileri’ ile vb. ifade edenlerin durumu da, bu noktada onlardan daha  iyi değildir.

Eski toplumun eski tarihini ‘çanak çömlek tekniğindeki gelişme düzeylerine’ endeksleyerek , ‘aşağı’, ‘yukarı’, ‘orta’ barbarlık, kıtlık, yamyamlık gibi kategorik ayrımlara tabi tutma tutumu; ‘ilk çağ’, ‘son çağ’, ‘taş devri’, ‘demir devri’ gibi  müze raflarını düzenlerken belki anlamlı olabilecek ayırım kavramları, organik bir toplumun ana çizgilerindeki zenginliği ve birinden ötekine katlanarak gelişmeyi, tarihteki toplumun tek bir bütünlük göstermediği gerçeğini yeterince ifade edemezler.

Eski toplumun ticareti, ticaret yapmakta fayda olduğunu gören o zamanın tüccar kafalı insanlarının beyninden fışkırmamıştı. Para verip mal alan, onu tekrar satan tüccarlık, doğrudan takasın bir ürünü idi ise de, doğrudan takas, eski toplumun en temel barışçıl yaşam biçiminin temel taşı idi, kutsaldı. İlyada’nın kahramanları birbirlerini gördükleri yerde, tanımadıkları  insanlara en değerli hediyelerini  sunarlar. Hediye, şimdiki toplumun da büyük bir kültür kurumudur. Yoldan geçene, elindeki en iyi varlıkları hatta kadınlarını sunan eski toplum insanı, bunu toplum birimler karşılıklı barışçıl ilişkiler içinde bulunabilsinler diye yapıyorlardı.

Gözünü hayvan dünyasının içinde açmış ve büyük bir  yamyamlık süreci geçirmiş eski toplumun  cenaze kültünü oluşturduğu nokta, aslında ölü yamyamlığından vazgeçildiğinin ilan edildiği noktadır ve hiç olmazsa Akado - sammaru toplulukları bakımından bunun  – 4. bin’li yıllarda ancak gerçekleşebilmiş olduğunu görüyoruz.

Şimdiki Ölüm Kültü ve Cenaze ritüellerine, kavram ve uygulamalarına bakmak bile bunu anlayabilmekte hayli yardımcı olabilir. ‘Ölü ruhu’na sunulan yemekler, aslında sadece ölü bedeni kurtarabilmenin karşılığında verilmiş fidyeden başka bir şey değildi.

Ateş-An-Nur merkezli erken şaman kült ifadelerini içeren Avesta’nın “ölü yamyamlığı” ile bağlantısı; Musa’nın bilhassa kahinleri ölüden uzak tutmak için tanrısal şiddet tehdidine başvuracak kadar gösterdiği direniş, eski yazılı yasaların önemli bir bölümünün, ölüm kült törenleri hazırlık ve ölü bedene karşılık verilen diyetten başka bir şey olmayan “ölü sahipleri”nin gerçekleştirmek zorunda oldukları ziyafet toplantıları, dağıtılacak ekmek, hazırlanacak yağ ve içilecek bira-içki miktarındaki ayrıntılı rakamlar, bu kültün  -2. binli yıllarda daha hala oturmamış olduğunun işaretlerdir. Bir asırda yaşayan 3 kuşak bulunduğu farz edilse bile, bizden en fazla   3x2000/100 = 600 veya 900 kuşak önceki atalarımızın durumu hala yamyam olmalıydı.

Bu yamyamlığın nedeni ‘kıtlık’ teorisi kapsamında ele alınamaz. Veriler, yamyamlık törenlerinin doğrudan dinsel törenler olarak gerçekleştiğini gösterdiği gibi, bu dönemlerde Mezopotamya, tarihinin en verimli çağlarını yaşıyordu. Oradaki yamyamlık döneminin toplum birimleri, erken dönemler bakımından yerleşim alanları nüfusu  birkaç bin kişilik  topluluk olmak sınırlarını aşmıyor olmalıydı.

Yamyamlığın buradaki düzeyi, tamamen karşılıklı ittifak ediminin taçlanması tören unsuru haline dönüşmüş durumdadır. Latmos-Pidasa ittifak metninde, karşılıklı ittifak namına tarafların, hala, belirlenmiş sayıda insan ‘başı’ üzerine yemin etme geleneğini sürdürüyor olduklarını görüyoruz.

Günümüzde kutsal metinlerde adı geçen hayvanların çok önemli bir bölümü, burçlarımızda ve 12 yıl dönüşümlü takviminde bulunan   hayvan veya bitkiler; farklı topluluklar tarafından farklı öldürme ve tüketme biçimleri kullanılarak, farklı tarihlerde, farklı bölgelerde,  birbirleriyle ittifak halindeki toplum birimler tarafından nehir’e, deniz’e, yer’e, gök’e, taş’lara, atalar ruhuna, kemikler ruhuna, tapınaklara, farklı ilahlara, Allah’a  vb. sunulan, kurban edilen insanlar yerine geçmiş totemlerdi. Bunların daha erken biçimlerindeki tanrıların, ‘hayvan’ ve-ya  ‘bitki’ler olarak şekillenmesi bir ‘cehalet’ konusu değildi.

İnsan toplumunun, kendini hayvan ve bitki tabiat dünyası içine  yeniden attığı bu dönem, insan kurban sunumunun son bulmasının da başlangıç dönemi olmuştur.

İnsan’ın kendini hayvan-bitki ile eşitlemek için gösterdiği çabanın gerisinde, kendi yerine geçebilen hayvan ve bitki-meyve'nin insan'ın kurban edilmesini engelleme, canının kurtarıcısı olma gücü yatar.

İnsanın taptığı hayvan-bitki değildir; bu hayvan ve bitkilerin İnsan’a sağladığı can bağışlatıcı özelliğidir.


***

Farklı Öldürme Biçimlerinde Eski Toplumun Değerleri






Günümüz toplumunun ruhsal dünyasında, deyimlerinde, göreneklerinde eski değerlerin yeri sanıldığından çok derin ve kuvvetlidir.

Bu bağlantılar, karşılıklı bir mücadeleyi veya  başkaldırıyı 'kazan kaldırmak' veya 'sular ısınıyor'  gibi deyimlerle ifade eden şimdiki toplumun bu tür kavramları ile Sümer-Akkad dinlerinin, onlara dayanan günümüzün kutsal dinlerinin içinde de yer alan “Cehennemin kaynar kazanları”, Musa’nın Tanrı ile 'buluşma çadırı’nın kapısına yerleştirdiği  “kutsal kazan”ları, kilisenin su ile vaftizi veya  ölü yıkama kazanları arasında, aslında her gün yaşanmaya devam edilmektedir.

Eski toplumun kimi temel değer ve uygulamaları, modern toplumda, ya ilerletici veya tutucu özellikleriyle yaşar. Mutfağa giren Avrupalı erkeğin tutumundaki  modern”lik ve-ya “ilerilik”in gerisinde, kadını mutfak işine karıştırmayan eski toplumun bir türünün yeniden canlanışını görürüz. Bu tür bir  “modernliğin” temelinin eski topluma dayandığını, çiğ köfte yoğurmayı kadına bırakmayan maço erkek tipinin çelişmesini anlatırken izah etmiştik.

Modern insanbilim alanındaki çalışmalar, artık üretilmiş kavramlara dayanarak toplumu yorumlamaya kalkışamaz. Tersine, doğal toplumu kendi özellikleri ile tanımaya ve ona ait kuralları sınıflamaya dayanmalı; eski toplumun kendisinin bizzat yarattığı kurumları incelemek ve onları adlandırmaya çalışmalıdır.

Bu yaklaşım tarzı, toplumsal (dini olgular da böyledir) olguları değerlendirme sırasında, bize, sınıflama gücü vermektedir. Örneğin eski toplumun, aynı zamanda, farklı öldürme biçimleri arasında, tercih yapmış toplumlar oldukları sonucuna, ancak böyle bir yaklaşıma dayanarak ulaşılabilirdi.

Günümüzün küçülen dünyasının etkileşim gücü, toplumların yasal veya kriminal cinayet biçimlerini de birbirine yakınlaştırmıştır. Bununla birlikte, sonuçta hepsi bir insanın öldürülmesiyle sonuçlansa da, farklı topluluklar günümüzde bile, bir idam hükümlüsünü asarak, basını kılıçla kopararak, kurşunlayarak vb. farklı tarzda öldürme bakımından ayrılıklarını sürdürmektedirler.

Recm etmek, sadece bir kadının öldürülmesinin değil, onun taşlanarak öldürülmesinin ifadesidir. Musa yasalarında 'taşlayarak' veya 'oklayarak' öldürme tarzları aynı kategoride, yani öldürülecek şahsa dokunmadan, el sürmeyerek öldürme özelliğiyle şekillenir.

Eski toplumun öldürme biçimlerinin, belirgin toplumsal tercihler olarak kullanılmış olduğu hesaba katılmadığında, cinayet tarzlarındaki ayırımların da, toplumsal geleneklerle sıkı sıkıya bağ içinde olduğu pek fark edilemez. Egemen sosyolojinin bu alandaki boş sözlülüğü daha önceden fark edilmiş olsaydı, belki de, her farklı toplumda, kriminal daireler, aile içi ve dışı cinayet biçim farkları arasında da temel farklılıklar bulunabileceği yönünde bir sonuca ulaşabilirlerdi...

Modern toplumun ulaştığı değerler üzerinden ele alınarak, daha çok “Barbarlık” yönüyle öne çıkarılan “Baş keserek” öldürme biçimi, günümüzde aşırı İslami guruplarca özel olarak seçilmiş bir tercihtir. Cinayetlerini kurşunlayarak da işleyebilecek olanlar, eğer bıçakla baş kesme metodunu kullanıyorlarsa, burada dini, eski etnik motiflerin bulunduğu çok açıktır.1970’li yıllarda Hindistan solcularının aşırı bir kanadı da, ellerindeki ateşli silahları değil, balta, kılıç gibi aletleri kullanmayı vaaz eden açıklamalar yapıyor, öyle de davranıyorlardı.

Burada öldürme biçimlerinde bir tercih kullanılmış olduğu açıktır. Cinayeti işleyenler bunun nedenlerini gerçekte bilmiyor olsalar bile, biz artık biliyoruz ki, bu davranışları tarihten devralınmış farklı öldürme biçimlerine dayanmaktadır.

Eski toplum, hiç kuşkusuz, öldürme biçimleri arasında, kendi kutsal sofra geleneklerine bağlı olarak, böyle bir tasnif yapmıştı. Kurbanın sunum ve tüketim biçimi, insan öldürme biçimindeki farklılıkların kaynağıdır da.

Bu topluluklar, eğer, örneğin , ‘kan akıtırsan, kan tutar’ fikriyle eğitilmiş ise, kan akıtmaya karşı bireyler küçüklükten itibaren böyle bir eğitim almış ise, öldürmeyi, boyun sıkarak, sicim kullanarak, üç ayakta sallandırarak, Cengiz han donemi Türk ve Moğol topluluklarda olduğu gibi, boyun veya kaburga kırarak, hasıra sarıp sopalayarak veya baldıran yoluyla, fakat sonuçta hepsi kan akıtmaya karşı bir eğitim desteğiyle sürdürülen öldürme biçimini ifade eden fikirlerle beslenmiş ise, toplumda bunun sonuçlarının, kriminel alan dahil olmak üzere, şu ya da bu şekilde yansımasının bulunuyor olması kaçınılmazdır.

Hıristiyanlığın  “Yakma”- “ateş” Kültü ile İslam’ın kan akıtma kültü, hem hayvan kurban sunum ve tüketim biçimleriyle ve hem de toplusal cinayet biçimleriyle doğrudan bağ içindedir.



**

Öldürme Biçimleri ve Kurban Törenleri / 1



İnsan kurbanı taşlayarak öldürme” metodu, uygarlaşma çizgisi içinde,  ‘Taşlama’ şeklinde  bir edebiyat biçimine değin gerilemiş ise, gazetelerde ‘taş’, ‘taşlama’ gibi  köşe başlıkları kullananların, hiç olmazsa bu sürecin nasıl yaşanmış olabildiğine  ilişkin fikir edinmeye çalışmaları yerinde olurdu.

Görece geri ülkelerin  onulmaz ve belki, bir yönüyle de  ilerletici olan  nihilizmi, bizde, kavrayış derinleştirici bir karşı çıkış  çabası  olarak değil, ‘tanrı sözünden tiksinme’, İslam’da ‘şeytan taşlama saçmalığı’ gibi içerikten yoksun  söylem biçimleri olarak da  yaşanmıştır. Din denilince İslam’ı, peygamber denilince Muhammed’i ele almak, din adamı ve  din karşıtları bakımından  genel, verimsiz bir buluşma noktası olagelmiştir.

Kurban sunum ritüellerinin veya  hacı olabilmek için önce  şeytan taşlama gibi...  geleneklerin kökenlerini incelemeye başladığımızda, kendimizi, eski toplumda, insan öldürmenin kontrol altına alınması ile başlayabilmiş olan  ilk  uygarlaşma alanında  buluruz.


Erken Sümer-Akkad dönemi, bu noktayı, üstelik bize  yazılı kayıtlar üzerinden aktarmaktadır. Bu kayıtlar  farklı tanrılara, farklı kurban sunulduğunu; bazı kurbanların bazı tanrılara sunumunun yasak olduğunu göstermekle işe başlıyor:

“Şamaş’ın tapınağında;
Tanrı Şakhan’a  koyun sunulmayacak.
Sin’in tapınağında;
Tanrı Harru’ya inek (eti) sunulmayacak ;
Tanrıça Belet-seri’ye kuş sunulmayacak;
Tanrıça Ereş-ki-gal’a  kuş ve inek sunulmayacak
(E.Dhorme.Les Religions de Babylonie....p.226)

Burada saptanması gereken çok önemli nokta şudur: Erken Sümer tabletlerindeki tanrılar, başlangıçta, hiç bir şekilde  hayvan tanımlı veya hayvanlarla  ilişkili değillerdi. Sümer-Akad Yaratılış’ının  erken anlatım ilahilerinde, söz konusu edilen kutsal varlıklar, erkek veya dişi oldukları bile  pek belirgin olmayan ve daha sonraları  ‘su’, ‘ateş-gök-güneş’-gökyüzü; kara, yer, toprak anlamıyla   Yer ve   Yeraltı  olarak  yorumlanabilecek olan  kavramlarla ifade edilen maddi varlıklardı.(1)

Erken Sümer anlatımlarında karşılaştığımız  ‘su’, ‘ateş’, ‘gök’, ‘yer”, ‘yeraltı’ gibi kutsal varlıklar, bu aşamada, henüz hayvan totem dönemine geçmemiş olan  bir  toplumla karşı karşıya  bulunduğumuzu gösteriyor. Eski toplumun   düzenleniş sürecinin kavranması bakımından, bu  ayrım noktasının saptanması çok büyük öneme sahiptir. Hayvan motifli kutsallık kavramı, hayvan ve bitki türleri ile betimlenen tanrılar ve giderek bizzat kutsal olan hayvan-bitkiler ve hayvan-bitki tanrı-ça-lar, Sümer-Akad topluluklarında, daha sonra ve giderek  ortaya çıkmıştır. Bu sürecin gelişmiş noktasında, örneğin  ‘kutsal boğa’ ve ‘kutsal inek’ denildiğinde bir erkek ve dişi tanrı(ça) anlatılmış oluyordu. Bu aşamada artık tanrıların ve-ya kutsal varlıkların  hayvan  ve giderek tarım ürünü bitkiler olarak  tanımlanmaya başladıklarını da görürüz.

Bu dönem, topluluk varlıklarının birer  hayvan(bitki)  totemle birbirlerinden  ayrıştırıldıkları aşamadır. Yenileri, eskileri takip ettikleri için, birbirine ulanarak karışmış bir yapı sunan ilahilerin dikkatli bir sınıflaması ve analitik analizi; bunlardaki anlatımların farklı  toplumsal dönemlere ilişkin olduklarını gösteriyor. Toplum bilim yasalarına yeterince vakıf olmayan “Sumer uzmanları”mız, tarihin bu sürecini de   yeterince anlayamamış, saptayamamış ve dolayısıyla yansıtamamışlardır. Sayın M.İ. Çığ’ın, kendisinin   “bilimkurgu” diye tanıttığı ve ‘masal kitabı’  özelliğindeki aktarım düzeyi, nerede bulunulduğumuzun çarpıcı  örneklerini oluşturur.

“Sümer” adı verilen  topluluklarda, ‘su’, ‘ateş-gök’, ‘toprak’ kavramları ile ifade edilen o döneme ilişkin kutsiyet kavrayışının, ( bu kavramların başlangıçtaki hallerinin beyaz, kırmızı, kara, yeşil  gibi  renk ayırımı ifadeleri de olduğuna değinmiştik)  son derece  “maddi varlıklar”dan  başlayarak, doğrudan doğruya hayvan (ve bitki)  dünyasına doğru evrim göstermiş olmasının  nedeni, hiç de, eski toplumun  “bitki ve hayvan dünyası karşısındaki  acizliği, korkusu” vb. değildi. Hayvan ve bitki  toteme geçiş süreci, eski toplumun bir gerileyişinin değil, uygarlaşmasının göstergesidir. Çünkü eski toplum, bünyesinde taşıdığı insan kurban sunum ve tüketim edimini, yani kutsal yamyamlığı, sadece, bu hayvan ve bitkiler aracılığıyla aşabilecekti. İnsan kurban yerine sunulan hayvan kurban olarak boğa, öküz, eşek, koyun, keçi, domuz, balık... ( ve tarımsal ürünler) toplumsal ilişkilerde hem karşılıklı  paylaşım düzeninin örgütlenmesinde, bundan daha önemlisi, insan kurban sunumunun ortadan kaldırılması yönünde ilerleyebilmek için gerekliydi. Kurban ritüellerinde  hayvan kurban   objesinin  bir insan gibi ( insan olarak) ele alındığını gösteren kalıntıların  gerisinde, toplum birimlerin, kendilerini hayvan (ve bitki )  totemler aracılığıyla ifade etmeye başladıkları dönemin yaklaşımı bulunur.

Eski toplumun, hayvan (ve bitki)  totemler halinde örgütlenebilmesinin  ön koşulu, bu toplulukların  hayvanları evcilleştirebildiği ve giderek tarımcılığa başladıkları döneme ulaşabilmiş olmalarıydı. Dolayısıyla bitki-hayvan totem dönemi, eski toplumda  toplayıcılık dönemine değil, yerleşik ve yarı-yerleşik hale geçiş dönemine denk düşer.

Bu geçiş sürecinin, bütün alanlarda, ne  ölçüde bilinçli  olarak yaşandığını saptama olanağımız yok. Fakat kandaş her toplum birimin sadece kendi topluluğunu ‘insan’, öteki toplulukları ise başka tür bir  yaratık olarak  görme doğal mantığının, bütün bu  gelişmeleri hazırlayıcı bir zemin yaratmış olduğunu tahmin edebiliriz. Erken Sümer kayıtlarının “akrep insan”, “balık insan”  vb. biçimli geçiş dönemi tanımları, ‘akrep’, ‘balık’, ‘domuz’, ‘eşek’, ‘köpek’, ‘koyun’, ‘inek-boğa-öküz’ hayvan isimlerinin çeşitli toplulukların  tanımlanması olarak kullanılmış olduğuna işaret eder niteliktedir. Erken dönem tanrı-ça-larının ‘ad’ kökenlerinde  “Hurma salkımın Hanımı” gibi anlamları görüyoruz. Bu ayrımı, kutsal kitaplarda “insan ve melek”, “insan ve ejderha”, “insan ve cin” topluluğu tanımları üzerinden izleriz.

Topluluk yaratılış anlatımlarında, ana ve baba yanından hiç olmazsa bir tarafın  hayvan veya bitki olmuş olması olgusu da incelediğimiz bu totem geçişmesini doğruluyor. Her sosyal kurum gibi totemizm  zamanla bozulmuş, belki her türden hayvan ismiyle özdeş topluluklara doğru yayılmış  ise de, başlangıç dönemindeki toplulukların kullandığı hayvan-bitki totemlerinin tam listesini, kullanılan kurban sunu türleri; 12 hayvan-bitki totemli burçlar ; ‘yaşam yiyecekleri’ ve ‘yaşam içecekleri’; kutsal ve haram yiyecek-içecekler üzerinden  dikkatli bir çalışmayla, hiç olmazsa yaklaşık olarak, ortaya çıkarabilmemiz mümkündür.

Kutsal anlatımlarda “Tufan” olarak aktarılan ve bir örneği bize ‘Tanrının suda boğması yoluyla yok ediş” olarak  ulaşmış olan olay, Sümer-Akkad topluluğunda yaygın ve sistemli  olarak kullanılan bir kurban sunum biçiminin tanımıydı. Anlatımdaki Tanrılar, “yok ediş” için mutlaka ‘Tufan’ istiyorlar ve bunu da  ‘suda boğarak  öldürme’ biçiminde düşünüyorlarsa, bu tutum   nedensiz değildi. Sonradan ‘seller-sular’ biçimiyle yorumlanacak olan  Tufan, Sümer-Akad topluluklarında törensel bir insan kurban sunum ve hazırlık biçiminin tanımıydı. “Kıyamet” olarak da tanıdığımız anlatımlar, bu tür Tufan’ların, insan kurban ve yamyamlık törenlerinin tanımlarıydı.

Sonuçlandırılması Bay Kramer tarafından yapılan bir tablet çözümlenmesine göre, bu  dönemdeki Sümer-Akkad  toplulukları, kendilerini  yönetirken   uyulması gereken bir dizi  kuralları daha o zamandan oluşturmuş durumdaydı. Bay Kramer, haklı olarak bunları, “kutsal kanun ve kurallar”, me’ler olarak yorumlamıştır. Bu ‘me’ler, o dönemdeki toplumun hukuksal ve yönetimsel ana çerçevesi hakkında son derece önemli bilgileri yansıtmaktadır. Bu listede kanunların bir tanesi olarak yer alan Tufan, tanrıların bir defaya mahsus bir cezalandırma eylemlerinin aracı değildi. Tersine, Akado-sammaru ilahilerinde me’ler arasında sıralanan ‘Tufan’, topluma yön veren ve sistemli olarak uygulanması gereken   kutsal uygulama kurumlarından birisi idi ve sistematik olarak uygulanan bir işlemdi.(2)

Anlatıcı toplum birimimiz bu Tufan’da ‘insan’ olarak yer almış ise, öteki topluluklar da ‘hayvan, kuş, sürüngen’ler vb. olarak yer almışlardı. Böylece Tanrı-lar-ın, neden sadece ‘insanları’ değil de, “hayvan, kuş, sürüngen ve deniz yaratıklarını” da cezalandıran  bir  Tufan yapmış  oldukları  açıklığa kavuşur. Bize aktarılan Tufan, değişik toplulukların, insan, hayvan, kuş, sürüngen ve deniz yaratığı olarak birlikte gerçekleştirdiği toplu, kutsal, bir insan kurban sunum  töreni olmalıydı ve anlaşılıyor ki, hayvan totem dönemine ait bir anlatımdı. Bu Tufan’ın katılımcıları  kurban ayininin hem hedefi, hem de düzenleyicileri olarak görünüyor.

Kutsal, kurumsal  bir insan kurban tören biçimi olan Tufan’ın, bize, tek ve büyük bir olay olarak yansıması birçok nedene bağlı olmalıdır. Büyük olasılıkla, bu kurban töreni  önemli genel törenlerden birisi ve belki de ortak olarak yapılan son ortak törendi. Çünkü eski kayıtlara  ve onlara dayanan Eski Ahit’e göre de, tanrı-ça-lar, bu törenin içinde, bir daha “Tufan yapmama” kararı almışlardı. Öte yandan  bu Tufan, sonraki Musevi soyunun ataları olan topluluğun sürgün edilmesi ile sonuçlanmış görünüyor. İsrael atalarının müzmin sürgün özelliklerinde, eski Mezopotamya tanrılarının, bölge topluluklarının temsilcileri olarak aldıkları bu “sürgün kararı” tayin edici olmuş gibidir. Musevi topluluğun atalarını  binlerce yıl ayakta tutan da, bu  Tufan töreninde  tanrıların onları sürdükleri alanda, ‘vaad ettikleri toprak’ motifi olmuş olmalıdır.

O dönemin tapınaklarında toplu kazanların kurulduğu bir insan kurban töreni  olan Tufan, daha çok Musevi topluluğu anıları  üzerinden dünyamıza bir Milat haliyle ulaşmıştır. Fakat eski “Sümer kıraliyet Listesi”nde bir Milat olarak kullanılmış olduğunu; tarihin, açık bir şekilde, “Tufan’dan önce” ve “Tufan’dan sonra” biçiminde sınıflanmış olduğunu görüyoruz. Fakat eski tarihte sayısız Tufan yani insan kurban törenleri olduğu için, anlatımların Tufan’larının aynı töreni anlatıp anlatmadığı ayrıca incelenmelidir. İslam’ın cehennemindeki ateş, kaynar su ve irin motifleri; doğum, ölüm, geçiş ve arınma törenlerinin  kutsal kazanı; İsrael’in gezgin (Tanrı ile) Buluşma Çadırı’nın girişine yerleştirilen sembolik kutsal kazanı, Tufan’da da uygulanan  eski yamyamlık ediminin kalıntılarını yaşatır. (3)

Bir  kural olarak, şunu söyleyebiliriz ki, hayvan-bitki totemle tanımlanan toplum birimlerde, totem tabusu, bu topluluğun kendi içinde yamyamlık edimini yasaklama anlatım biçimlerinden birisidir. Toplulukların totem hayvan veya bitkilerini kurban olarak sunmaları, yemeleri veya tabu addetmeleri onların  iç yamyamlık özelliklerinin nasıl biçimlenmiş olduğunu gösterir. Musevilik veya İslam’da domuz dokunulmazlık ölçüsünde tabu hayvan ise, bu demektir ki, bu geleneklerin dayandığı domuz totemli eski toplum birim, iç yamyamlığı  tam bir kesinlikle aşmış olmalıydı. Domuzun Sümer-Akad döneminin  yaygın bir sunum hayvanı olduğunu, tablet kayıtlarından biliyoruz. Eğer, bazı tabu hayvanlar, ‘güç almak’, ‘kutsal hale gelmek’ vb. gibi gerekçelerle, yılın  sadece belli ay veya  günlerinde  yenilebiliyorsa, ki bazı  Asya topluluklarında böyle uygulamalar görüyoruz, bu durumda, ilgili topluluğumuz, uygarlık surecine dahil olurken, kendi topluluğundan  bireyleri kurban sunmayı, radikal bir şekilde yasaklamayı becerebilmiş değildir; eski güçlü gelenekler sadece kontrol altına alınarak sınırlanmakla yetinilmiştir.

Her zaman değil, sadece, yılın, ayın veya haftanın belli günlerinde yenilmesi yasak hayvan veya öteki yiyeceklerin (örneğin yaşlı Hıristiyan fransızlar arasında, bölgelere göre, Perşembe veya Cuma günü balık yememe şeklinde  kaybolmakta olan bir gelenek olduğunu biliyorum); bazı hallerde ise, belirli takvim değerlerine göre mutlaka yenilme-me-si gibi uygulamaların gerisinde, genel olarak  eski iç ve dış yamyamlık izleri bulunur. Söylemeye gerek yok ki, bu topluluklar, totem hayvan-bitkiye geçmeden önce, kurban uygulamasını insan kurban olarak gerçekleştiriyorlardı.

Değişik din veya mezheplerde  köpeğin, tavşanın, domuzun  yenilmesi ve-ya dokunulması yasak, tabu hayvan olmasının nedenlerini, anlamsız ‘açıklamalarda’ değil, eski toplumun totem hayvan-bitkilerle  olan ilişki biçimlerinde  aramak  gerekir. Eski toplum, bildiği ve uyguladığı görenekleri bize iletirken, bazen ayrıntı vermiyor; çünkü o toplulukta, örneğin “kuş  kurban sunumu” denildiğinde bundan “kumru veya güvercin”i anlamak ortak bir kanı halindeydi. Musa yasalarında “kuş sunumu” tabiriyle  “kumru ve güvercin”in kastedildiğini görüyoruz. Eğer, günümüzde, bir erkek, sevgili eşine ‘güvercinim’, ‘kumrum’ diyorsa; sevgili eş, ilk bakışıyla, okunu, bir başka organa değil  erkeğin kalbinin  tam ortasına geçirmiş sayılıyorsa; bir Fıransız,  kadını ‘tavuk’, erkeği ise   ‘horoz’ kavramlarıyla da tanımlayabiliyorsa; kadına karşı  sevgi ve istek  ifadesi olarak  ‘tavuğum, civcivim’  diyorsa; Dostoyevski romanlarının erkeği, Rus kadınlarını   ‘kuşum’ diye okşuyorsa, bütün bunlarda ‘garip’likler  veya ‘anlamsız’lıklar  değil, tarihsel bir destek arama çağrısını işitmeliyiz. Kutsal kitaplarda peygamberler ‘Kuş dili’ biliyor ise, “gözü açılmış olan” Beor oğlu Balam’ın eşeği dile gelip insan gibi  konuşabiliyor ise;  Yunus balığı derisi giyinmiş Enki rahipleri “balık dili”nden anlayabiliyorsa; eski kayıtları bir başka tarzda ‘okumaya’ çalışmanın ne kadar verimli olabileceğini gösteren örneklerdir. Bu çabalar, insan toplumunun bugününü, dünü anlamadan anlamak  mümkün olamayacağı için de gereklidir.

Kurbanın iç organları, erken  Sümer’ler döneminden itibaren  tanınıyor ve sunu olarak  tanrılar arasında özenle paylaştırılıyordu. Uruk’taki  Anum tapınağında sunuların en değerlisi  “inek yüreği” ile “koyun başı” idi. Hayvan sununun böbrek, but ve ciğerleri, özel olarak  ayrıştırılıyordu. Günümüzde hemen her dilde  sevgi ifade eden  “kalp veya yürek” sözcüklerinin aynı zamanda “iman, inanç, itikat “ifade eden  kavramlar da olması, eski toplumun geçmişteki kurban  paylaşım ilişkilerinden ötürüdür.‘İman veya itikat’, ‘öyle olsun’ anlamındaki ‘Amin-Amen’ sözü etrafında kurulmuş bir ittifak sözüdür gerçekte.

Eski veya Yeni Ahit, iki veya daha fazla topluluk yerine, bir topluluğun temsilci tanrı ile yaptığı ittifak nedeniyle ‘Ahit-Akit, Antlaşma’ diye anılır. Eski Ahit, baştan aşağı, Tanrı ile  İsrael topluluğu arasında yapılmış anlaşmaların, bu anlaşmaların bozulmasının ve bir daha yinelenmesinin …  anlatımından oluşur.

**


Öldürme Biçimleri ve Kurban Törenleri-2



Tanrısal anlaşmaların gerisinde, eski toplum birimlerin kurban sunumu ve kan içimi (ant içmek) ile yapmış olduğu ittifak toplantıları vardı. Kurbanın, belki tanrısallaşacak bir yöneticinin Yüreği, tarafların anlaşmalarını taçlandıran kurban organı olarak öne çıkmışa benziyor. Gelişmiş Mısır hekimliğinin gerisinde, kurbanın iç organlarıyla tanışıklık doğuran  Mısır mumyacılığının bulunması rastlantı değildir. Ölü bedeni koruma çabalarının geliştiği bir dönemde sürmekte olan yamyamlığın iç organları tüketmesini   gizleme dürtüsüyle bağıntılı  görünen Mısır mumyacılığı, bu nedenle Mısır hekimliğinin oluşmasının da  zeminini yaratmış olmalı.

Organ ve kan nakline karşı duran ABD  merkezli  mezheplerin  redci tutumlarının gerisinde, onlar bilincinde olsun veya olmasın, Museviliğin tanrısının, Tufan’dan sonra “kan içme yasağı” ile “kurbanı bütün halinde sunma ve tüketme” biçimli uygulamaları yer alır. Bazı topluluklarda başın kesilmiş olması çok önemli iken, öteki bazı topluluklarda kurbanın ‘bütünlüğü’,öne çıkar. Bu, kan akıtma konusuyla ilgili bir ayrışma olmalıydı. Bu topluluklar için, hastalıklı olmayan anlamında  yorumlanan ‘kurbanın kusursuzluğu’ deyimi bir kurbanın eksiksiz olmasını  anlatıyor olmalıdır. Dişleri, boynuzları veya tırnakları  eksik olan bir hayvanın ‘kusurlu’ sayılarak kurban edilmemesinin ‘sağlık’ gerekçeleriyle açıklanması zordur.

İlyada’nın ‘kusursuz kız ve erkek oğul ve kızları’ tanımında da, çeşitli uzuvları daha önceden adanmamış erkek ve  kız çocuk tanımının bozulmuş halini bulmak mümkün olabilir. İnanna da “Çiftçi Dummuzi”yi ,

"Efendim, eli ayağı kusursuz ve düzgün,
Ama-Uşumgal anna, Sin’in damadı
 (KARŞILIKLI EVLİLİK VE İNANNA-DUMMUZİ KAVRAMLARI)


olarak tanımlarken, bu somut Dumuzi topluluğunun “el ve ayak adakları”nda bulunmuyor olduğunu; bu anlamda “kusursuz ve düzgün” olduğunu anlatmış olmalıydı.

Sümer ve Akad (ve öteki komşu topluluklar) arasındaki  karşılıklı toplumsal düzenlenişin bir ürünü olarak doğabilecek olan eski Mezopotamya  uygarlığı, toplulukların birbirlerinden  ayrıştırılması, tam anlamıyla zıt kılınması üzerine oturan bir ittifak olarak şekillenmiştir. O kadar ki, “Sümer”lerin dualarını, sunmadan önce kurbanın “sağ kulağına”; Akadlarin ise “sol kulağına”  mırıldanmaları  bir kuraldı.

Sümer kaynaklı tanrılar ve onun Hititli etkilenmelerinde ‘sağ yön’ kavramı tanrısal, üstün, kutsal bir anlayış olarak sürmüştür. Anadolu uygarlıklarıyla ilgili çalışmalarında Bay Akurgal, “sağ yön” kavramının onlarda kutsiyet taşıdığını  belirlemişti. Buna karşılık Akkadlar veya onlardan etkilenmiş veya onların devamı olan topluluklarda “sol kol”, “sol yön” kavramı üstün tutuluyor olmalıydı.

Gerçekten de  Süz kalıntılarındaki  kurban sunum  desenlerinde, sunulacak kurbanı “sol kol”da ve kalbinin üzerine bastırarak tutan figürler bunu doğruluyor.

Sağ ve sol  yön kavramı daha sonraları Hititlerden, Aramilere, Musa toplumundan İslam’a değin  kutsal söylemin parçaları olarak yer alıp gelmiştir. İslam’ın  sağ ve sol melekleri; sağ yön kutsallığı  Sümer-Akad  döneminden bu yana süren bir geleneğin parçasıydı. Bay İlhan Arsel’in, İslam’da ‘sağ-sol yön’ kavramı ile ilgili yazıları, onun derinliği olmayan yetersiz yorumlarından  bir diğeridir. Bay Arsel, Kuran’da sağ kavramına kutsallık  verilmiş olmasının  bir adım ötesine geçmeyi bile beceremez. Onun din kavrayışı, Kuran, Buhari ve Diyanet yorumları ile sınırlı kalmıştır.

Kuran’ın dayandığı  Eski Ahit’te, Musa’nın tanrısının da  ‘sağ’ yön kavramı ile çok ilgili olduğunu  görüyoruz: 

“Sağ elin, ya Rab,
Senin sağ elin, ne korkunç güce sahiptir.
Altında düşmanlar kırılır.”

“Musa koçu kesti. Kanını Harun'un sağ kulak memesine, sağ elinin ve sağ ayağının başparmaklarına sürdü.” (Lev.8: 23)

Kurbanın sağ ve sol butlarının  üleşiminde de görülen sağ - sol yön ayrımı, kurbanın  etinin dağılımı ile de  ilgili olmalıdır. Toplum birimlerin, ortak bir kıbleye göre  yerleşim düzeninden başlayan, ortadaki tanrıya, tanrısal alana, dokunulmaz kıbleye göre sağ veya sol tarafta yerleşik  bulunmak  biçimiyle de  (bu modern devlet protokolüne ve evde misafir karşılama, ağırlama düzenine değin gelmiştir) devam eden yön kavramı, modern politikada “sağcı ve solcu” olmak ayırım özelliğine kavuşmadan çok önce, eski toplumun, kurban üleşimi dâhil, genel  ilişkiler  düzenine ait kavramlardı. Bu ayrımın ortaya çıkabileceği temel ise,eski toplumun  karşılıklı ikili ittifak düzeni olabilirdi. Bunun, Dumuzi-Enkidum, Enkidum-Gılgamış ikizleşmesinde, çift başlı kartal, çift başlı balta, çift başlı kılıç...  gibi motiflerde yansımalarını görmüştük.

Eski toplumda kurban sununun, sadece türleri değil, hazırlık tarzı da  bir ayrışma konusu olarak kullanılmıştır. Avrupalı uzmanlarımız, eski toplumda, yasak, tabu yiyecekler bağıntısında  ‘çiğ’ veya ‘pismiş yiyecek’ ayrımının bulunduğunu saptamışlardı. Fakat  Sümer-Akad topluluğu, pişmiş veya çiğ ayrımının, daha ileri düzeydeki bir ayrışıma dayandığını, pişirilme biçimlerinin de  toplumbilimler arasında ayrıştırılmış  olduğuna şüphe bırakmıyor.

Eski Ahit’te tanrı, İsrael topluluğuna, kuzu veya oğlağın
 “eti ( ni ) çiğ veya haşlanmış olarak değil, başı, bacakları, bağırsakları ve işkembesiyle birlikte kızartarak yiyeceksiniz” 

şeklinde buyruk vermiş ise, bunun nedeni, Sümer-Akad erken topluluklarının, yiyeceğin  farklı pişirilme biçimlerini de aralarında ayrıştırmış  olmalarındandı. Kutsal yiyecekleri incelemeye başladığımızda, çiğ, haşlama tarzının (ölü veya düğün yemekleri bakımından da ) ve ‘aydınlanmacı Batı’nın  ‘aydınlanma’ aracı da olan, ‘ışık-ateş’  ile olan ilişkileri saptayabiliyoruz.

Çiğ köfte, göreneklerde, Nemrut-Marduk  yöresinde kutsal erkek et yemeği olarak  kalmış ise, İlyada kahramanları, Musa toplumu, Aramiler, Şiiler, Sufiler kızartma geleneğinin sürdürücüleri  olarak ‘od’, “ateş, ziya, güneş” etrafında toparlanmışlardı. Abraham yola, kurban edeceği  oğluyla beraber,  önceden hazırladığı  odunları eşeğine yükleyerek yola çıkar. İlyada toplulukları, cenaze töreni için  bütün bir gün dağdan tomruklar taşırlar. Nazar değmesin diye üzerine parmak tıklatılan odun, eski toplumun kutsal kurban töreninin vazgeçilmez bir  yakma aracı olduğu içindir de. Odun veya ağaç kültü, bu noktada, aynı zamanda ateş çağrıştırıcı öğe olarak da kutsanır. 

‘Gündüzün şerri gecenin hayrından daha hayırlıdır’ deyimi büyük olasılıkla  eski toplumun kurban sunum zamanlamasıyla ilgiliydi. Kurban, farklı gelenekler bakımından   ya gece (yarısı) veya gündüz şafaktan sonra  sunulmalıydı. Gudea silindir tabletini incelerken  yeni yıl töreninin  güneşin ışıkları Lagaş üzerine parladıktan sonra   başlıyor olduğunu görmüştük. Buna karşılık Musa toplumu, Mısır’dan ayrıldıktan sonra, tanrı tarafından kurallaştırılan yeni yıl bayramını “tam gece yarısı”, “kızartılmış kurban”ı yiyerek kutlayacaktı. Tanrı, bu yeni yılda, Mısır’ı baştan aşağı, fakat  “tam gece yarısı” dolaşacaktı. Yılbaşı’nın “tam gece yarısı” kutlanması, herhalde, böyle bir geleneğe dayanıyor olmalıdır.

Bütün bu noktalar, sembolik şeytan taşlamanın veya insanı taşlayarak öldürme uygulamasının kaynaklarını araştırmanın, ‘eski toplum cehaleti’  gerekçesine sığıntı olmaktan  daha verimli  bir davranış  olacağını göstermeye yeterlidir.



(1)Eski Yunan birikiminin  içinde yeşeren  ‘doğa felsefesi’ ve devamı olan  “aydınlanmacı maddecilik”, bu bakımdan ‘idea’ karşısında kendisini pek sağlam konumlandırmış sayılamaz.

Eski Ahit ve Kuran’da, Su’ların var sayıldığı bir yaratılış anlatımı bulunduğunu görmüştük. Kuran üstelik  insan’ı su veya topraktan, Şeytan’ı ise ateş’ten yaratılmış kabul eder. Yaratan bir tanrı ise de, tanrının yaratma öğeleri “su, toprak, ateş” gibi maddi varlıklardır. Bu bakımdan, yaratılışın ilk öğelerinin “su, ateş, toprak” gibi maddi varlıklar olduğunu ileri sürmüş olmakla  “Aydınlanmacı materyalizm”, idealizm  karşısında kendini pek güçlü kılabilmiş sayılamaz.

Eski Yunan’a ait sanılan  ve içerisinden “doğa felsefeciliği”nin  doğduğu birikimi oluşturan ve   Hesiod  vb. tarafından aktarılan  “tanrısal yaratılış anlatımları”nın Sümer-Akkad kaynaklı oldukları, batılı bilim adamlarımız tarafından da, Sümer yazını tanındıkça,  simdi  artık daha çok görülebilmektedir.

2) Önemi pek fark edilmeyen aşağıdaki  metinin, Bay Kramer tarafından da, yeterince değerlendirilmiş olduğunu söyleyemeyiz. Kutsal kitapların tarihte bir tek kez olmuş gibi değerlendirdiği Tufan, bu metinde, kurallardan birisi olarak yer almıştı. Bay Kramer konuyu söyle aktarmaktadır:

“Biz bu eski "antropolojik" bilgi örneğini çok sevilen Sümer tanrıçası İnanna için yazılmış  bir mitolojide kullanıldığı  için elde etmiş bulu­nuyoruz. Yüzden fazla olan bu kültür elementleri hikâyede 4 defa tekrarlandığından, metnin birçok yerlerinin kırık olmasına rağmen, bü­yük kısmını  tamamlamak mümkün olmuştur. İlk olarak 1911 de David W. Myhrman bu mitolojinin Üniversite Müzesinde bulunan bir parçasını yayınlamıştır. 3 yıl sonra Arno Poebel Philadelphia'da bulunan bu kom­pozisyona ait üst sol köşesi kırık  6 sütunlu iyi korunmuş bir tableti yayımladı. Bu kirik köşeyi de 1937'de İstanbul Eski Sark Eserleri Müze­sinde bulmam benim için bir şans oldu. Mitolojinin büyük bir kısmı 1914'de kopya edilip yayımlanmış olmasına rağmen hikâyede bir anlam bağlantısı olmadığından 've akla yakin bir tamamlama yapılamadığından çevirisi denenmedi. İstanbul’da bulduğum ve kopya ettiğim parça me­tinde eksik olan ipucunu verdi ve sonuç olarak Sümer’in bütün insanlaştırılmış olan tanrılarının bu hoş hikâyesinin, ilk defa Sumerian Mytho­logy (Page 64–68) de taslağını ve çözümünü verdim.

Burada listenin anlaşılan kısmını Sümer yazarının  seçmiş olduğu sıraya göre veriyoruz:
1) Beylik, 2) Tanrılık, 3) Yüceltilmişlik ve ebedi taç, 4) Kırallık tahtı, 5) Yüceltilmiş Kırallık asası, 6) Hükümdarlık nişanı, 7) yüceltilmiş kut­sal yer, 8) Çobanlık, 9) Kırallık,10) Süresiz  hanımlık,11) "Tanrısal hanımlık" (rahibelik  görevi), 12) İşib (rahiplik görevi), 13) Lumah (rahiplik görevi), 14) gutuk (rahiplik görevi),  15 )Doğruluk (Adalet) 16) Yer altı dünyasına iniş  17) Yeraltı dünyasından çıkış, 18) Kurgaru (hadım) 19 )Girbadara (hadım),  20) sagursak (hadım),  21) (Savaş) sancağı,22) Tufan 23) Silahlar (?), 24) Cinsel doyum, 25) Fahişelik,  26) Kanun(?),  27) Suçlama,  28) Sanat, 29) Tapmak,
30) "Göğün kutsal fahişeliği", 31) Gusilim (çalgı), 32) Müzik, 33) Yaşlılık, 34) Kahramanlık, 35) Güç,36) Düşmanlık, 37) Namusluluk, 38) Şehirlerin yıkılışı, 39)Ağıt, 40) Kalbin sevinci, 41) Yalan,  42) Memleketin başkaldırması,  43) İyilik,  44) Adalet, 45) Tahta işçiliği sanatı, 46) Maden işçiliği sanatı, 47) Kâtiplik,  48) Demircilik isi,  49) Dericilik işi, 50) Yapı işi,  51) Sepet işi, 52) Bilgelik, 53) Dikkat, 54) Kutsal temizlenme, 55) Korku, 56) Terör, 57) Kavga 58) Barış, 59) Yorgunluk, 60) Zafer, 61) Nasihat-uyarı, 62) Sıkıntılı kalp, 63) Hüküm,  64) Karar,  65)Lili (çalgı),  66) ub (çalgı),  67) Mesi (çalgı), 68)  Ala (çalgı)”  (S.N.Kramer. Tarih Sümer’de Baslar. TTK basımevi 1990 s.82)


(3)
 (Eski Ahit)
Yıkanma Kazanı:
RAB Musa'ya şöyle dedi:
"Yıkanmak için tunç* bir kazan yap. Ayaklığı da tunçtan olacak. Buluşma Çadırı ile sunağın arasına koyup içine su doldur.

Harun'la oğulları ellerini, ayaklarını orada yıkayacaklar.
Buluşma Çadırı'na girmeden ya da RAB için yakılan sunuyu sunarak hizmet etmek üzere sunağa yaklaşmadan önce, ölmemek için ellerini, ayaklarını yıkamalılar. Harun'la soyunun bütün kuşakları boyunca sürekli bir kural olacak bu."

Kazanı çadırla sunak arasına koyup içine su doldur.
Çadırın çevresini avluyla kapat, avlunun girişine perdesini as. 
Sonra mesh yağıyla konutu ve içindeki bütün eşyaları mesh ederek* kutsal kıl. Böylece konutla takımları kutsal olacak.
Yakmalık sunu sunağıyla takımlarını mesh et, sunağı kutsal kıl. Sunak çok kutsal olacak.
Kazan ve kazan ayaklığını mesh ederek kutsal kıl.
"Harun'la oğullarını Buluşma Çadırı'nın giriş bölümüne getirip yıka.
Kazanı Buluşma Çadırı ile sunak arasına koydu, yıkanmak için içine su doldurdu.
Musa, Harun ve Harun'un oğulları ellerini, ayaklarını orada yıkadılar.
Ne zaman Buluşma Çadırı'na girip sunağa yaklaşsalar RAB'bin
Musa'ya buyurduğu gibi orada yıkandılar.”


**





Farklı Öldürme Biçimlerinin Kaynakları-1


   
                                                                                                                    “TÜRK CEZA KANUNU.
Madde 12-(Değişik: 9/7/1953 -6123/1 md.)  
“İdam cezası, buna mahküm olan kimsenin
asılması suretiyle hayatının izalesidir.


                                                                                                                                                              
Osmanlı veliahtlarını öldürmek için kullanılan yağlı sicim veya Fıransız giyotini, Vatikan ateşi, Voyvoda kazığı, çarlık Rusya’sında canlı toprağa gömme, eski Yunan baldıranı, Cengiz Han’ın suçlunun  kaburga veya boynunu kırdırması, Asurluların  nehiri, ‘kırk katır veya kırk satır’ motifi, (İslam’da şeytan) taşlama ...  uygulamaları, bireyi kurallara uygun ("yasal")  farklı öldürme biçimleri olarak, eski  toplumun  gelişigüzel  tercihi  olarak ortaya çıkmazlar.

Eski  toplumda bireyin idam biçiminin şekli  ve ayrıntıları, o topluluğun eski kültür  kaynaklarını; kutsal inanç özelliklerini yansıtır. Kurallara bağlı eski öldürme  biçimlerinin ayinle ilgili özelliği, konumuzun  insanbilim bakımından ele alınmasını zorunlu kılar.

Kurallara dayalı öldürme  biçimlerinin tümü, öldürme ediminin hazırlık ve uygulama  dönemi ile ölüm sonrası bakımından da, ayinsel özelliğiyle yaşanmaktadır. Burada, toplumsal bir edim olarak linç geleneğini   “dizginlenmemiş saldırgan kitle” gibi tanımlarla açıklama  biçimlerinin, öldürme edimi sırasına ilişkin  bir ruh hali olması ötesinde bir değer taşımadığını ve taşıyamayacağını görüyoruz. Üstelik kitlelerin bu ruh hali de, bütünüyle  öldürme ritüelinin  tarihteki oluşma nedenleriyle bağ içinde şekillenmiş ve gelişmiş olmalıydı.

Kurallara bağlı öldürme biçiminin  ritüelsel özelliği, bu öldürme biçimlerinin bireyin aidi olduğu toplum birim  içinde oluşmuş olduğunu göstermektedir. Burada, başlangıçtaki hali bakımından, karşımızda bulunan öldürme fenomeni, doğrudan bir düşmanın öldürme  ediminden temelde farklı  özellikler taşımaktadır. Düşman topluluğa ait veya en azından kendi toplum birim aidi olmayan bir bireyin öldürülmesi, bu toplum birim bakımından, kendi aidi bireyin öldürülmesinin örgütlenmesi eyleminden tümüyle farklıdır.

Günümüz toplumları, bireyin eski aidiyet ilişkilerinin dağılmasına  ve yeniden şekillenmesine bağlı olarak, konuyu genel bir idam cezası uygulaması olarak ele almaya başlamışlarsa da, bu, tarihteki özellikleri bakımından  aynı şey değildir. Eski tarihte, topluluğumuz, kendi aidi olmayan bir bireyin öldürülme biçimiyle, kurban  ritüelleri dışında, pek fazla ilgili değildir.(1)

Günümüzde de yürürlükte olan  TCK’nin 12.maddesi, kanun yazıcı tarafından, kuskusuz eski Osmanlı metin ve uygulamalarına dayanarak, öyle ifade edilmiştir ki, kanun metninde bir insanin katledilmesi vahşetinin ayinsel  özelliği, yer yer, bütün yalınlığıyla izlenebilmektedir:

“İdam cezasına mahkûm olan, ana veya baba  kaatili ise, icra mahalline yalınayak, başı açık ve siyah bir gömlek giydirilerek götürülür ve hüküm bu suretle infaz olunur. Asılan kimsenin cenazesi merasim yapılmadan gömülmek üzere mirasçılarına  verilir. Mirasçıları olmadığı veya kabul etmediği takdirde Belediye tarafından gömdürülür..”(2)
                                                                  
Topluluğun kendi aidi olan bir bireyi cezalandırma edimi olarak  kabul edilen  bu  ayinsel öldürme biçimlerine daha yakından bakmaya başladığımızda; farklı öldürme biçimlerini sınıflandırmamıza yardımcı olan temel  toplumsal motifler bulunduğunu göreceğiz. Örneğin urgan veya sicim ile boyun veya  kaburga kırarak; hasıra sarılı bireyi  sopalayarak  öldürme biçimlerinde, toplum birimin  “kendi aidi olan bir bireyin kanını dökmeme kuralı”nın  uygulanışı bulunmaktadır. “Kellesi  vurula” fetvalarını vermekten  çekinmeyen Osman oğulları, söz konusu olan  hanedanlık bireyleri olunca, kendi aidi bireyleri  “boğdurarak öldürme”  geleneğine bağlı kalmaktadır.

Bireyin “başının koparılması”, dolayısıyla kanının akıtılması  biçimindeki  öldürme biçimini  Gılgamış anlatımlarından bu yana tanıyoruz. Gılgamış ile Enkidum “sedir ağaçları ülkesi” için çıktıkları seferde Huvava ile karsılaşmışlar, Enkidum onun kafasını kesmişti:

“Öfkelenen Enkidu,
Kesti (Huvava’nın) başını,
Attı bir çuvalın içine,
Getirdiler onu Enlil’in önüne
Açtılar çuvalı, çıkardılar kesik başını
Koydular Enlil’in önüne.

Fakat Enlil bundan  mutlu olmamıştı.
“Neden böyle davrandınız!

(Huvava’ya) el sürdüğünüz için,
Yok, ettiğiniz için adını,
Sizin yüzleriniz kavrulsun,
Yediğiniz yiyeceği ateş yesin,
İçtiğiniz  suyu ateş içsin”(3)

İlyada anlatımlarında da, savaşçıların, düşmanın narin boynunu vücudundan koparabilmek  arzusuyla yanıp tutuştuklarını görürüz.

Toplum birimin kendi aidi bireyi taşlayarak öldürme biçimi, öteki öldürme türlerinden  ayıran temel  yan, cezalandırma edimi sırasında, topluluğun, cezalandırılan bireyin  vücuduna dokunmasını gerektirmiyor, hatta engelliyor  olmasıdır. Ölüm sonrası için ise, ‘ölüye dokunma’ yasağı, taşlayan toplum bireyleri ile  “ölü vücut”  arasında bir temasın kurulmasını engelliyordu. Musa yasalarında  aşırı vurgu içinde yer alan  ‘kirlenme’ kavramı, her şeyden daha çok “ölü ile kan”a  “dokunma” konusuyla ilgili olarak yer almaktadır. Yasalar, ‘Kirliye’ dokunanın da ‘kirli’  kabul edildiğini yazmaktadır:

"Herhangi bir insan ölüsüne dokunan kişi yedi gün kirli sayılacaktır.”

Bu yasak Rahipler  için  daha da geçerli kılınmıştır:

“(Rahip) Hiçbir ölüye yaklaşmayacak.
Ölen annesi, babası bile olsa kendini kirletmeyecek.”
( Lev.21: 11)

Kan veya ölü’ye dokunma ile ortaya çıkan ‘kirlilik’ durumunun fiziksel bir kirlenme olarak kavranılmadığını, kirli olmaktan kurtulmak için gerekli olan ‘paklanma’, ‘arınma’ ediminin, ‘kirli’ şahsın  sadece elbiselerini yıkaması   ve kurban sunması ile  gerçekleşmesi kuralı ile ortaya konulmaktadır.(4)

Buradaki ‘kirli’lik, asıl  anlamını “ölü ile temastan kaçınma”yı sağlama, yani ölü yamyamlığını  engellenme çabasında   bulmaktadır. Anlaşılıyor ki ölü yamyamlığı, Musa  dönemi İsrael topluluğunda hala çok canlı bir gelenekti.

Ölüye dokunanın ‘kirlenmesi’ ve bu kirli’ye dokunanların da ‘kirlenmesi’ biçiminde bir  bağlantının gerisinde, eski toplumun bir yamyamlık kuralını önlenme çabası bulunuyor gibidir. Bu “zincirleme kirlenme” kuralı, ölü eti yiyen birisinin, topluluğun öteki üyelerinin hedefi olmaktan çıkarılma çabasını yansıtıyora benzemektedir.

Taşlayarak öldürme ile  ölen hedef canlının  eti arasında var görünen ilişkiyi  Musa toplumunda boğa ile ilgili bir hükümde de  görüyoruz:

 “ Eğer bir boğa, bir erkeği ya da kadını boynuzuyla vurup öldürürse, taşlanacak ve eti yenmeyecektir.”

Boğa’nın etinin yenilmesi  bu toplulukça yasak kapsamında olmadığına göre, hüküm, boğanın, bu topluluk aidi bir bireyin katili olması  gerekçesine dayanıyor olmalıdır. Bu “katil boğa” bu nedenle, tıpkı, kendi toplum biriminden birisini öldürmüş bir “birey” gibi ele alınmakta ve bireye uygulanan aynı kuralların hedefi olmaktadır.

Boğa veya benzeri hayvanların, “tıpkı bir insan” gibi ele alınıyor olması, hayvan totem sisteminin  toplum değerlerindeki   o zamanki gücüne işaret  etmektedir.

Eski toplumda, taşlama eyleminin katılımcılarını tanımak, o topluluğun kadın, erkek ve çocuk ilişkilerini de açıklayabilirdi.




(1)  Eski Ahit’te  Musa, genellikle, düşman toplulukların ‘tümünü yok etme’  hedefini Tanrı’ya dayanarak yineler.

"Tanrınız RAB mülk edinmek üzere gideceğiniz ülkeye sizi götürdüğünde, önünüzden birçok ulusu -Hititler'i, Gırgaşlılar'ı, Amorlular'ı, Kenanlılar'ı, Perizliler'i, Hivliler'i, Yevuslular'ı, sizden daha büyük ve daha güçlü yedi ulusu- kovacak. Tanrınız RAB bu ulusları elinize teslim ettiğinde, onları bozguna uğrattığınızda, tümünü yok etmelisiniz. Bu uluslarla antlaşma yapmayacaksınız, onlara acımayacaksınız.” (Yas.7: 1)

Burada, düşmanın kılıçtan geçirilmesi veya başka türlü öldürülmesi, Eski Ahit için pek önem taşımaz.

 (2) Madde 12 - (Değişik: 9/7/1953 -6123/1 md.)                                 
“İdam cezası, buna mahküm olan kimsenin asılması suretiyle hayatının izalesidir.                                                                                                                                             
İdam cezası, mahkümun mensup olduğu din ve mezhebin hususi günlerinde icra  olunmaz. Mahkümlar birkaç kişi olursa birbirinin karşısında asılmazlar. Gebe kadınlar doğurmadıkça, akıl hastalığına duçar olanlar iyileşmedikçe idam cezası infaz olunmaz.                                                              

İdam cezası hükmolunan kimse hakkında mahkümiyet ilamı Temyiz Mahkemesince  tasdik ve Türkiye Büyük Millet Meclisince tasvip edildikten sonra icra mahallinde, mahkeme heyetinden bir zat ile Cumhuriyet Müddeiumumisi, tabip ve zabıt katibi ve hapishaneler idaresi memurlarından biri hazır oldukları halde mahkumun  huzurunda hüküm okunması suretiyle infaz olunur.                                

Mahkümun mensup olduğu dinin ruhani sıfatını haiz bir zat ile mahkümun müdafii dahi cezanın infazında hazır bulunabilirler.                             

İdam cezasına mahküm olan, ana veya baba kaatili ise icra mahalline yalınayak, başı açık ve siyah bir  gömlek giydirilerek götürülür ve hüküm bu suretle infaz olunur.                                                                 

Asılan kimsenin cenazesi merasim yapılmadan gömülmek üzere mirasçılarına    verilir. Mirasçıları olmadığı veya kabul etmediği takdirde belediye tarafından gömdürülür.                                                                    

İdam cezasının infazı sureti hakkında bir zabıt varakası tutulur. Zabıt varakası orada memur olarak bulunan zatlar tarafından imza edilir.(1) 
     

(3) ‘El sürmek”, ‘el basmak’ ‘toprağa yüzükoyun yatmak’, “secde etmek”, ‘yüz kavrulması’ deyimleri, çalışmalarımızda açıklanması önem taşıyan  deyimlerdir.

(4) Eski Ahit:

"Herhangi bir insan ölüsüne dokunan kişi yedi gün kirli sayılacaktır.
Üçüncü ve yedinci gün temizlenme suyuyla kendini arındıracak, böylece paklanmış olacak. Üçüncü ve yedinci gün kendini arındırmazsa, paklanmış sayılmayacak.
Herhangi bir insan ölüsüne dokunup da kendini arındırmayan kişi RAB'bin Konutu'nu kirletmiş olur. O kişi İsrail'den atılmalı. Temizlenme suyu üzerine dökülmediği için kirli sayılır, kirliliği üzerinde kalır.
"Çadırda biri öldüğü zaman uygulanacak kural şudur: Çadıra giren ve çadırda bulunan herkes yedi gün kirli sayılacaktır.
Kapağı iple bağlanmamış, ağzı açık her kap kirli sayılacaktır.
"Kırda kılıçla öldürülmüş ya da doğal ölümle ölmüş birine,
insan kemiğine ya da mezara her dokunan yedi gün kirli sayılacaktır.
"Kirli sayılan kişi için bir kabın içine yakılan Günah
Sunusunun külünden koyun, üstüne duru su dökeceksiniz.”

***


Farklı Öldürme Biçimlerinin Kaynakları-2



19.03.05


 “Ya taşlanacak, ya da okla vurulacak;
 ona insan eli değmeyecek”
(Eski Ahit. Mısırdan Çıkış.19: 13)


Eski toplumda  bireyi ateşe veya nehire atarak, boyun kırarak, canlı toprağa gömerek, kuyuya atarak, kuyu içinde, kutsal alanda veya açık arazide  taşlayarak, kazığa çakarak, boğazlayarak, asarak öldürme biçimlerinin  ayinsel özelliği, eski toplumun bu biçimleri tercih etmesine yol açan  kuralların anlaşılmasına hizmet eder.

Eski toplumda, insan  kurban sunumuna son vermek, insan  canının bedeli olarak sunulan  hayvan kurban veya giderek öteki maddi karşılıklar yoluyla  başlayan bir süreç sonunda  başarılabilmişti.(1)

Doğal olarak böyle bir  süreç, aniden ortaya çıkarak son halini  en basta almış olamaz. Birçok halde önceki insan kurban sunum biçimlerinin, yeni koşullarda  bir ceza hükmü olarak da varlığını sürdürdüğünü de görüyoruz. Bir topluluğun kendi aidi bireyi öldürme ediminin ayinsel özellik halinde gerçekleşmesi, öldürme ritüellerinin, doğrudan doğruya, eski  toplumda insan kurban sunum  geleneklerinden kaynaklanıyor  olmasındandır.

TCK’nun ilgili 12. maddesi, anne veya baba katili  suçluyu  asarak  idam  ederken, hükümlüyü  eğer, hücresinden darağacı meheline kadar ille de  yalınayak gitmeye; başını açık tutmaya; üzerine kara giysiler  giymeye de  yükümlü kılıyorsa ve  onu törensiz gömülmeye  mahkûm ediyorsa, burada, tarihsel bir sürece bağlı olduğumuz çok açıktır.

“İdam cezasına mahkûm olan, ana veya baba katili ise, icra mahalline yalınayak, başı açık ve siyah bir gömlek giydirilerek götürülür ve hüküm bu suretle infaz olunur” hükmü, şu anda yaşadığımız, birkaç bin yıl önceki  eski toplumun kurallar  kalıntısıdır. Hukuku, insanbilimi, kutsal dinleri, ezberlenmiş kavramların dar sokaklarında  arayan uzmanlarımızın  anlayamayacağı kadar büyük bir zenginliktir  bu tür  yasa metinleri! (2)

Eski toplum, kendi aidi bir bireyi öldürmeden önce ve öldürebilmek için, onu önce, kendi aidiyetinden çıkarmak  zorundaydı: Bireyin islediği herhangi bir suç, topluluğa onu öldürme   hakkı verir; eski toplum, ölüm mahkumu suçlu bireyi, aidiyet belirlenim araçlarından yoksun bırakmaya bırakmıştır ama yine de, şimdiki ölüm hükümlüsü  bu topluluğun bir  aidi, ‘yurttaşı’ idi. Bu  durum, topluluğu, “kendi aidi birisinin kanını akıtmama, kanını dökmeme” yollarını aramaya yöneltir. Çünkü kandaş bir toplum birimde  bütün kuralların temeli, bu kandaş topluluğu var eden  “kan bağı” ilişkisidir. Kan, kandaş toplumun  bütün   kutsiyetinin  ve dolayısıyla  dokunulmazlığın  en  temel konusuydu. Sümer-Babil tanrılarının ellerinden hiç eksik olmayan kupalara doldurulanlar, bira, şarap, arak ve şerbet haline dönüşmeden önce kan’dı. İsa, havarilerin kadehlerine  kendi kanı yerine içmeleri için şarabı doldurduğunda önceki kan sunum  geleneğin son örneklerinden birisi olarak davranmış olur. Kadından akan “aybaşı kanı”na (‘kirlenmek’)  dokunma korkusu ile  aynı kadının bekâret zarında gizlediği kan damlalarının saklanacak bir çarşafta  “kutsiyet belgisi” olma özelliği; kandaş toplumun kan ile iç içe yaşama  özelliklerinin birbirini tamamlayan iki yanını verir. 

Eski toplumda, bir düşman bireyle  değil, kendi aidi olan kişiyle  olan ilişki biçimi, farklı öldürme  biçimlerinin de şekillendiricisidir; kan dökerek veya kan dökmeden öldürme ayırımı temelini bu ilişkilerde bulur. Bu yüzden de eski toplumun  farklı öldürme biçimlerinin uygulamasında kan dökme veya dökmeme özelliği, sunum türlerinde bir sınıflama ayracı olarak ortaya çıkar.

Eski öldürme biçimlerinde ve  eski öldürme biçimlerinin sembolik kılınması  demek olan kurban ritüellerinde, Tanrılar, cezalandırılacak kişinin aidiyet ilişkisine bu nedenle  çok önem vermiş; aidiyet konusunu öldürme biçiminin  seremonyal uygulanışının her aşamasında  gözetmişlerdir. İnsan   veya  hayvan kurban törenlerinde, tanrıların, eski toplumun   bu aidiyet ilişkilerine, iç ve diş yamyamlık özelliklerine tam olarak uygun davranmış olduklarını  görüyoruz.

Kurbanın, gece veya gündüz sunulması  hükmü, bireyin farklı öldürme biçimlerinde karsılaştığımız  zamana konusuna  işaret eder. Eski Ahit’teki tanrı, “kumru, güvercin veya sıpa’nın  boynunun kırılmasını ama   koparılmamasını” istemiş ise, İsrael topluluğu da kendi aidi bireyin kanını akıtmadan, başını koparmadan  öldürür. Buna karşılık  boğazlanmayan ve kanı akıtılmayan kurbanı kurbandan saymayan  İslami gelenek, günümüzde Suudi Arabistan’da idamı “kılıçla kelle kesmek”  olarak uygular. Irak’ta radikal İslami gurup üyelerince, rehinelerin ‘koyun boğazlar gibi boğazlanmaları’ da  gazetelerimizde  “vahşet haberleri” olarak yer alır.

Kurallara bağlı olarak gerçekleşen ve eski dinde yasal olan, taşlayarak öldürme biçimi, ilgili topluluğun, kendi aidi bir bireyi, kanını  dökmeden ve hükümlüye (ve  cesedine)  “el değdirmeden öldürme” yanlarıyla öne çıkmaktadır.

Taşlayarak  öldürme anlatımlarına, Eski Ahit’te birçok kez rastlıyoruz. İsrael topluluğunun Musa döneminde yeniden  şekillendirilmesini anlatan yasaları ve bunların anlatımları, bireyin  taşlanarak  öldürülmesi   biçimindeki  tercihin  ardında yer alan  motifleri ve dolayısıyla, eski öldürme biçimlerinin  tarihsel sürecini  anlamamıza yardım etmektedir.

Musa, “ölmek için” Eriha karşısında bulunan  Moav ülkesindeki Nevo Dağı'na  çıkmadan  önce, bir çeşit vasiyet  olan  kutsama konuşmasında   şöyle demişti:

"... Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldırmalısınız.
Öz kardeşin, oğlun, kızın, sevdiğin karın ya da en yakın dostun seni gizlice ayartmaya çalışır, senin ve atalarının önceden bilmediğiniz, dünyanın bir ucundan öbür ucuna dek uzakta, yakında, çevrenizde yaşayan halkların ilahları için, 'Haydi gidelim, bu ilahlara tapalım’ derse, ona uymayacak, onu dinlemeyeceksin.
Ona acımayacak, sevecenlik göstermeyecek, onu korumayacaksın.
Onu kesinlikle öldüreceksin.
Onu, önce sen, sonra bütün halk taşa tutsun.
Taşlayarak öldürün onu.”
(Yasalar.13: 11)

İsrael topluluğu, Mısır’dan çıktıktan sonra Musa döneminde  yeniden şekillendirilirken, birçok kez  iç katliamdan geçmiş, muhalefetten arındırılmaya çalışılmış görünüyor. Eski Ahit’te buna ilişkin iz ve anlatımlar bulunuyor. Fakat bütün bu katliam veya öldürme edimlerinde, Musa dönemi yasalarının  ‘aranızdaki’ kötülük  saptamasına  bağlı kaldığını da görüyoruz. Onun, “yabancı” bir topluluğun bebek, kadın, erkek ve hayvanlarıyla  birlikte bütünüyle “kılıçtan geçirdiği”, bazen  “kılıçla doğradıktan” sonra   üstelik “yakarak” yok etme örnekleri de bulunmaktadır.

Fakat bütün bu öldürme türleri kullanılırken, Musa döneminde, öldürülecek birey veya toplulukların aidiyet ilişkilerine ve eski kurban sunum biçimlerine   büyük ölçüde  dikkat gösterilmiştir. “Boynu kırılması gereken”in  boynunu kesmemişler; “başı koparılmaması gerekeni”, ateşte “bütün halinde” kızartmışlardır vb.

Musa, tanrının yazacağı ilk taş tabletleri getirmek için, 40 gün süren ilk  Sina dağı yolculuğuna  çıkmadan önce Tanrı ona:

"Git, bugün ve yarın halkı arındır, giysilerini yıkasınlar."

demişti.

3. gün’e gelindiğinde, “Sina Dağı'nın her yanından duman tütüyordu”. Çünkü Tanrı  dağın üstüne ateş içinde, ateş olarak inmişti. Sina dağından ocak dumanı gibi dumanlar çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu. Tanrı, bu sırada Musa’ya buyruk vermiş, kendisinin ateş içinde indiği, ateş ve duman olarak göründüğü Sina dağı’na hiçbir  canlı varlığın yanaştırılmamasını, yanaşanların derhal öldürülmesi gerektiğini   emretmişti.

Fakat Tanrı, böyle kutsal bir anda, “ateş ve duman olarak” Sina dağına inerken bile, kendini görmek için dağa çıkmaya yeltenen canlıların “hangi biçimde öldürülmesi gerektiğini” ve “neden öyle öldürülmesi gerektiğini” açıklamayı çok önemli bulmuş, unutmamıştı:


“Ya taşlanacak, ya da okla vurulacak;
ona insan eli değmeyecek.”

Kan akıtıp akıtmamak kadar, kurbana  insanın “elinin değmiş olup olmaması” da eski toplumun öldürme biçimlerinin belirleyici noktalarından birisidir.

 ***************

(1) En küçük bir kural dışı davranışın  bedelini  öldürmekte arayan eski toplumun bu  yapısını, uzun bir tarihsel döneme yayılan iç ve dış yamyamlıkla  belirlenen  yapısından bağımsız ele alamayız.

İnsan kurbanın bir  hayvan kurbanla yer değiştirebilmesini  sağlamak  ve kurban sunumunun bütün yönetimini kendi ellerine alabilmek için  Mezopotamya tanrılarının çekmediği çile kalmamıştır.

Sadece onlarca çeşidi olan  öldürülme  biçimleri üzerine değil, kurbanın kuşluk vakti mi, yoksa gece yarısı mı sunulacağı; et ve organlarının kimler arasında nasıl paylaştırılacağı, hangi bolümdeki yağların  kimlere ait olacağı, kurbanı ateşte kızartarak mı, suda haşlayarak mı ya da çiğ mi yemek gerektiği  üzerine tanrıların insana  döktükleri dillerin, verdikleri emirlerin  anlatımları, bunları yasalaştırırken karşılaştıkları zorluklar yanında, İsa’nın sonraki çilesi hiç kalır.

“Kuşun boynunu kırmalı, ama başını koparmamalı” gibi ayrıntılar, eski tanrıların işlerinin hiç de kolay olmamış olduğunu gösteriyor. Öyle ki, tanrılaşan insanın da, insana sunulan bir  kurbandan başka bir şey olmadığını, İsa örneğinde yeniden göreceğiz.

(2) Burada, kanun yazıcının dilinde, örneğin, ‘yalınayak götürülür’ halini almış olan  konu, eski toplumda, bireyin, aidi olduğu toplum birimden çıkma-çıkarılmasının, sembollerinden birisi olan, çarık, sandalet, ayakkabı ile ilgili idi. Sümer ilahilerinden bu yana   “ (kutsal)çarık-sandal” kavramını ve önemini tanıyoruz.

Musa, çölde, tanrıyı “ateş halinde” gördüğünde, Tanrı ona derhal “sandallarını ayağından  çıkarmasını” emretmişti, çünkü Musa o anda “kutsal bir alanda” bulunuyordu.

Oğlu olmadan ölen ağabeyinin dul karısı ile evlenmekle yükümlü olan  Musa toplumundaki  genç adam, yengesi ile  evlenmez veya evlenmek  istemezse, yenge, onun ayaklarından “çarığını çıkarır, yüzüne tükürür ve bu genç adam Israel topluluğundan böylece atılmış” olurdu:

“….kardeşinin dul karısı ileri gelenlerin önünde adamın yanına gidecek,
onun ayağındaki çarığı çıkaracak,
yüzüne tükürecek
ve 'Kardeşine soy yetiştirmek istemeyen adama böyle yapılır’ diyecek.
Adamın soyu İsrail'de 'Çarığı çıkarılanın soyu’ diye bilinecek.” (Eski Ahit)

Kutsal, tanrısal kardeşleşme alanlarına, tapınaklara, camilere giren birey, aidi olduğu toplum birim simgelerinden kurtulabilmek için, içeriye yalınayak girmeli, başını (örtmeli) (açmalıydı). Birey, savaş maksadıyla değil dostluk maksadıyla geldiğini göstermek için, ziyaret ettiği eve girerken, şapkasını, silahlarını ve bu arada ayakkabı, çarığını kapının eşiğinde bırakmalıydı. Bu, İlyada’da da böyleydi, Anadolu’nun başka alanlarında da.

**


Farklı Öldürme Biçimlerinin Kaynakları-3 (Çocuk Kurbanı)


                                                                                         “Tanrıya  koşulsuz adanan insan
 para karşılığında kurtarılamayacak,
 kesinlikle öldürülecektir.”
(Eski Ahit.)


Eski toplumun “çocuk kurban sunum” uygulamasının, Muhammed döneminde de   sürmekte olduğunu  görüyoruz:

“Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın.
Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz.
Kuşkusuz, onları öldürmek büyük bir günahtır.”
(Isra Suresi.31. Ayet)(1)

Kuran’daki :
“Diri diri gömülen kız (çocuğuna) sorulduğunda
(“et qu'on demandera à la fillette”)
hangi suçtan öldürüldü diye,
defterler açıldığında,....”
(Tekvir Suresi)

biçimindeki  bölüm (şiir, ilahi)  ise, “toprağa diri diri gömülen”  kız çocuklarla ilgili olmalıydı.

6–7. yy.larda, Arap toplumunda çocuk kurbanının  gerekçesinin, ‘yoksulluk’la bağlantılı  bir konu gibi algılanmaya başlanmış  olabileceğini kabul etsek bile, çocuk kurban sunum fenomeninin  başlangıçtaki  kaynakları , ‘yoksulluk’ veya   ‘geçim endişesi’  olmadığını ve olamayacağını biliyoruz.

Kuran’da birçok kez,  Musa döneminde, Mısır’lıların  İsrael topluluğunun “erkek çocuklarını öldürdükleri”  anlatılır:
“ Hem hatırlayın ki, bir zaman sizi Firavun'un ailesinden kurtardık.
Size azabın en kötüsünü reva görüyor, oğullarınızı  boğazlıyor ve kızlarınızı sağ bırakıyorlardı.
( Bakara Suresi.49. Ayet) 

Demek ki, hiç olmazsa, Musa döneminde, İsrael  erkek çocuklarının  (daha tam ve başlangıçtaki haliyle ‘ilk erkek çocuk’larının ) “Firavun ailesi tarafından”  öldürülmesi bir  yoksulluk gerekçesine dayanmıyordu.

Bu  dönemde  Arap toplumlarında, baba toplum birim aidiyetine geçme sürecini en geç tamamlamış  evlat olan  kız çocukların, erkek evlada göre  daha çok kurban ediliyor olmasının başlangıçtaki temeli   yoksulluk  gerekçesi değildi. Avrupalı bilim adamlarımız arasında pek makbul sayılan  ‘doğu toplumlarının  kadını aşağılaması’ motifi ise hiç değil!

Eski  Mısır ve Musa toplumu, ağırlıkla erkek çocuk (‘ilk oğul’) kurbanı sundukları için  ‘kadın cinsi savunucusu’ sayılamaz!

Geç dönem Arap topluluklarında uygulandığı anlaşılan kız evlat ağırlıklı  kurban edimi de  ‘kadını hakir gören barbar doğu’ özelliği ile açıklanamaz…

Töreler, birçok halde, başlangıçtaki  gerekçeleri bakımından,  toplumsal gelişmeye bağlı olarak bozulma süreci geçirir, dönüşür ve başkalaşıma uğrarlar; gerekçeleri tanınamayacak kadar değişir. Toplum, eğer bir kurumu, kendisiyle birlikte  taşıyarak yaşatıyorsa, onu, andaki topluluk bakımından kabul edilebilir hale getirmekte; o kuruma, şimdiki toplumun görevlerini de aktarmaktadır. Toplumsal kurum veya  fenomenlerin  andaki yapısının daha ötesine  geçemeyen görgücül  ve kurumsal sosyolojinin çıkmazı, bu bakımdan, bizi, toplumsal kurumları incelerken, onun tarihsel geçmişini ele almaya; başlangıçtaki yapısını incelemeye çağırır.

Erkek ve kız evlat kurbanı, ‘fukaralık veya cehalet’ gerekçeleriyle açıklanamazdı. “Cahilliye dönemi” biçimindeki gerekçelendirme, bilgisiz Türk politikacılar tarafından  bile herhangi bir konuyu açıklama zorluğundan kurtaran tılsımlı kavram gibi ele alınıyor. Bu  tür açıklamalar, belki, sonraki bir dönemde, görünür gerekçelere dayanıyor olsa  bile, eski toplumda  genel olarak varlığını saptadığımız çocuk kurban sunumu, barbar toplumun uygarlık yolundaki ilerleyişinin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır.

Başlangıçtaki, kadın ve erkeğin  toplum birimlerinin, doğan evlatlarla olan  aidiyet ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi döneminde, çocuk kurbanı, tıkanan  toplumsal yapının aşılmasının  çözüm biçimlerinden birisi olarak da kullanılmaya  başlanmıştı. Önceki   akrabalık ilişkilerinin alt-üst olduğu bu dönemde, yamyamlık geleneğini sürdürmekte olan  eski toplum, çocuk kurbanını, daha çok da (ilk)  erkek çocuk kurbanını sistemli olarak sürdürmüş   görünüyor. (2)

Eski toplumda, “ana toplum birim” aidiyetinden “baba toplum birim” aidiyetine “ilk geçen evladın”   ilk oğul  olması, çocuk kurbanının sistemli olarak “ilk oğul” ile başlamasının nedenlerini verir: Toplum birimler arasında   karşılıklı cinslerin  sınıflayıcı  toplu  evlilik ilişkileri sürerken, kadının, karşı toplum birim erkeğine gelin gitme aşamasına  ulaşılan noktasında, karşımıza, çözümlenmesi mutlaka gerekli olan  yeni  akrabalık, miras ve kadının  gelin geldiği topluluğa aidiyet, geçiş, iniciation  sorunları  çıkar.

Eski toplum, Dum (Dumu) (Oğul)’un, kurban edilmekten kurtulmasını, onu   tanrısal  kılmaya başlayarak sağlamış görünüyor. İnsan kurban’ın bir kurtarıcısı hayvan totem olmuş ise, öteki kurtarıcısı da, uygun zamanlarda  topluma müdahale eden  ‘Tanrı’dır. Tanrı, insan kurbanın giderilmesinde, toplumsal gelişmeyle birlikte   adım adım ilerlerlemiş; kurban üzerinde, insanlara karşı   hak üstünlüğünü ele geçirmişe benziyor. Birçok noktada  Sümer-Akad geleneğinin yeniden canlandırılması olan  Musa döneminde, Tanrı’nın  sözleri bize böyle bir karşılaştırma yapma olanağı sunuyor.

Eski Mısır’lıların  bütün “ilk oğul ve ilk hayvan yavruları”nı  boğazlayarak kanlarını Nil nehrine sundukları  bir kutsal bayram günü   Mısır’dan ayrıldıkları anlaşılan  İsrael topluluğunun tanrısı, ilk müdahalesini bu sırada yapar. “İlk oğul  kurbanı”nın yerine  bir “hayvan kurban” sunumunu emreder ve  daha önce kurban olarak sunulan bütün “ilk oğul”ların hepsini  sahiplenir:

“Bütün ilk doğanları bana adayın!
İsrailliler arasında insan olsun, hayvan olsun, her rahmin ilk ürünü bana aittir." 

Tanrının   bu ‘ilk ürün’ kurbanlarını  sahiplenişi, derhal kurban ediminin son bulması anlamına gelmez. Kurbanların tüketimi topluluk bireylerinin elinden alınır, tapınağa doğru yönlenir. Yine de  Tanrının Kurban oğul (ve kızlar)a  sahip çıkışı, bu   evlatların,  doğrudan kurban edilmekten kurtulabilmeleri yolunda  önemli bir adımdı ve kurban yerine  hayvan veya para  diyetleri ödenmeye başlanması  ile bu süreç ilerleyecek, eski toplumun insan kurbanı, belirli ritüellerde sembolik olarak öldürülme yoluyla  fiilen ortadan kalkmaya başlayacaktı.

Günümüz modern insanı, ‘su’ ile vaftiz olurken, ateş yığını üzerinden atlarken, sembolik ölümü gerçekleştirerek yaşamını garantiye alabilmiş olduğuna göre, “su, ateş, toprak ve  kan” kutsallığı önünde eğilen eski insan, bu nedenle  ‘cehalet’le suçlanamaz.

Hayvan kurban  ritüellerinin  ve vaftiz törenlerinin (İslam’da toprak teyemmüm ve  su abdestinin)  ardında, “cehalet” değil,  insan kurban eski  ritüellerinin derin izleri bulunur. İnsan  kurbanın, kurban  edilmekten kurtulma sürecinde, Tanrının  ortaya çıktığı anlar, değişik toplumsal düğümlerin çözülebilme olgunluğunun oluştuğu anlardır da aynı zamanda. Yönetimi artık Tapınağın eline geçmiş olan ve tapınak sunakları dışında sunumu yasaklanan  insan kurban ritüelinde, muhataplarımız  şimdi, insanlar namına, tanrı(lar) ile  onun  sözcü rahip(ler)idir artık. Kazanıyla birlikte “cadı kocakarılar” çoktan  gönderilmiş; fakat kutsal kazan, “su ile arınma” aracı özelliğiyle, örneğin İsrael topluluğunun gezgin tapınağının (Buluşma Çadırı) kapısında özenle korumaya alınmıştı.

Tapınak hiyerarşisinin, Tanrıya adanmış, vakfedilmiş ve süreç içinde fiilen kurban edilmekten uzaklaşmış olan  bu kutsal erkek ve kutsal  kadınlar aracılığıyla şekillenmiş olduğunu görüyoruz. ‘Adanmışlık’ kavramı, kurban edilen veya edilecek  olmaktan  çıkmaya ve tanrı hizmetkârı  olmaya  , ‘tanrıya adanmış hayat’  anlamına doğru evrilir.

Musa döneminde Tanrı, İsrael topluluğunun bütün “ilk doğan erkek çocuk”larının aidiyetinin kendinde olduğunu ilan ettikten sonra, bunları  “Levililer” olarak kutsal görevlerin yönetimine getirmişti. Ruhani düzeneği, daha önce kurban edilen, tanrının “sahip” çıkmasıyla da, giderek kurban edilmekten  kurtarılan bu kesim aracılığıyla oluşturacaktı. Sümer Akkad kutsal fahişe veya rahibeleri; evlilik hakkı olmayan, hadım edilmiş rahip ve öteki görevliler... erken  dönemin tanrıya  kurban olarak sunulan erkek ve kız çocuklarının takipçisidirler.
Kurban edilme  yükümlüğünü satın alarak; et ve kanının varlığına karşılık düşen  “diyetler” ödeyerek kurban edilmekten kurtulan insan, daha fazlasını vermeye bile hazırdı; Tanrı da istemeye:

“Bütün ilk doğan oğullarınızın bedelini ödemelisiniz.
Kimse huzuruma eli boş çıkmasın.”

Tanrı, daha sonra da Musa’ya, önceki kurban geleneğinin maddi karşılıkları olduğu şüphesiz  olan ‘diyetlerle’ ilgili olarak da şöyle demişti:

"İsrail halkına de ki,
'Eğer bir kimse RAB'be birini adamışsa,
senin biçeceğin değeri ödeyerek adağını yerine getirebilir.
Bu değerler şöyle olacak:
1 aylıktan 5 yaşına kadar oğlanlar için 5 (kutsal yerin şekeli),
Kızlar için 3 şekel ("1 kutsal yerin şekeli" yaklaşık 10gr.)gümüş,
5 yaşından 20 yaşına kadar erkekler için 20,
kadınlar için 10 şekel.
20 yaşından 60 yaşına kadar erkekler için 50 şekel  gümüş,
kadınlar için otuz şekel.



Eğer 60 ya da daha yukarı yaşta iseler, erkekler için 15  kadınlar için 10 şekel.
......
RAB'be sunulacak adak O'na sunu olarak sunulabilecek hayvanlardan biriyse, kabul edilecektir.
O'na böyle sunulan her hayvan kutsaldır.
Eğer adak RAB'be sunulamayacak kirli sayılan hayvanlardan biriyse, kâhine götürülecektir.
Hayvan iyi ya da kötü olsun, kâhin ona değer biçecek. Biçilen değer neyse o geçerli olacak.
Ama sahibi hayvanı geri almak isterse, kâhinin biçtiği değerin üzerine beşte bir fazlasını katarak ödemelidir.
....
İlk doğan hayvan RAB'be aittir. İster sığır, ister davar
olsun, kimse onu RAB'be adayamaz. Çünkü o  (zaten) RAB'bindir.

Ama ilk doğan hayvan kirli sayılan hayvanlardan biriyse, kişi kâhinin biçeceği değerin beşte bir fazlasını ödeyerek hayvanı geri alabilir. Geri alınmazsa, hayvan biçilen değer üzerinden başka birine satılacaktır.

İster insan, ister hayvan, ister aileden kalma tarla olsun, RAB'be koşulsuz adanan hiç bir şey satılmayacak ve geri alınmayacaktır. Çünkü RAB'be koşulsuz adanan her şey RAB için çok kutsaldır.

RAB'be koşulsuz adanan insan para karşılığında kurtarılamayacak, kesinlikle öldürülecektir.
İster toprağın ürünü, ister ağacın meyvesi olsun, toprakta yetişen her şeyin ondalığı RAB'be aittir. RAB için kutsaldır.

Kim ondalığının bir bölümünü geri almak isterse, değerinin üzerine beşte bir fazlasını katarak ödemelidir.
Bütün sığırlarla davarların ondalığı, sayımda çoban değneğinin altından geçen her onuncu hayvan RAB için kutsal sayılacaktır.

Hayvan sahibi hayvanları iyi, kötü diye ayırmayacak, birini öbürüyle değiştirmeyecektir. Değiştirirse, değiştirilen hayvanların ikisi de kutsal sayılacak ve karşılığı ödenip geri alınamayacaktır."

Tanrı’nın, İsrael topluluğunu yeniden şekillendirirken Musa'ya Sina Dağı'nda  bildirdiği buyrukların bir bölümü  bunlardı.


(1) Bu bölüm, farklı tercümelerde şöyle veriliyor:

(“Bir de züğürtlük korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin! Onlara da rızkı Biz veririz, size de...
Onları      öldürmek elbette büyük bir cinayettir.”)

(“Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.
Onları da sizi de biz rızıklandırıyoruz..”
Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur.”

(2) Önce baba’nın oğlu ve giderek ‘ilk oğul’u olan ve bu noktaya gelene değin kurban edilen  ‘ilk oğul’ ile ilgili ayrımlar, Eski Ahit’te de çok somuttur:

"Eğer bir adamın iki karısı varsa, birini seviyor,
öbüründen hoşlanmıyorsa; iki kadın da kendisine oğullar
doğurmuşsa; ilk oğul hoşlanmadığı kadının oğluysa;
Adam malını miras olarak oğullarına bölüştürdüğü gün
sevdiği kadının oğlunu kayırıp ona ilk oğulluk hakkını veremez.
Hoşlanmadığı kadının oğlunu ilk doğan oğul olarak tanıyacak ve ona bütün malından iki pay verecektir. Çünkü bu oğul babasının gücünün ilk ürünüdür. İlk oğulluk hakkı onun olacak."


***

 

ENKİ’NİN TAŞLANMASI VE ŞEYTAN TAŞLAMA



Kurdukları kardeşlik  ittifakı, aralarındaki   zıtlıkların korunmasını gerektiriyor olsa ve bu nedenle  her biri  kendi öz törelerine bağlı kalmaya çalışıyor olsalar  da, yine de, eski toplum birimler  arasındaki  ittifak yaşamı,  tarafların  kaçınılmaz  bir yakınlaşması  ile sonuçlanmış olmalıdır. Tıpkı günümüzde farklı ulusal topluluklar arasındaki kaynaşma eğilimine karşı durulamaması gibi.

Eski toplumda tanrıların tekleşme süreci, bu bakımdan, törelerin de ‘bütünleşme’  süreci demektir aynı zamanda. Tıpkı günümüzde farklı dinlerin tek bir din halinde evirilme süreci yaşıyor  olmaları ve ulusal, yöresel, dinsel farklı törelerden bazıları elenirken, bazılarının  evrensel kabul yönünde ilerlemekte olması  gibi.

Eski toplumda, ittifak kurucu  görece küçük toplum birimler, bu süreç içinde, geçişme, kaynaşma yoluyla yeni bir toplum birim halinde şekillenirlerken; bu arada her birine ait önceki toplumsal kurumlar da (töreler) birbirleri içine geçmeye başlarlar. Hiç olmazsa, yeni nesiller, farklı törelerin  orada alt bileşenler halini aldığı bir ‘tek’ ritüelin sahibi olmuşlardır artık. Modern dönemin ‘bir tek ritüeli’ içinde, kaynakları bakımından birbirine özünde  zıt  kurumların da  var olabilmesinin nedeni budur. Tamamen farklı  toplumsal dönem ve işlevlere ait olan kurumların birbirine ulanmış, birbiri içinde erimiş  örneklerini, diyelim ki, düğün tören’lerinde  bastan sona izlemek mümkündür. Böyle durumlarda ayinle ilgili  sürecinin analitik yorumu, kaynaklara ulaşma  bakımından, çok daha gerekli hale gelir.

Eski Ahit’e göre Abraham, oğlunu, İshak’ı kurban etmek  istediğinde, başını vücudundan ayıracak  ve sonra da kutsal  ateşe atacaktı. Buradaki haliyle ‘tek’ bir ayinle ilgili süreci olarak tanımlanan bu tören, kurbanın başını  keserek (‘kan  akıtarak’) ve ateşte  yakarak öldürme  biçimli farklı iki ritüelden  oluşmaktaydı. Anlaşılıyor ki, daha Abraham sırasında, önceki ittifaklar  böyle bir kaynaşmanın ürününü vermişti. Eski Ahit’in  İsak’a ilişkin sunum anlatımı, daha önceki çağların iki  farklı ritüelinin   a+b olarak birbirine ulanmış, ‘tek’leşmiş halidir.

İslami yorumda, Abraham’ın kurban edilecek  oğulu İsmail’dir ve  kurban ritüelinde  ‘ateşte yakma’ sunum biçiminden söz bile edilmez. Ateş kültünü, ittifak halinde olduğu karşıt topluluğa ait gören bir geleneğe dayanan (“insan topluluğu ve cin-melek topluluğu”; “insanoğlu ve tanrıoğlu”... gibi ayrımlar buna bağlıdır) İslam’da ateş, bu nedenle, şeytan’ın yaratılış  ve cehennemin  eza aracıdır; bir kutsama aracı ise, hiç değildir. Şiilik veya Aleviliğin İslam içindeki yerini, su-suzluk motifli Kerbela; Ali, Ömer vb.kişilik öğeleri ile değil de, Sümer-Akad eski gelenek kökenleri temelinde anlamaya çalıştıkça, bu konunun, “Su ile Ateş”, “Gök ile Yer”  ikili kült birliği halinde sürüp gelen ana çizgilerin İslam içine yansımış halinden başka bir şey olmadığını  göreceğiz.

Abraham’ın oğul kurban sunum anlatımlarında, sunumundan önce veya sonra, kurbanın  (sunucunun değil) su ile gerçekleşen  kutsal  bir arınma işleminden de bahsedilseydi; Sümer-Akad geleneğinde başlangıcından bu yana  tanımış olduğumuz üç önemli farklı sunum biçimini, ‘tek’ bir ayinle ilgili içinde  birbirine eklenmiş haliyle de  tanımış olacaktık. Yakılarak veya toprağa gömülerek defnedilen ölü bedenin, bu törenlerden  önce  mutlaka   yıkanması kuralını, İlyada anlatımları ve İslam uygulaması tamamlar.

İslam dinini, Muhammed’in varlığı, sözleri ve davranışlarıyla açıklama tarzı, garip bir şekilde, böyle davranmanın amaçlarına da  ters olarak, Muhammed’in önemini öne çıkarır. Oysa İslam, tıpkı öteki kutsal Mezopotamya dinleri gibi, Sümer-Akkad  kaynaklı eğilimlerden birinin sadece yeniden  şekillendirilmesinden ibarettir. Bu bakımdan, Müslümanların Hac sırasında Şeytan Taşlama rituelininin kaynaklarını,
putperestlik döneminden kalma eski bir Arap geleneği”nde, kutsal saçmalıklarda, vb. değil, Sümer-Akad kaynaklı kültür alanlarında aramaya  çalışmak gerekecektir.

Toplumsal bir geleneğin nedenleri ve anlamı, onun bir önceki dönem geleneklerinin devamı olduğuna atıfta bulunularak  açıklanmış sayılmaz. Putperestlik dönemi geleneklerinin de önceli ve bir kaynağı olması gerekliydi. Sözü çok edilen  ‘bilimsel yanıt’, bu bakımdan gelenek öncellerinin kaynakları ortaya çıkarılarak  oluşturulabilir. Şeytan Taşlama ritüeli, hem ‘taşlama’ yönü ve hem de ‘şeytan, melek, ejderha, ikiz-kardeş, ikili karşıt toplum birliği’ yönü bakımlarından, İslam veya  ondan önceki ‘Arap putperestlik dönemi’nde  ortaya çıkmış değildir; daha öncesi vardır.

Şeytan Taşlama  ile ilgili olabilecek bir taşlama  motifine, simdi Kâbe olan kara taş’a da ad vermiş olması gereken Enki ile ilgili eski bir ilahide rastlıyoruz. Bu ilahi şöyleydi:

“Geçmiş günlerde,
Geçmiş uzak günlerde,
Geçmiş gecelerde,
Geçmiş uzak gecelerde,
Geçmiş günlerde,
Geçmiş  uzak günlerde,
Geçmiş günlerde,
Gerekli her şey var edildikten sonra,
Gerekli her şey   emredildikten sonra
Tapınaklarda ekmek yendikten sonra
Fırınlarda ekmek piştikten sonra,
Gök  Yer’den  uzaklaştıktan sonra,
Yer Gök’ten uzaklaştıktan sonra,
İnsan’a ad verildikten sonra,
An Gök’ü  aldıktan sonra,
Enlil Yer’i aldıktan sonra
Ereşkigal’e ölüler diyarı (yeraltı) verildikten sonra,
Yelken  açtıktan sonra,
Yelken  açtıktan sonra,
Enki Baba, Kur’a (Ölüler Diyarı-Yer Altı’na) yelken açtıktan sonra,
Kırala (Enki Baba’ya)  karşı  küçükler atıldı
Enki'ye karşı büyükler   fırlatıldı.
Küçükler, elin taşları,
Büyükler, kamışların „dans eden"  taşları,
Enki'nin gemisinin omurgası,
Savaşta hücum eden fırtına  gibi gömüldü;
Kırala karşı sular geminin tepesinde
Kurt gibi yuttu,
Enki'ye karşı sular geminin arkasına
Aslan gibi çarptı.”

İlahimiz  bu haliyle ve burada kullanılan  ‘Yer, Gök, Gemi’ gibi   kavramların günümüzde anlaşılan  ‘Yer, Gök, Gemi’yi  anlatmış olduğu  varsayılırsa, Enki’nin ‘gemi’sinin  taşlanması olayı, garip bir anlatım olarak görünmektedir. Zaten Bay Kramer dahil, öteki yorumcularımız, ilahilerin  kullandığı ‘Gök’ kavramının gök’ü, Yer kavramının yer’i, daha çok da ‘kozmik yer ve kozmik gök’ü anlattıklarını düşünmekte; ‘gemi’ kavramının da bir ‘gemi’yi anlattığından yola çıkmaktadırlar. Bay Kramer bu ilahide, Enki’nin Kur’a karşı bir sefer düzenlediği, Kur (Yer altı, Cehennem)  ile yürüttüğü  savaşın işlendiği kanısındadır.
Fakat kendimize  sorma zamanı gelmiştir: Eski   ilahi metinleri, gerçekten, hep,  ‘kozmik dünyaların’ hayali tanımlamaları olarak mı ortaya çıkmıştır? Böyle düşünmeyi gerektiren kanıtlar nerede bulunuyor? Apış arasını  henüz örtmüş ‘ilkeller’,nasıl oluyor da 21. yüzyıl insanının bir türlü yorumlayamadığı, anlamakta zorlandığı  zenginlikte  ‘hayal ürünleri’ ortaya çıkarabiliyorlar?

Arkeolojik bulgular hesaba katılırsa, ortaya çıkışından, en az 10–15 asır sonra, ezber olarak anımsanan biçimiyle ve bu arada kavramların değişen yorumları temelinde  yazıya kaydedilmeye başlanmış olması gereken Sümer-Akkad ilahileri, başlangıçtaki yapıları bakımından, eski toplumun en gerçek ilişkilerini tanımlayan  birer  tarih aktarım biçimleriydi. Bu olguyu bir kez saptayınca, bütün bu ilahi  anlatımları veya  o sırada hala  yarı-barbar yaşayan eski insanın ruh derinliklerinde nasılsa şekillenmiş, şimdi bile çözümü güç  ‘kozmik dünya’ya ilişkin garip ürünler olmaktan çıkmaya;  ana yapıları itibariyle, Sümer-Akad  topluluklarının yaşamış oldukları gerçek tarihin, zamanla doğal olarak bozulmuş, anlatımları olarak şekillenmeye; eski tarihi daha yakından tanımamıza yardımcı araçlar olmaya başlarlar.

Yukarıdaki  ilahi, “Yer’in Gök’ten ayrılması” ve “İnsana ad verilmesi” ile ilgili dizelerden daha önce, “Tapınaklarda ekmek yenmesi”nden bahsetmeyi daha önemli görmüş ise, bu durumu bir  nedene bağlayarak açıklamaya çalışmak gerekmez mi?

İlahinin sunumu ve  dizelerin önem sıralaması, hiç olmazsa bir an  düşünmeyi  gerektirmiyor mu? “Gök’ün yerden ayrılması, Yer’in Gök’ten ayrılması, “İnsana ad verilmesi”  gibi önemli ‘kozmik’  olaylar  ile ‘Tapınaklarda ekmek yenmesi’ gibi son derece basit ve fakat somut  bir olgu arasında nasıl bir bağlantı bulunmuş olabileceğini çözümlemek gerekmez mi?

Gök ve Yer’in, neden ancak “Tapınaklarda ekmek yenmesinden” sonra “birbirinden ayrılmış” olduğu konusunu çözümlemeye çalışmak, bu yönde çözüm denemelerinde bulunmak, uzmanlarımızı, bir anda, konunun gerçek özüne taşıyabilirdi. Çünkü böyle bir ‘kozmik düzenleme’yi , ‘tapınaklarda ekmek yemek’ ile sağlayan eski toplumun, bu sözlerinin, ancak  ortak törensel, kutsal  ziyafetle taçlanan bir ittifak toplantısını anlatmış olabileceği belki görülmüş olabilecekti. (1)

Eski ilahilerde yer alan ve Sümer torunları tarafından  ‘gemi’ diye  aktarılmış bu kelimenin, bir başka içerikten ‘gemi’ tanımına  doğru evrilmiş  olabileceğini düşündüren noktalardan daha önce bahsetmiştik.

Nuh Tufan anlatımınında, üzerinde şekillendiği  bu ‘gemi’ tanımı, Eski Ahit’te, bir çatısı, çatısında bacası olan, 3 katlı  bir yapı  halinde idi ve yapım ölçüleri ile  Enki-EA tanrı tarafından  toprağa  çizilen deseni bakımından ise, daha çok, 50 asır  kadar önceki tapınakları anlatıyor gibiydi. Sümer-Akad anlatımlarında, Tufan’ın, önce,‘bütün tapınaklarda’ başlayan bir  yıkım olarak yer alması da, ‘gemi’- tapınak eşitlemesini onaylar nitelikteydi.

Eski ilahilerde ‘kayık-gemi-sandal’ kavramı, erkek ile kadın arasında  cinsel ilişkisi bağıntısında kullanılan  bir araç olarak da  karşımıza çıkmaktadır. Hem Enlil, hem Enki ‘gençliklerinde’ yani erken dönemlerde, sonraki İnanna veya İştar’ın öncülleri olan  genç kızlarla, nehir kıyısında ve mutlaka bir ‘kayık’  içinde sevişiyorlardı.

‘Kayık’ kavramına, İnanna’nın istekli bir  kutsal çiftleşme anlatımını içeren bir başka ilahide de  rastlıyoruz:

“Vahşi boğa için, bey için, yıkandığım zaman,
Çoban Dumuzi için, yıkandığım zaman,
Yanlarımı  kremle (?) bezediğim  zaman
Ağzımı amberle kapladığım zaman
Gözlerimi kömürle boyadığım zaman,
Onun güzel elinde arslanım şekil aldığı  zaman,
Bey, kutsal İnanna’nın yanında yattığı  zaman,
Çoban Dumuzi,
Süt ve kaymakla kucağı yumuşatacak,
Kadınlık organıma o elini koyduğu zaman,
Onun kara gemisi gibi  o… yaptığı zaman,
Onun "dar" gemisi gibi  o…   yaptığı  zaman
Beni yatakta öptüğü zaman,
Beyimi öpeceğim, ona tatlı  bir kader vereceğim,
Sulgi 'yi, sadık  çobanı öpeceğim,
Ona tatlı  bir kader vereceğim,
Onun arslanını okşayacağım, ülkenin çobanlığını,
Onun kaderi olarak vereceğim.“ (Kramer. TSB. S.248)

Hangi  etimolojik ve ayin türü ile  ilgili  bağların, kadın cinsel organı ve  kutsal mekân ile  ‘kayık’ sözcüğü    arasında,  zamana dayalı bir anlamdaşlık sureci ortaya çıkarmış olduğunu bütün yanları  bakımından şu anda  tam olarak bilemiyoruz. Veriler, Sümer-Akad ataları tarafından  kullanılan “tapınak, kazan, kadın cinsel” organı ile bağlantı halindeki bir kavramın zamanla  “kayık”  olarak  yorumlanmış olabileceğine işaret etmektedir. Bu bakımdan, Enki’nin ‘gemisi’, daha çok kutsal bir mekân tanımı gibidir.

İlahinin  öteki kilit kavramları açıklığa kavuştukça, bu kutsal mekân ve taşlamanın anlamı da belirginleşmiş olacaktır.


(1) İlahinin bu anlamını keşfetmek için, aşiret yapılarının sürdüğü alanlarda, kan veya toprak  davalarının  ‘barış yemekleri’ ile çözümlendiğini arada bir  yazan Bab-i Ali haberleri bile uyarıcı olabilirdi  belki  aslında.


***

İslam’da “Kurban’ın Kusursuzluğu”




İsa’dan önce  yaklaşık 1285–1280 yıllarında, Mısır ile Hitit, Kadeş savaşından sonra, aralarında  yazılı bir antlaşma yapmışlardı.

Ramses II ile  Hattuşili III arasında imzalanmış; Hititçe ve  Akadca olarak da yazılmış bu anlaşmanın bir bölümü (yaklaşık olarak)  şöyleydi:

«Bir kimse Mısır’dan kaçar ve Hitit ülkesine gelirse, Hitit kıralı onu ülkesinde tutmayacak, Ramses'in ülkesine döndürecektir...

Bir ya da iki ya da üç ya da, (daha çok ) … Adam Mısır’dan kaçarlarsa, (onlar da ) Ramses'in ülkesine iade edilecektir…

Bunlar öldürülmeyeceği gibi, gözlerine, ağızlarına ve ayaklarına da dokunulmayacaktır. »

Antlaşma belgesinde  yer alan, kaçak kişilerin  gözlerine, ağızlarına ve ayaklarına da dokunulmayacaktır” hükmünü, onlara “bir kötülük  yapılmaması” biçiminde yorumlamak ve tanıtmak çok yanlış, eksik bir sunum olur. Göz, ağız ve ayaklara  yönelik gösterilen bu hassasiyetin şimdi anlaşılan anlamda ‘sağlıkla’  bir ilgisi olamazdı.

Eski tarihi, onun kayıtlarını, bu kayıtlarda yer alan kavramları günümüzün değer ölçüleri içinde ele alma yanılgılarını artık düzeltmemiz gereklidir.

Bu anlaşma metninde, özel olarak,  göz, ağız ve ayak”ların bilhassa ifade edilmesi, ilgili topluluğun, metine göre, bu uzuvlara o dönemde, neredeyse kişinin “öldürülmesiyle” eşit değerde önem verdiklerini; bu tür organların önemsendiğini gösteriyor.

Bu nokta, bizi, aynı zamanda İslam’ın veya Museviliğin tanrılarının  sunulacak kurbanlarda aradığı  “göz, ağız veya ayak”  bakımından özel  olarak, “sakat” olmaması özel itinasının gerekçelerine de taşımaktadır. Tek gözü  kör, bir ayağı kırık  bir  kurban hayvan, bu tanrıların çok ‘iğrendiği’ sunular arasına girmekteydi. Şimdiki Diyanet de, çok sık olarak, kurban hayvanın şimdi kulağına takılan damganın kurban hayvana bir “halel” getirip getirmediği üzerine  “ dinsel bakımdan açıklamalar” yapmasına yol açmaktadır.

Eski toplumda kişinin uzuvları çok önemli idi, çünkü orada  parmak, el, kol, bacak, dil, dudak, kulak kesme, göz çıkarma, diş kırma”...  kutsal adak edimlerinde ‘sunu organ’ları olarak kullanılmış görünüyor.

Daha sonra bu uzuvlar (en azından bir bölümü) , ceza  işlemlerinin  konusu olarak ele alınmaya başlanmıştı. Bunları  çok açık  kanun hükümleri haliyle Hammurabi ve Assur yasalarında veya  dini kitaplar olarak  Avesta’da, Eski Ahit’te, İncil’de, Kuran’da da buluruz.

-“Eski kulağı kesiklerden..”;
- “kızını dövmeyen dizini döver”;
- “başım gözüm üstüne”;
-“ iki gözüm çıksın; önüme aksın...” ;
- “elim kolum kopsun ...” ;
- “dilin kopsun..” ;
- “gözünün yağını yediğim..” ; 
- “gözünü sevdiğim” ; 
- “iki gözünden öptüğüm..” ;
- “gözü çıksın” ….

vb. , vb.  denildiği zaman, eski tarihte, bireyin, önce kutsal adak ve sonra da ‘kutsal ceza’sı için  hedef alınan organlarının hangileri olduğu ve bu organların  adanma türü hakkında  bir fikir edinmiş  olmalıyız.

Eski toplumdan devir aldığımız bu tür kavram, deyim ve kurallar  eski toplumun kendi gerçek koşulları  içinde değer bulur. Saç, sakal veya kaşlarına bıçak, makas veya ateş değirmeyi (‘ütmek’) en büyük günah veya aşağılanma davranışlarından biri olarak kabul eden dini inanca sahip birisini berber koltuğuna oturtmak kadar büyük bir ‘kötülük’ olamazdı. “Ütmek” ve “ütülmek” kavramlarının aynı zamanda, farklı alanlarda, “yengi” ve “yenilginin” karşılığı olarak kullanılabilir kavramlar olması,  ateş kült tapınım dönemindeki eski toplumda  “yenen”in  ve “yenilenin”; “galip gelen” ile “mağlup olanın” karşılaşacağı sonuçlar hakkında da bilgi vericidir.

Hıristiyanlığın ateş kültünün daha etkili olduğu ön kaynak topluluklarında kadının saçlarının kökten kesilmesi de bu yüzden bir ‘ceza edimi’ olarak uygulanıyordu. Doğal olarak “Peruk kültü, kaş yolma” falan da ancak bu tür uygulama alanlarında oluşabilirdi. “Kıl kültü”nün “ateş kült” alanlarında ortaya çıkması, konumuzun yakma-yakılma kurban sunum biçimiyle olan bağına açıklık getirmektedir.


Türkiye tarihinde, Alevi Babalarının sakal ve bıyıklarının görevliler tarafından, zaman zaman, kesilmesinin veya kesmekle tehditlerinin  anlamı da  “ceza” idi zaten. Eski yazılı yasalarda gördüğümüz gibi, orada çok ciddi bir suç işlemiş “suçlu biri”nin cezası, sadece  ‘saçı-sakalı kesilecek” denilerek uygulanabiliyordu ve bu oldukça ‘ağır’  bir ceza idi.

Buna karşılık İslam’da, “saç kesme”, aynı zamanda kutsal bir edim olarak  yer alıyor. Hac öncesinde, imanlı aday mutlaka baş “tıraşı olacak” ve tıraş olduktan sonra da elini tıraş olmuş kafasına doğru bile götüremeyecektir! Çünkü tıraşın açığa çıkardığı ‘kelin’ ve bu kelin üzerindeki damganın örtülmesi; saç biçimini değiştirme tehlikesi vardır! Konuyu bu tarihsel ve toplumsal derinliği ile kavramayan birisi bakımından, elbette Tanrının bu ‘kıllara’, ‘baş saçlarına’ gösterdiği hassasiyet, olsa olsa ‘hurafe’ olabilir!

Eski tarihte bir topluluk bakımından ceza olan edim, giderek de başlangıçta kutsiyet özelliği taşıyan organ veya vücut  bölümlerini  (ki başlardaki saç ve kesimi  böyledir) ,konu edinmektedir. Bu süreç içinde, aynı toplulukta, başlangıçta  ‘adak’ edimi olan uygulamaların zamanla  ‘kutsallık’ kazandığını da görüyoruz.

İsa’nın Ürdün nehrinde, bütün vücudu suya batacak şekilde “su ile vaftiz” edimi, erken Akado-sammaru toplumlarında canlı ve ölü insan kurbanların Nehir ve Denize atılması olarak yerine getiriliyordu. Aşil’in vücudunun diğer yanları değil de, sadece  “topuğu”  ölümsel özelliğe sahip ise, bunun nedeni o noktanın “suya değmemiş” olmasıydı.  Vaftiz, yani ‘kurtarma edimi’, erken dönemin gerçek öldürme veya adak edimlerinin sembolik hale getirilmesinden başka bir şey değildir. Ateşten atlayarak ‘sağlık bulan’, ‘arınan’  imanlının, erken ataları, doğrudan doğruya ateşte yakılan, kurban edilenlerden oluşur. Bu geç torun da bu nedenle, ‘ateşten atlarken’ sembolik olarak ateşte kurban edilmiş varsayılır. İsa da bu nedenle Ürdün nehrindeki Vaftiziyle “yeni bir kişilik” kazanmıştı.

‘Bayram tıraşı’, ‘damat tıraşı’, ‘gelin başı’  vb. de  günümüzde hala uygulama ve inanç  alanı buluyorlar. Fakat “gelin damat hamamları” yanı sıra, bu tür ‘tıraş’ların nedeni hakkında bu temizliği  ‘fiziksel temizlik’ noktalarında aramak son derece hatalıdır. Bu farklı edimler, bir topluluk için gerekli kural iken; öteki topluluk için başlangıçta bir  ‘ceza’ idi. Sentezleşme süreci içinde genelleşen bu tür uygulamalar ile, ilgili kişiler, “geçiş ritüelleri”ni yerine getirmekte; sembolik olarak ölmekte; sembolik olarak kurban edilmekte veya baş tıraş ve damgaları ile farklı toplum birim aidiyetlerine (erkek ise, iç güveylik yoluyla karısının; kadın ise, ‘gelin gitmek’ yoluyla kocasının toplum birim aidiyetine )  geçmekteydiler.

İslamın abdestindeki  “baş meshi” de bu noktayla  çok ilgilidir. Başın avuç içi kadarlık ön bölgesinin ‘meshi’nin fiziki temizlikle en küçük bir ilgisi yoktur. Sağ avuç içi ile ‘meshedilen’, başın tıraş edilmiş o kısmına vurulmuş aidiyet damgasının arındırılmasıdır. Bütün din adamlarının değişik takkeler takması; Musevilerin avuç içi kadar olan bir bez parçasını kafalarına iliştirmeyi varlık nedeni derecesinde önemli görmelerinin nedeni, ‘takke düştüğü zaman kelin’; kelin olduğu kısımda ise Tanrının Kabil’den beri bastığı  “tanrıya kölelik”, “tanrı kulluğu” damgasının görünmesini  engellemekti. “Dövmenin tarihçesi”ni tanımadan yazılmış ‘inceleme’lerin yapıcısına da, okuruna da yeterince yarar sağlayamayacağı açıktır.

Eski toplumun özel olarak bahsettiği ‘kel’lik, doğal saç dökümü ile ilgili bir ‘kellik’ değildi. Bizdeki Keloğlan anlatımlarının ‘kel’ oğlanının da, kaynakları bakımından, şimdi anlaşılan anlamıyla  “kel” olmamış olabileceğine dikkat çekmiştim. Eski toplumda bu kişilerin saçları özel olarak kesilmişti ve kesilen bu bölgeye damga vuruluyordu. Bu ‘keli’ gizleyen takkelerin farklı takım biçimleri; İslamın baş meshindeki özel bölge tanımı, damga vurulan bu baş bölgelerinin bile, eski toplumda farklı kısımlar olarak ayrıştırıldığını göstermektedir. Hammurabi yasalarında, “başın yarısının tıraş edilmesi’ ceza hükmü; özel olarak  “kölelik tıraşı’ ve bu tür tıraşlar yoluyla  “kölelik damgasının örtülmesi’ ile ilgili hükümler bağıntısında bu hususu büyük ölçüde açıklığa kavuşturmuştuk. Takke düştüğünde görünen ‘kel’ nokta, anlaşılıyor ki, bireyin aidiyet damgasının basıldığı, giderek, daha sonra sadece basbayağı ‘kölelik’ mührünün vurulduğu alanlardı. Midas’ı tıraş eden berberin gördüğü ‘boynuz’lar veya ‘eşekkulakları’,bir damgaya ilişkin olmalıydı...

Bugün İslam’ın, çok özel bir davranış biçimiyle, abdestinde, ‘başın methedilmesi’ edimi, tam olarak, başın belli bir bölgesinin meshedilmesi ile özellikle sınırlanıyorsa ki, böyle olduğunu yazılı belgeler üzerinden gördük, bunun fiziki ‘temizlikle falan ilgili olduğunu ileri sürmek olanaksızdır..

Bu tür noktalardan yola çıkarak diyebiliriz ki, İslam’ın abdestinde  söz konusu edilen bütün organlar, bir fiziki temizlik konusu olan alanlar  değil, “ağız, kulak, burun, baş, el, ayak” gibi, geçmişte, Arap kabileleri arasında kişi adak eylem alanları olarak kullanılan noktalardan oluşmuş olmalıdır. Abdeste verilen önemin ardında, çok eski olmayan tarihlere kadar Arap toplulukların bu somut organları  “adak organları” olarak kullanmaları yatmaktadır. Abdest edimiyle  bu organlar sembolik olarak adanmış olmakta ;   ‘arındırılmaktadır’.

Bu organların, eğer abdest ‘bozulmuş’ ise [ Ki bunun ‘bozulmaması’ da çok zor: İslami inançta ‘tuvalete çıkma’nın ; ‘küçük su dökme’nin ve hatta  osurma’nın bile abdest’i neden ‘bozuyor’  olarak kabul edildiği konusuna bağlı olarak, kutsal kitaplara kadar giren  ‘insan ve hayvan boku’ konusu üzerinden geri dönmemiz gerekecek… ] ; günde 5 kez yinelenmesi edimi, muhtemelen eski Arap farklı kabile yapısının sentezleşme süreci içinde gerçekleşmişti. Çünkü, aslında, her farklı toplum birim için bu organlar farklı olmalıydı. Hatta belki de topluluklar bu tür organ adlarıyla tanımlanıyordular. Bugün bile, herhangi bir oğul veya kişi hakkında “o,benim sağ kolumdur” ; “o benim gözüm,kulağımdır”  dediğimiz zaman bu eski tanım biçimi kalıntısını  kullanıyor olabiliriz…

Eski tarihte bir toplum birim için sadece “sağ ayağın” veya sadece “sol kulak”ın veya sadece “sağ elin” adak edilmesi türü uygulamaların var olduğu bir aşamadan geçilmiş olmalıdır. Bunu, örneğin  İsa’nın havarilerinin “ayak yıkama”  ediminden; ceza hükümlerindeki “sağ (veya sol ) el”in; çapraz olarak “sağ ayak-sol el”; “sol ayak-sağ el” kesilmesi kuralından; öpme uygulamalarında   ya sağ elin ya da sol elin ( hatta bu ellerin bazı parmaklarının) öpülmesi “kutsal uygulamalarından”;  İslami abdeste  başlamanın  “önce sağ el” olması gibi uygulamalardan  anlıyoruz.

Dini kayıtlarda, Eski Ahit ve Kuran’da ‘kurbanın lekesizliği, kusursuzluğu’ istendiğinde ise, bazı modern ateistlerimiz  veya oldukça bilgisiz bazı  ilahiyatçılarımız bundan ‘kurbanın sağlık’la ilgili durumunu ‘anlayan’ yorumlara kalkışmaktadırlar. “Kusursuzluk  kavramına eski dinsel metinlerden itibaren rastlıyoruz. Eski Yunan edebiyatında da  “kusursuz oğul ve kız evlat” vurgularına dikkat çekmiştik. Burada ifade edilen ‘kusursuzluk’, ilgili bireylerin adak organ sunusu edimine tabi olmamış olanlardı. Buna karşılık “kusurlu insan” kavramı da, muhtemelen bu tür organları adak sunusu olarak kullanmış topluluk insanlarına ait olarak kullanılıyor olmalıydı.

Bu eski kurallar, belki zamanla  “sağlık”la ilgili bir konu haliyle anlaşılmış olabilir... Hatta Musa ve Muhammed de bunu böyle kavramış olabilirler; muhtemelen de öyleydi... Bununla birlikte, şimdi elimizde bulunan, Musa ve Muhammed döneminden   daha eski olan kayıtlar gösteriyor ki, bir koç veya keçinin boynuzlarından birisinin kırık olmaması, bir öküz veya dananın sabana koşulmamış olması gibi kuralların  sağlıkla ilgili bir gerekçesi yoktu. Hatta bir sunu hayvanın alnında yıldız biçimli bir ak kıl kümesi’ varsa, bu bile kurban edilemezdi.

Ana sütü dışında bir yiyecekle beslenmiş  veya  arpa yemiş ise, ya sadece bu tür hayvanlar  kurban edilmeli veya kesinlikle kurban edilmemeli idi.  Sunulacak hayvan kurbanlara ilişkin bu tür ayrıntıları  ve bu “ayrıntı”ların ilgili toplumlar bakımdan hayati önem taşıdığı olgusuna ilişkin örnekleri  “Akkad ayinleriyle” ilgili olarak yayınladım. Oradan izlenebilir.

“Kurbanın lekesiz” veya “kusursuz”  olması kuralı (iğfal edilmiş bir genç kıza, Türkiye’de günümüzde bile, ‘lekelenmiş’ gözüyle bakılır ve ona  ‘lekeli’ denilir ve öteki dillerde de galiba… ),kurban edilecek hayvanın daha önce, bir başka tanrı/ilah’a adanmamış, ondan kan akıtılmamış, kanını içmek için, sağına soluna oklarla delik açmamış, farklı tanrı/ilahlara bir aidiyet simgesi olarak  damga-boya sürülmemiş olma gibi özellikleri tanımlıyordu.

Bir İnanna ilahisinde ,‘Kuli anna’, ‘Kuli Enlil’, ‘ama uşumgal anna’ vurgularıyla da tanımlananan Dumuzi için, aktarıcı toplum birimimiz, İnanna'ya  O'nun 'eli ayağı' hakkında şöyle  dedirtmişti:

"O karşıma çıktı
Efendi, Kuli anna (Dumuzi) karşıma çıktı.
Efendi, eliyle elimi tuttu
Uşumgal anna bana sarıldı"
....
"Efendim, eli ayağı kusursuz ve düzgün,
Ama-Uşumgal anna, Sin’in damadı”

Özellikle Mısır’da, erkeklerin  parmak, el, kol, bacak, kulak adak edimlerinin yaygınlığının, Fıransızların Napolyon dönemindeki Afrika çıkarmaları dönemine değin devam etmiş olduğunu, o dönemi anlatan, belgeler üzerinden de tanıyoruz. O dönemin tarihçilerinin, Mısır’da askere alınabilecek ‘sağlam bir adam’ın   neredeyse yokluğu üzerine sözleri, belki bir abartma içeriyor olsa bile, o ülkede bireylerin “adak organ” edimine ne kadar önem vermiş olduklarını göstermektedir.

İsa döneminde bile, “ölüm cezası”na çarptırılmış kişilerin, (herhalde öldürüldükten sonra ve gömülmeden önce) ‘bacaklarının kırılması’ şeklinde bir uygulamasının olduğunu İncil’lerden öğreniyoruz:
“Yahudi yetkililer Pilatus’tan çarmıha gerilenlerin bacaklarının kırılmasını ve cesetlerin kaldırılmasını istediler.
Hazırlık Günü olduğundan, cesetlerin Şabat Günü çarmıhta kalmasını istemiyorlardı. Çünkü o Şabat Günü büyük bayramdı.”
( Yuhanna)

 “Diz dövme”  deyim ve uygulamaları, herhalde, eski  ‘ayak-bacak’  sunusu ile ilgiliydi.

Burada  “adak organları” ile  “dövme yapılan organlar” veya vücut bölgeleri arasında da, tarihte bir yakınlaşma-geçişme da olmuş gibi görünmekte olduğuna dikkat çekmekle yetinelim.

Anlaşma metninde “ağızlarına dokunmak” deyimi, herhalde “dudak veya dil kesme”  ile ilgiliydi. Dudak ve dil kesme edimlerine Eski Ahit’te ve Eski yazılı yasalarda rastlıyoruz. Eski Ahit’te Musa için, “dudakları, dili sünnetli veya sünnetsiz” olması motifleri de kullanılmaktadır.

Orada Musa’nın, Tanrıya, konuşma yeteneği bakımından kendisini zayıf birisi olarak tanıtıyor olması, onun dil veya dudağının ‘sünnetli’ yani  ‘adanmış’  olması anlamına gelip gelemeyeceğine de dönüp yeniden bakmak gerekebilir.

Dil kesme’, eski toplumda özellikle köle’ler için kullanılmaya başlanması, ileri, öldürülmek’ten kurtulmanın bir adımı olan kölelik düzeninde, ileri bir adım olmalıydı. “Dil”, her şeyden önce bireyin yabancılığını  “ele vermesi” yönüyle öne çıkmaktaydı. Bunu bilhassa ‘dışardan gelin alma’ uygulamasına tabi topluluklarda “gelin”in “saygı uygulaması” olarak tanıtılan “konuşma yasağı”nın izlediği seyirde çok açık olarak görürüz. İlgili gelin ya çocuk doğurduktan ya da özellikle erkek doğurduktan sonra, gerçekleşen ritüellerle koca toplum biriminin aidi haline gelmiş ise, aynı anda “konuşma yasağı”ndan da kurtulmaktaydı.

‘Diş kırma’ motifi üzerinde ise, toplum bilim araştırıcılarımız arasında ‘dişe dokunur’ bir çalışmaya ben rastlamadım. Urfa-Siverek yöresinde üst ön dişlerden birisinin (herhalde ‘köpek dişi’nin)  altınla kaplatılması haliyle tanıdığımız bu kutsal uygulamaya, sadece, eski Mezopotamya kültürlerinden miras olarak, Türkiye’de rastlamıyoruz. Amerika ve Afrika yerlileri arasında da, ötekileri inci gibi sıralı dişlerin arasında, özellikle seçilmiş bazılarının, kutsal bir edim olarak kırılması uygulaması bulunmaktadır. Kırmanın yerini, kırılan dişin altınla kaplanması haliyle ve buna şimdi ‘zenginlik ifadesi’, ‘yatırım yapmış olmak’ gibi  değişik yorumlar geliştirilmiş olarak  Azeriler ( ve Ruslar ) arasında da yoğun olarak rastladım.

Bununla birlikte, bu uygulamanın daha etkin olarak eski Assur topraklarında; köpek’le çok ilgilenen Avestacılık ve  Yezidilik inanç alanlarında bulunuyor olması, araştırma yöneliminin ne yönde derinleştirilmesi gerektiği hakkında fikir verici olmaktadır.

Kırıkhan yerleşiminin babadan okula geçen dişçilik mesleğine sahip oluşu ile  ‘diş kırma’ dinsel edimini uygulayan inanç sistemleri arasında da bir bağlantı olsa gerektir.

Dolayısıyla, Hitit-Mısır anlaşmasının bu hükmü, bir ‘kötülük’ değerlendirmesi kapsamında değil, o günkü yaşamda, bireylerin kutsal adak eylemlerinin, anlaşmaya hüküm olacak denli, önemli oluşu biçimiyle ele alınmalıdır.



***

Kutsal 'İlk Ürün...

Kutsal 'İlk Ürün Veya Turfanda Bayramı



Kutsal kitabın Adem ve Havva çiftinin ilk oğulları olan Habil ve Kabil, aslında, Çoban ve Çiftçi özellikli iki eski toplum birimi arasında oluşturulan kardeşlik ittifakının temsilcileridir.

Kutsal kitaba göre, onların ilk kutsal edimleri de, sahip oldukları ürünlerin ‘ilk ağız’larını (meyve-sebzelerin  ilk ‘turfanda’ları ile ‘ilk doğan hayvan’ları) tanrıya sunmak olmuştu.

Çoban ve Çiftçi toplum birimler arasında daha önceleri karşılıklı olarak doğrudan değişim konusu olan ürünler, burada artık, tanrı(lar) üzerinden sembolik sunu halini almaya başlamıştır. (*1)

Eski toplum birimlerin karşılıklı yiyecek (kurban) sunma yükümlerinin artık taşınamaz bir noktaya kadar geliştiği bir aşamada, tanrı(lar) ve kutsal tapınak, bütün eski yükümlülüklerin kendilerinde toplandığı kutsal öğeler halini alırlar. Kutsallık soyutlamasını “Sümer”lerde olduğu gibi Tanrı mertebesine değin ulaştıramamış topluluklar tarafından sunu mekanı olarak kullanılan dağ başları, tepeler, su kıyıları, yaşlı ağaç altları, kolaylıkla kaybolmayan birer sınır noktası, tarafsız bölge ve bu bakımlardan kutsal noktalardı.

Eski toplumda “iç ve dış yamyamlık” ile toplum birimlerin karşılıklı yiyecek yükümlülük sisteminin genel yansıtıcısı olan kurban-sunu kurumu, giderek bir (totem) hayvan’ın kurban edilmesi, onun hazırlık, dağıtım ve yenilme biçimlerinden ibaret olan bir görüntü kazanmışsa da, gerçekte bu uygulama, eski toplumun tahıl ve meyvelere değin uzanan genel bir “yiyecek-ihtiyaç paylaşım düzeni”nin parçası olarak ortaya çıkmıştır.

Meyve ve tahıla ilişkin “ilk mahsul” kurumu ile ilgili kutsal uygulamalar üzerine, yıllarca önce, bay Hilmi Ömer  Budda  tarafından yapılan değerli bir çalışma bulunuyor. Ne var ki, bay Hilmi Ömer de çalışmasında, bu tür kurum ve uygulamaları eski insanın ‘iptidai zihniyeti’yle açıklama hatalı (ve kolay olan) geleneği sürdürmekte;  bu tür  “garip töreler” adı verilen uygulamaların, aslında eski toplumun en gerçek ilişkilerinin birer anlatım biçimi olduğundan yola çıkmayan öteki toplumbilimcileri takip etmektedir.


***

Kardeş Katili Kain-Kabil'den Gezgin Derviş-Abdal-Keşişliğe..


Eski Ahit’te, önceki gelenekler biraz genelleşmiş olarak sürmeye devam ettiği için, hayvan-bitki totemle yer değiştirmiş bu "ilk oğul"un kurban edilmesini ve  bu "ilk oğul" yerine ikame edilen hayvan (bitki)  kurban sunum biçimlerini daha tam olarak saptayabiliyoruz. Orada Tanrı Musa aracılığıyla  şöyle demişti:

Bütün ilk doğan erkek çocuklarınızın bedelini ödemelisiniz.
Sığır ve davarlarınızın içinde ilk doğan her erkek hayvanı Tanrınız RAB`be ayıracaksınız.
Sığırınızın ilk doğan öküzüyle iş yapmayacak, sürünüzün ilk doğan koyununu kırkmayacaksınız.
İlk doğan her sıpanın bedelini bir kuzuyla ödeyin. Bedelini ödemezseniz, (o sıpanın ) boynunu kırın.
Siz ve aileniz her yıl Tanrınız RAB`bin önünde, O`nun seçeceği yerde onları yiyeceksiniz.
Bir hayvanın özürü varsa, topal ya da körse, herhangi bir ciddi sakatlığı varsa, onu Tanrınız RAB`be kurban etmeyin(*1).
( Tanrınız RAB`be herhangi bir özürü, kusuru olan sığır ya da koyun kurban etmeyeceksiniz. Tanrınız RAB bundan tiksinir.)

Bu durumdaki hayvanları kentlerinizde yiyebilirsiniz.
Dinsel açıdan temiz ya da kirli kişi bunların etini ceylan ya da geyik eti yer gibi yiyebilir.
Ancak kan yemeyeceksiniz.
Kanı su gibi toprağa akıtacaksınız.”  (İlk Doğan Hayvanlar-Eski Ahit)

Burada  ilkesel olarak saptanması gereken yanlar şunlardır:
Her şeyden önce görüyoruz ki, Musa döneminde “İlk doğan  her erkek hayvan”ın  tanrıya  ait kılınması işlemi çoktan gerçekleşmiş görünüyor. Bu hiç kuskusuz, cinsiyet ayrımına özellikle dikkat edildiğine göre, bizim ‘ilk doğan erkek çocuğu’muzun karşılığı idi. Totem tanrı-bitki dönemine geçişle birlikte, bu kavram, çocuğu da bir "ürün"  olarak kabul eden eski toplum tarafından kolaylıkla “ilk ürünün tanrıya ait olması” kapsamına sokularak, toplumun fiili kullanım alanından çıkarılabilmişti.
Daha önce, çocuk anlamıyla bu ‘ilk ürün’ün nasıl değerlendirildiğini,
“Siz ve aileniz her yıl Tanrınız RAB`bin önünde, O`nun seçeceği yerde onları yiyeceksiniz”
 biçiminde ifade edilen (iç yamyamlık) kuralı yeterince açıklayıcıdır zaten.

Bu "ilk erkek evlat"lar, toplumsal gelişmenin bir aşamasında yılda bir kez yinelenen bir ayinle, toplu olarak kurban ediliyor ve yeniliyor olmalıydılar. Bu ‘her yıl’ ifadesi, Eski Ahit’in kutsal Pesah, Fısıh bayramını anlatıyor olmalıdır.

Musa kavmi Mısır’da iken, Tanrı, onlara Mısır’ın üstünden ‘tam gece yarısı’ geçeceğini haber vermiş, o gün kurban kanını kapı sövelerine sürmemiş bütün ailelerin ilk çocuklarını ve ilk hayvan yavrularını yok edeceğini belirtmişti. Eski Ahit’teki anlatıma göre, Mısır’lılar bu tarihte çok büyük toplu bir  ilk erkek çocuk kurbanı gerçekleştirmiş olmalılar.

Musa kavmi, daha o zamandan Abraham geleneğine dayanarak çocukla kuzu-oğlak  yer değişimini çoktan gerçekleştirmiş durumda olmalılar. Bu nedenle, Tanrı Mısır’ın üstüne gelmeden, gerekli kurbanları sağlamış ve çocuklar yerine onları kurban ederek yemişler, gece yarısından tam önce de, bütün yeme-içme işlemini  bitirmiş durumdaydılar.

Gece yarısından önce yenilmesi gereken bu hayvan kurbanın, kemiklerinin kırılmadan, başı, midesi, ayakları ile birlikte, haşlanması yasak olarak, sadece kızartma yoluyla yenilmesi gerektiği hükmü, kurban hazırlık biçiminin, kazığa geçirilerek kızartma biçiminde  olduğunu gösteriyor.


Bu hayvan  kurbanın yenilmesi sırasında ise, Musevi topluluğun ‘giyinik’ olması, ellerinde sopalarının hazır bulunması gerekmesi, aidiyet belgilerinin  önemini ve dolayısıyla bir ayin durumunda olunduğunu gösteriyor olmalı. Burada ‘Yılbaşı’ gecesinde  ‘giyinik’ (süslenmiş!) olarak özel sofralarda yeme işlemi ile karşı karşıyayız. Mason olmadığını açıklayan Süleyman Demirel’in de takip ettiği yılbaşında ‘kızartılmış hindi’ yeme geleneği, Musevi topluluk davranışıyla büyük  paralellik göstermekte ve bu nokta, bizi muhtemelen, kutsal ‘tavuk, horoz, piliç, hindi, tavus kuşu’ gelenek alanlarına doğru taşıyacaktır.

Musevilikte, başı, ayakları ve iç organlarıyla birlikte, bıçak değmemiş  halde kızartılarak yenilecek hayvanları kuzu, koyu, oğlak türü hayvanlardı. Eski toplumun her birinin farklı hayvan  totemlere sahip oldukları hesaba katılırsa günümüzde Protestanların bir bölümünün geleneği  olan ‘yılbaşı hindisi’nin, doğrudan Musevi kalıntısı olmadığı anlaşılır.

Musa’nın toplumu  ‘ilk erkek çocuk’u  kurban edilmekten kurtaran geleneği yerleştirmeye başlamış olsa da, bu gelenek öteki bir dizi toplulukta (Mısır’da olduğu gibi) devam ediyor olmalıydı. Çünkü Eski Ahit’te Musa, öteki toplumlarda bu geleneğin sürdüğünü açıkça söyler:

“Tanrınız RAB`bin size vereceği ülkeye girdiğinizde, oradaki ulusların iğrenç törelerini öğrenip uygulamayın.
Aranızda oğlunu ya da kızını ateşte kurban eden, falcı, büyücü, muskacı, medyum, ruh çağıran ya da ölülerin ruhlarına danışan kimse olmasın.
Çünkü RAB bunları yapanlardan tiksinir. Tanrınız RAB, bu iğrenç töreleri yüzünden bu ulusları önünüzden kovacaktır”. (Ulusların İğrenç Töreleri)

Oğul ya da kızını ateşte kurban eden” topluluklar, Tanrı’nın Musevilere  verme sözünde bulunduğu ‘ateş tapımcısı’ Kenan Hitit topraklarındakiler olmalıydı. Bununla birlikte, oğul yâda kızını diri toprağa gömen, keserek kanını ‘su gibi toprağa akıtan’ başka tür toplulukların, Musa’dan  ikicin yıl kadar sonra bile  bulunuyor olduğuna Muhammed de tanıklık etmektedir. Elbette bu arada  toplumsal değerler çok değişmiş olmalıydı ki, çocuk kurbanının temel gerekçelerini bilmesi mümkün olmayan Muhammed bunu, insanların ‘fakirlik’ nedenine bağlayarak açıklamaya çalışmıştır.

Musevi topluluğu Abraham döneminden devraldığı  ‘ilk erkek çocuk’ geleneğini çok güçlü bir şekilde sürdürmüş ve bu çocukları, ailelerinin bir bedel ödemesi koşuluyla onlardan alıp ‘tanrıya adanmış’ hale getirmiştir. Musevi din adamlığının dayandığı Levililer oymağı bu şekilde, hepsi tanrıya adanmış, tanrının malı olan bu kesimle  yeniden şekillendirilmişti.

Bununla birlikte biz biliyoruz ki, bu uygulama Abraham ile başlamış değildir. Eski Ahit’in devralıp aktardığı ‘yaratılış’ versiyonunda, yani “gezgin abdallık, dervişlik” biçiminde bir dini kast oluşturma ve onların üzerine tanrıya adanmışlık  sembolünün yerleştirilmesi, ‘Adem ve Havva zamanında’ başlatılmıştı.

‘İlk insan’lar olan  Âdem  ile karısı Havva’nın  ‘ilk oğlu’ Kayin’in  çiftçilik , ‘küçük oğlu’ Habil’in  ise  derhal çoban’lık  mesleğini seçmek için  neden bu kadar acele etmiş olduklarını Kutsal anlatım çerçevesinde kalarak anlamak biraz zor elbette. Fakat burada sözü edilen ‘kişi’lerin, kişi değil de topluluk anlatımları ve onların temsilci sınıflayıcı kavramları olduğu anlaşılınca, anlatımın değeri yerine oturur.


Eski Ahit’te, işte  bu anlamda ele alınması gereken ‘büyük’, ‘ilk erkek oğul’  Kabil-Kâin (Museviliğin ‘Kenan’ı) Habil’i tarlaya götürüp  öldürmüştü:
“Tarlada birlikteyken kardeşine saldırıp onu öldürdü.
  Tanrı, Kayin`e, “Kardeşin Habil nerede?” diye sordu.
 Kayin, “Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?” diye karşılık verdi.
(İyice bir cevap! Tanrı olarak madem o  bilemiyorsa!)
Tanrı , “Ne yaptın?” dedi, “Kardeşinin kanı topraktan bana sesleniyor.
 Artık döktüğün kardeşkanını içmek için ağzını açan toprağın laneti altındasın.
 İşlediğin toprak bundan böyle sana ürün vermeyecek.
Yeryüzünde aylak aylak dolaşacaksın.”
 Kayin, “Cezam kaldıramayacağım kadar ağır” diye karşılık verdi,
 Bugün beni bu topraklardan kovdun. Artık huzurundan uzak kalacak, yeryüzünde aylak aylak dolaşacağım. Kim bulsa öldürecek beni.
 Bunun üzerine RAB, “Seni kim öldürürse, ondan yedi kez öç alınacak” dedi. Kimse bulup öldürmesin diye de (burada da Tanrı resmen bir katil savunucusu oluyor!)  Kayin`in üzerine bir nişan koydu.
 Kayin RAB`bin huzurundan ayrıldı. Aden bahçesinin doğusunda, Nod topraklarına yerleşti." (Yaratılış)

Böylece, bir ‘meslek’ seçimi için o kadar acele eden bu oğul’un katil olur olmaz  bu kez alıp başını aylak dolaşan bir  ilk oğul haline gelişini izlemeye başlarız.
Bu elbette Eski Ahit’in, üzerinden birkaç bin yıl geçmiş bir tarih anlatımının bozulmuş yorumunu aktarmasından ötürü bu hali kazanmıştır. Gerçekte olan ise, “Edom’un doğusunda” ki “Nod?” topraklarındaki bir alanda merkezi olarak oluşturulan bir gezgin din adamlığı sisteminin düzenlenmesidir. Bunun bize ulaşan biçimi, 'abdal’lık, dervişlikti.
Aylak aylak” dolaşma biçimiyle çevrilen din adamlığı kastı, Musa’nın gezgin topluluğunun yapısına uygun olarak ‘Levililer’ biçiminde yeniden örgütlenecektir.
Museviliğin  bütün öteki dinler üzerindeki moral üstünlüğünün dayandığı en temel nokta budur. Bunlar tanrı adına, tanrıya vakfedilmiş, tarihin, herhalde, ilk gezgin dini kastı idi ve onların ‘topraksızlığı’nın ve buna karşın içyapılarını koruyabilmelerinin tek  temel nedeni bu nokta olmalıdır.

Demek ki, açıkça yamyamlık aracı olarak kurban edilen ‘ilk oğul’, giderek tanrıya ait kılınarak kurban edilmekten kurtarılır ve hiç olmazsa Eden, Kenan toprakları üzerinde, giderek Mısır’da, tanrının gezgin tapınağının ‘gezgin’ din adamları haline getirilir.

‘Kimse’ öldürmesin, dokunmasın diye de Tanrı onun üzerine ‘işaret’ini koyar!

*******
*1) İslam’da  ‘kurbanlık’ seçiminde ‘lekesiz’lik  gibi kavramlarla da anlatılan   ‘özür” konusunun, kurban edilecek hayvanın bir ‘hastalığına’ ilişkin bir kavram olamayacağından daha önce bahsetmiştik.
Bu noktada söz konusu olan, ilgili hayvan’ın  boynuz, göz, diş, ayak gibi bazı kısımlarının daha önce başka bir ilaha adanmamış olması kuralıydı... Bu nedenle de, Tanrı, daha önce başka bir ilaha sunulmuş  bu tür hayvanlardan ‘tiksinir’di  ama kendi halkının onu yemesinde en küçük bir sorun görmüyordu:
“Bu durumdaki hayvanları kentlerinizde yiyebilirsiniz. Dinsel açıdan temiz ya da kirli kişi bunların etini ceylan ya da geyik eti yer gibi yiyebilir.”
İlahiyatçılarımızın Kuran’ı yorumlarken, daha önceki kutsal kitaplara bakmaları bazı kavram veya  ritüelleri  açıklamakta onlara yardımcı olabilir. Yüzde “95 ?”i veya “99 ?”u  (nasıl saptanmış ise!) “Müslüman olan toplumumuzda”, dini metinleri doğru bir şekilde eleştirebilmek için, Eski Ahit’in, İncil’in de dini metinler olarak tanınmasında yarar var. Kuran ile Akado sammaru tabletleri arasındaki bağlantıları izlemek, bu “ara-kitap”lar olmaksızın zor olacaktır.


***

Hayvan Kurban ve Bitki Sunu'lardan 'İnsan'lıka /1



Ritüellerde önemli bir yer tutan «hayvan kurban»lar üzerine yapılan incelemelerde, genellikle temel hatalar içeren bir dizi yorumun yanı sıra, maalesef, «bitki sunular»a ve onların farklı biçimleri üzerine gereken önem pek gösterilmemiştir.  «Bitki sunu»ların  ve «Hayvan kurbanlar»ın  çiftçi ve çoban özellikli eski toplum birimler arasında, karşılıklı  "tamamlayıcı birlik" oluşturduğu konusu  yeterince kavranamamıştır.

Eski Ahit’in ilk satırlarının Âdem ve Havva’sının ‘Büyük Oğlu’ ile ‘Küçük Oğlu’, derhal birer  ‘meslek’ seçmişler ve biri ‘çoban’, öteki ‘çiftçi’ olmuşlar ise ve bir bahar-yeni yıl ritüelinde tanrının sunağına, kendi ‘ürünlerinden’, ‘ilk ürünleri’nden getirmişlerse, bu tutum, çiftçi ve çoban toplulukların karşılıklı ittifakından ötürüydü:

« Habil çoban oldu, Kayin ise çiftçi.
Günler geçti. Bir gün Kayin toprağın ürünlerinden Rab’be (tanrıya) sunu getirdi.
Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. » (Yaratılış 4:2)

Eski Ahit’te Habil ile Kabil (Kâin)  olarak karşılaştığımız, ‘ilk insan’ların bu ‘büyük oğul’ ve  küçük oğul’larının, hayvan-bitki sunumlarının somut olarak neler olduklarını, Akado-sammaru kayıtlarında biraz daha yakından tanıma olanağı buluyoruz. Bu ilahilerde  çoban Dummuzi ile çiftçi Enkidum” (anlatıcılarımız değiştiğinde, bunlara “çiftçi Dumuzi” ile “çoban Enkidum” olarak da rastlarız*1) karşılıklı berdel evlilik törenlerinden birinde, çoban Dummuzi  hediye” olarak «kara koyun»u, «ak koyun»u, süt, peynir veya yağ’ı verdiğinde, Enkidum da ona ve İnanna'ya düğün armağanları olarak:

«Buğday getireceğim size,
Fasulye getireceğim,
Mercimek getireceğim size .. »

diyordu. (*2 )

Burada, “kutsal Fasulye” veya “kutsal mercimek”in   bir rituelde mutlaka  yenilmesi veya kesinlikle yenilmemesi gibi eski dini edimlerin dayandıkları mantık temelinin, "fasulye" veya "mercimek" adı altında var olan bir topluluk (insanları) ile ilgili olduğu üzerinde daha önce durmuştuk. Bu “ürünler”  bir toplum birimde o denli “kutsal”dı ki, Yezidilik’te , Marul veya Fasulye yeme yasağı hala sürmektedir ; Ortodoks İsacılıkta da  Paskalya’da mutlaka  Marul ve Yeşil Mercimek yenilmelidir.

Mercimeği fırına vermek” kalıpsal deyimi de bu nedenle, ortak eski ayinlerin kadın ve erkek cinsel ilişki serbestliğine dayandığı için, günümüzde  mercimeği fırına vermişler” dedikodularının  merkezinde duruyordu..

Dolayısıyla Mezopotamya erken topluluk ritüellerinde karşılaştığımız hayvan kurbanlar ve bitki sunular, birbirlerinden ayrı, birbirlerine karşıt toplulukların, insan kurban törenlerinden kurtulmaya başladıkları tarihsel aşamada, bitki ve hayvan isimleri taşımaya başladıkları donemin ortak kültürel kategorisi içinde yer alırlar. Burada karşımıza çıkan hayvan ve bitki tanımlarının gerisinde, çok somut toplum birimleri bulunur.


İncelemelerimizin ilerletilmesi bakımından hayvan kurban ve bitki sunu’ların hayvan ve bitki totemlerle ve bu totem, suret, put’lar ile ilgili toplulukların kendileri için kullandıkları isimler, ‘tanımlar’ arasındaki bağlantılarını biraz daha yakından incelemekte yarar var.

Toplulukların hayvan ve bitki ismi kullanmaları veya hayvan veya bitki isimleriyle tanınmaları süreci, ilgili toplulukların, insan kurban ve yamyamlık edimlerinden kurtulma surecinde ortaya çıkmıştı. Bu bakımdan ‘garip’, ‘giz’ veya ‘cehalet’  kavramları etrafına örülmüş açıklamaların bilimsel değer taşımadığını görürüz. Eğer bir topluluk, kendi tarihini aktarırken, bir “insan”(baba) ile “bitki” (ana)dan  oluştuğunu veya bir “insan ana” ile “hayvan (baba)”dan oluştuğunu vb. anlatıyorsa, ki bu tip anlatım tarzları oldukça yaygındır, buradan anlaşılması gereken, anlatıcılarımızın, kendi  ‘yaratılış’ süreç anlatımına “bitki-hayvan totem döneminden” itibaren  başlamış olduklarını saptamak olmalıydı.

Eski toplum, insan kurban ve yamyamlık edimlerinden, kendilerini hayvan ve bitki ile yer değiştirerek kurtulmak istediklerinde, kendi yerlerine sunacakları bitki ve hayvan görünümüne  geçmekte ve kendilerini kurban edilmekten kurtaran hayvan ve bitkilere tapınmakta  gecikmezler.Bu nedenlerle de,kalıntıları günümüze ulaşan tapınım ve sunum araçlarında; insan topluluklarının, erkeğin,kadının ve çocukların  hayvan veya bitki  adlarıyla anılması, sevilmesi veya yerilmesinde  hayvan-bitki dünyasına başvurma, hiç bir şekilde, cehalet, giz, gariplik unsurları nedeniyle ortaya çıkmış değillerdi. Peygamberlerin  ‘hayvan dillerini bildiğini’, ‘hayvan veya bitki’ haliyle görünen bir takım varlıkların insan biçimlerine dönüştüğünü ifade eden eski anlatımlar, sadece, anlatıcılarımızın kendilerini ‘insan’  olarak algıladıkları  ve fakat dışlarındaki bütün öteki insan topluluklarını  hayvan-bitki dünyası içinde  ele aldıkları  totem döneminin  etkili olduğu bir dönemde bulunduğumuzun göstergeleri olarak ele alınmalıydı.

Bu durum ise, kendini “keçi, koyun” veya “öküz” topluluğu olarak tanımlayan, bu durumdan onur duyan ve “keçi, koyun” veya “öküz”e kendilerinin kurtarıcısı, atası, yaratıcısı olarak tapan topluluk isimlerinden doğmuş  bir ‘insanlık’, “insaniyet  kavramlarının günümüze ulaşmış olması gerektiği sonucuna varmamıza yol açar. İncelemelerimiz içinde göreceğiz ki, başkası için, ‘eşek topluluğu’, ‘domuz topluluğu’, ‘ağaç topluluğu’, ‘fasulye, mercimek’, ‘marul, lahana’ vb. olarak tanımlanan topluluklar için ‘insanlık  bizzat kendileriydi. İslami inançta, “Hurma” ürünü, müminlerin halası, yani babalarının kız kardeşidir. Doğal olarak adları ‘hurma’, ‘fasulye’ bile olsa onlar  “insan” oldukları için, “insanlık” kendilerinden oluşuyordu.

Bugün kullandığımız  ‘insanlık’ kavramları, ister istemez ‘domuz topluluğu’, ‘öküz topluluğu’, ‘fasulye’ veya ‘bugday-arpa zahire, hububat’, ‘nebat-yeşillik’, ‘ağaç-odun, tahta’… gibi kavramlardan türemeye başlamış olmalıdır. Farklı ‘insan’ kavramı kökenlerinde Domuz, Köpek, Ağaç, Hurma gibi hayvan, bitki totemlerin bulunuyor olması ve onların şimdi bile tapınma-mekruh konularının obje’leri olması hiç şaşırtıcı değilidr.(*3  )

Dilbilimciliği, tarihçilik, arkeoloji, sosyal bilimciligin değişik kolları, eski toplumun bu yapılanış dönemi hakkında sağlam fikirlere eğer sahip değillerse, kaçınılmaz olarak yanılgılı sonuçlara ulaşırlar; gerekli açıklayıcı değerleri ortaya koyamaz ve araştırmalarında yönelim kayıpları ile karşırlar.

Eski Ahit’in, İncil veya Kuran’ın, Akado sammaru  topluluklarının  erken ilahilerinin ‘insan’larının ‘yaratılış’ anlatımlarında, etimolojik köken itibariyle  hayvan-bitki totem adlarına bağlanan  birden fazla ‘insan’ tanımıyla karşılaşmamızın temel nedeni budur. Gelgelelim, bütün dini ‘söylence’lerin ve  din kitaplarının, İncil’lerin vb. ‘tek bir ortak hurafe’ kaynağına veya ‘tanrıya ait vahiyler’e dayandığı düşünülerek, bu husular açığa çıkarılamazlar.

Domuz’dan, at’tan, gök’ten, toprak-yer’den,eşek,öküz veya tahıl-zahire’den oluşan bir ‘insan’ ve  “insaniyet” tanımlarının şekillenme sürecini kavrayabilmek için, totem bitki-hayvan sürecinin derinlemesine tanınması  gereklidir.

Öyle bir çalışma gerçeklestikçe, burada, ‘giz’, ‘cehalet’, ‘hayal’ gibi kelimelerin, eğer kullanılması mutlaka gerekli ise bile, baş vurulacak  en sonuncu  kelimeler olacağını   göreceğiz. Hatta onlara hiç ihtiyacımızın olmadığını, olmaması gerektiğini de… 


***

*1  ) Dummuzi’nin ‚ ‘çoban’, ‘avcı’, ‘çiftçi’, ‘balıkçı’ gibi farklı tanımlarının, gerçekte farklı özellikteki toplum birimlerin bir ‘oğul’ tanımı, sınıflayıcı, anonim bir terim olduğunu gösterdiğinden bahsetmiştik. Bayan Çığ veya başka bir dizi uzmanımız, maalesef, tek bir ‘Dumuzi’ varlığından yola çıktıkları için, Enkidum’un da Dumuzi kavramıyla ifade edilen bir oğul türü olduğunu, farklı toplulukların tanım biçimi ve kullandıkları kavramlara göre değişik isimler alan ortak bir terim olduğunu saptayamamış olduklarını açıklamıştık.

Burada yeri gelmişken, cehaleti aşağılanan, bilgisi küçümsenen kişilere ‘kazma’ (çapa)  gibi deyimlerin, eski çiftçi-köylü toplumlara yönelik bir nitelemeden kaynaklandığından bahsedelim. Günümüzde bile bir insana ‘kazma(çapa) (sapı) » vb. demenin kaynakları binlerce yıl önceki deyimlere dayanıyor.Eski ilahilerde karşılaştığımız “çapa’nın adamı”, “baltanın,kazmanın adamı” gibi nitelemelerin çiftçi  veya ormancı toplulukları ifade ettiğini görüyoruz..
“İnanna:
O çarşafta kim yatacak benimle?

Utu:
Güveyin yatacak seninle,
Kutsal tahta yaraşan yatacak seninle,
Dumuzi, çoban yatacak seninle.

İnanna:
Hayır kardeşim!
Kalbimin adamı, çapa ile çalışandır.
Çiftçi Enkimdu, odur kalbimin adamı!
Ambarıma tahıl dolduran,
Tahılı yüksek yığan,
Çiftçidir kalbimin adamı!”

*2   )  Çitçi Enkimdu ile çoban Dumuzi arasındaki ilişkilerin bir ilahide aktarılan şekli şöyledir:

“Çiftçinin benden fazla nesi var?
Enkimdu'nun, hendeğin, ark’ın, sabanın adamının,
Benden fazla, çiftçinin benden fazla nesi var?
O bana kara giysisini verirse,
Ben de ona, çiftçiye, karşılığında kara koyunumu veririm,
O bana ak giysisini verirse,
Ben de ona, çiftçiye, karşılığında ak koyunumu veririm,
O bana en iyi birasından koyarsa.
Ben de ona, çiftçiye, karşılığında san sütümden koyarım,
O bana iyi birasından koyarsa.
Ben de ona, çiftçiye, karşılığında kisim sütümden koyarım,
O bana ayartıcı birasından koyarsa.
Ben de ona, çiftçiye, karşılığında .. -sütümden koyarım,
O bana sulu birasından koyarsa,
Ben de ona çiftçiye, karşılığında bitki-sütümden koyarım,
O bana iyi yemeklerini verirse,
Ben de ona, çiftçiye, karşılığında itirda-sütümü veririm,
O bana iyi ekmeğini verirse,
Ben de ona, çiftçiye, karşılığında bal-peynirimi veririm.
O bana küçük fasulyelerini verirse,
Ben de ona, çiftçiye, karşılığında küçük peynirlerimi veririm;
Yiyip, içtikten sonra.
Fazladan kaymak bırakırım ona.
Fazladan süt bırakırım ona,
Benden fazla, çiftçinin benden fazla nesi var?"

(Bundan sonra çobanı, olasılıkla sözleriyle İnanna'yı ikna ettiği ve fikrini değiştirttiği için, ırmak kıyısında neşe içinde buluruz. Orada Enkimdu'yla rastlaşır ve kavga çıkarır.)

Neşelendi, neşelendi ırmak kıyısındaki balçıkların üzerinde, neşelendi,
Kıyıda, çoban kıyıda neşelendi.
Üstelik, çoban, koyunlarım da kıyıya sürdü.
Irmak kıyısında gidip gelen çobana,
Çobana, yaklaşır çiftçi,
Çiftçi Enkimdu yanaşır.
Dumuzi... çiftçiyle, hendeğin ve arkın kralıyla,
Çayırında, çoban onun çayirında kavgaya tutuşur onunla,
Çoban Dumuzi onun çayırında kavgaya tutuşur onunla.
Ama Enkimdu kavga etmeyi reddeder ve Dumuzi'nın sürüsünü  topraklarında otlatmasına izin verir.
"Seninle, çoban, seninle, çoban, seninle ben,
Ne diye çekişeyim?
Koyunların ırmak kıyısındaki otları yesinler.
Ekili topraklarımda gezinsin koyunların,
Uruk'un ışıltılı tarlalarından tahıl yesinler,
Oğlakların ve kuzuların Unun'umun (kanal) suyundan içsinler."
Bunun üzerine yatışan Dumuzi, çiftçiyi dostu olarak düğününe çağırır:

"Çoban olan bana gelince, düğünüme,
Çiftçi, dostum olarak gelebilirsin,
Ey çiftçi, dostum olarak, çiftçi, dostum olarak,
Dostum olarak gelebilirsin."

O zaman Enkimdu ona ve İnanna'ya düğün armağanı olarak seçkin tarım ürünleri getireceğini bildirir:
"Buğday getireceğim size, fasulye getireceğim,
Mercimek getireceğim size ...,
Sana, genç kız, hepsi.. sana,
Genç kız, İnanna,., getireceğim sana."

*3)  Daha önce ,‘domuz toplulugu’ tanımı ile humanité arasında,‘fasulye’-Lobiya ile muhtemelen Luvi’ler arasında olması gereken bağıntıya; Yezidilerde  'marul' kelimesi ile ifade edilen tanrı-peygamber adı arasındaki ilişkiye ve “fasulye yeme yasağına”; Hurri’ler ile ‘zahire’, ‘tahıl’ arasındaki bağlantıya ; kutsal kitapların ‘kır bitkileri’, ‘yeşillik’, ‘meyveli ağaç yaratma’  bağıntısında anlatılanlarda yer alan  hububat (..yeşillik,ağaç,tahıl..) ile Assur ve Nebati toplulukları arasındaki bağlara dikkat çekmiştik.

*****


 

(2) -Hayvan Kurban ve Bitki Sunu'lardan 'İnsan'lıka/



Özel olarak Mezopotamya kaynaklı üç din mensubu  topluluklar arasında ortaya çıkan  farklı davranış çeşitlerini, günümüzün değer ölçülerine göre,‘iyi toplum’, ‘kötü toplum’ gibi ayrımlarla açıklamak yanlış olacağı gibi, bu davranış türlerindeki farkları coğrafi nedenlere, ‘kan’a, genetik özelliklere vb. bağlı kılan bir açıklama türüne başvurmak da, pek yerinde olmayacaktır.

«Kültürel fark» kavramından yol çıkan ‘açıklayıcılık’ ise, «kültür» özü itibariyle, toplum birimlerdeki  farklı  davranış türlerine  yol açan bir sonuç değil de, o davranış türlerini ortaya çıkaran eski kurallar bütünü olarak  ilgili topluluklara yerleşmiş bir kategori olduğu için, yeterli olamaz. Buradan ulaşılabilecek en iyi sonuç; ‘kültürlü toplum’, ‘kültürsüz toplum’ gibi, ‘kültür’ kavramını son derece  darlaştırıp alfabetik alana sokmayla sonuçlanır.

Hıristiyan toplulukların önemli bölümünde karsılaştığımız ‘demokrat’ yanın temelleri, eski toplumda, hiç de, bilinçli bir tercihe dayanmıyordu. Bir öteki topluluğun ‘pederşahi’ yapısı da öyle…

İsacılığın bir  türünde, «Baba»lık  akrabalık kategorisinin kullanım hakkını "Gök'teki"  tanrıya veren; buna karşılık  «Yer'deki » ailesel baba’ya ise "Baba" denilmesini bile yasaklayan kural, ilgili topluluklarda, ‘dünyasal’ baba ile oğul arasında, şimdi Avrupa topluluklarının çoğunda görüldüğü gibi, ‘demokrat’ bir ilişki tarzına temel olan eski yapılaşma tarzına işaret eder ama, bu hiç de Hıristiyanlığın ‘akıl dini’ olmasından vb. kaynaklanmış değildi. Bu tamamen, sonraki  muhtemel sonuçları hakkında  önceden en ufak bir fikre sahip olmayan tarihteki toplulukların, karşılıklı düzenleniş sırasında  aldıkları rol ve görevlerin son derece tesadüfî  sonuçlarından biridir.

Diyelim ki, Fıransız toplumunda, bugünkü oğul ve kız’ın anne ve baba’larına  «anne » ve « baba » demek yerine, Vatikan görevlileriyle « baba » ve « anne » akrabalık bağları içinde olduğunu gösteren ifadelere bağlı oluşları, çocuklarla ebeveynler arasında, İslami topluluklarda bulunmayan bir ‘demokratik’  ilişki temeline yol açmış ise de, bu tutum hiç bir şekilde, bugünkü sonuçları hesaba katılarak kurgulanmış bir düzen yaratma amacıyla ortaya çıkmış değildi.

Benzer biçimde,1980 yılına kadar, idam hükümlüleri için yasal planda  giyotin kullanan Fıransızların, «büyük aydınlanmacılığın» mimarlarından oluşları, bu “gaddar idam biçimi” seçmiş olmalarıyla bir çelişme yaratmaz. Çünkü  oradaki idam biçiminin «kafa kesme» tarzıyla yerine getirilişi de, tarihteki toplum için, sonuçları  günümüz için düşünülmüş bir  ‘tercih’ değildi.

İnsanbilim alanındaki çalışmalarımız, konumuzu uydurma teorik temellerden  arındırma süreci içinde geliştikçe; günümüzdeki  değişik toplumsal davranış türleri ve  farklı yaşam tarzlarının, eski toplum birimlerin, karşılıklı ayrıştırma dönemlerine  bağlı olduğunu daha çok açığa çıkarmaktadır. Bu noktalara ilişkin ayrıntılar ve temel özellikler meydana çıkarıldıkça, şimdi "etnik  bir özellik" haliyle görülen bir dizi  ‘değer’i, daha sağlam kriterlere oturtabilme olanağı da doğuyor.

Günümüzde hala çok önemli bir ayraç halinde bulunan, toplulukların «şiddet»e  yönelik eğilimleri veya  şiddet karşıtı-barışçıl”  tutumları; bu topluluk atalarının, tarihte, dinsel nedenlerle «şiddet»in   doğrudan «uygulayıcısı» veya « hedefi » olmalarıyla son derece yakın bir ilişki halindedir. Sonraki torunların bugünkü davranış çizgilerinde, atalarının bu noktadaki konumlanışları  çok önemli bir miras olarak günümüze ulaşır.

Kendi taraftarlarına «kurban» diye hitap eden bir  dini mezhep içindeki «şiddet»in yeri, hiç kuşkusuz, kendisine "kurban sunulan" bir topluluğun şiddet’e olan yakınlığı ile bir olamaz. Bu nokta, kaçınılmaz olarak 'kurban kültüne' farklı bir şekilde yaklaşmayı gerektiriyor.

İncil’in merkezi kavramlarından  olan «Kurban İsa», «kendini kurban olarak sunan  kurtarıcı Mesih »  uygulamasına bağlı olarak  şekillenmiş bir topluluk ile, kendisine «kurban sunulan»  geçmişteki  bir  dini hiyerarşi veya etnik yapıya  dayanarak şekillenmiş   günümüzdeki bir başka  sentez toplulukta, «şiddet»in yerinin ve dolayısıyla uygulanışının  aynı olamayacağı ve olmadığı açıktır. Buradan "insancıl Hıristiyanizm" ve "barbar  İslam"  gibi sonuçları kısa yoldan  çıkaran Murat Belge’lerin, konunun  ne denli uzağında durduğunu da anlarız.

Eski toplumda, «Hayvan-bitki sunum»larının, farklı dinlerde  aldıkları biçimlere ve «kurban ve sunu»ların   hazırlık ve tüketim biçimlerindeki farklılıklara da, daha önce işaret etmeye çalışmıştık. Burada, konumuzu bir parça daha ilerletmeye çalısalım.

Her şeyden önce, eski Mezopotamya’da, hayvan kurban’lar ile bitki-tahıl sunular, birbirlerini  tamamlayan ve  «insan kurban (yerine) geçiş» araçlarıdır. Hayvan veya bitki totemler, toplumsal karşılık olarak, somut tarzda çiftçi, çoban veya avcı topluluk türlerine tekabül ediyorlardı.

Kaynaklarına doğru ilerlendiği oranda, diyelim ki, insan kurban ediminden kurtulmakta olan bir  topluluk, kendi yerine, kendi olarak, diğerlerine, «domuz», «deve», «horoz »,«kaz,ördek» veya «hindi»,   sunusunda  bulunuyorsa, bu  totemsel değerler bize, ilgili  topluluğun çoban, gezgin,yarı-gezgin hayvan- sürü sahibi  olduğu bilgisini verir ; “tarımcı” sayılamaz. Bu topluluk, kendi içinde, iç yamyamlığı yasaklamaya bağlı olarak da, genellikle totemini 'dokunulmaz', 'yenmesi yasak' ilan etmeyi bir çözüm olarak şekillendirir. Çünkü “domuz, deve, horoz” vb. bizzat kendisinin tanımı, kendi üyelerinin ifadesidir aynı zamanda. Türkiye’de şimdi bile  bu kavramlarla “insan”lar tanımlanabilmektedir. Bazı hallerde, bu tür 'yasak’ların, özel günlerde kalktığı örnekleri de biliyoruz. Bu durumdaki topluluk, iç yamyamlığı tümüyle kaldıramamış, onu bazı ay veya günlere hapsederek, sorunu çözebilmiş, aşabilmiş olmalıydı.

Buna karşılık, ritüellerinde  “buğday-arpa, fasulye, mercimek, kabak, marul, zeytin, hurma, incir, üzüm” gibi  bitki-tahıl-meyve  motiflerini kullanan toplulukların gerisinde de, bu ürünleri yetiştirebilen  topluluk ataları bulunuyor olmalıydı.

Eğer, söz konusu olan 'orman toplulukları'  ise,orada da totem olarak  « Lübnan sediri »nin, « Amanos çamı,ardıcı,kayın’ı »nın bulunacağı çıkarsanabilir.Bugün bile var olan “ağaç tapımcılığı” eski Mezopotamyanın  “kişi”leri ile eşdeğer alınmasından kaynaklanmaktadır. “Giş, Kiş’ kavramı ağaç,odun anlamındaydı ve şimdi bir insana “ağaç”la ilgili olarak “odun,kalas” denildiğinde sadece tarihteki bu ilişkiye işaret edilmiş olur ve bizi,“kişi oğlu” denildiğinde de “ilgilinin nüfus kütüğü”nün, “soy ağacı”nın kaynaklarına yöneltir.Üstelik bu ağaçların eski Mezopotamya topluluklarında,son derece “ayrıştırılmış” olduğunu,Akad ritüellerinde gördüğümüz “Mersin ağacı,Kayın” vb. türde farklı ağaç türlerinden de anlıyoruz.

Bununla birlikte, tarihin  çok az  topluluğu, izole yaşamla günümüze ulaşmış olduğundan, farklı toplum birimler arasında karşılıklı  evlilik yoluyla başlayan ittifak-akrabalık bağlarından ortaya çıkan sentez toplulukların, kültürel öğelerde de sentez kavramlar, sentez davranışlar göstermek zorundaydılar. Yurtdışına büyük bir göç veren Türkiye’nin Avrupa’da ortaya çıkan ikinci, üçüncü ve  giderek  dördüncü nesillerinin davranış tipolojisine şöyle bir bakmak bile, bize, geçmişteki  sentez toplumların yaşamış oldukları gelişme eğrisi hakkında epey bilgi verecektir.

Dolayısıyla, eğer bir topluluk, «haram veya helal  hayvan sunu »lar bağıntısında, giderek son derece karmaşık bir düzenek oluşturmuş ise, bu sonuca ulaşmadan önceki hallerinde, orada her bir topluluğun farklı hayvan totemlere ilişkin bağlantılar yaşamış olması gerektiğini varsayacağız. Bu karmaşıklığı, fenomeni parçalarına ayıran analitik tarzla aşacağız.

Bu bakımdan hayvan sunular bağıntısında, Musacılık veya Akad ayinlerinde karsılaştığımız  hayvan çeşitleri ve sunum biçimlerindeki zenginlik, karmaşıklık, sadece tarihsel gelişmenin  bir aşamasında, sentez toplum türlerinin yaygınlaştığı bir  aşamada mümkün olabilirdi.

Hayvan sunuların her biri, ortaya çıkış dönemlerinde ki bu tam olarak yaygın totem kullanım dönemine denk gelir, bir toplum birimi ifade ediyordu. Tam da bu nedenle, hayvan sunum biçimlerinin Musacılık ve Akad dönem yazılı kayıtlarında  (- 2. ve -1. binli yıllarda) olağanüstü bir ayrıntı arz etmesi şaşırtıcı veya 'garip' değildir. Orada kurban hayvanlar sadece yaş, cins, renk itibariyle değil; beslenme tarzlarıyla bile  ayrılırlar.

Diyelim ki, onlarda, bir koyun veya keçi kurban’ın hiç bir şekilde “arpa yedirilmeden” yetiştirilmiş olmasından bahsediliyorsa (Akad ayinlerine bkz.), bu davranışın temel mantığını, sadece ve yalnızca, daha sonraki totem aşamasında, koyun, keçi ve arpa-buğday  hayvan-bitki sembolü ile ifade edilen toplum birimler arasındaki ilişki tarzlarında bulabiliriz. Buna göre, anlarız ki, söz konusu erken dönemde, kendilerine daha sonra ‘koyun’, ‘keçi’ diyecek olan topluluklar, arpa-buğday diyecek olan toplulukların  insan kurbanlarını yeme biçimde bir ilişki tarzı sürdürüyorlardı;  ve bu nedenle de, totem döneminin tercih edilmiş hayvan-bitki adlarını almalarından sonra, insan toplulukları arasındaki ilişki, hayvan-bitki  ismi alan totemist toplulukların kurban-sunuları arasındaki ilişkiye de yansıtılmıştı. Keçi, inek, koyun kurbanların bir kısmının özellikle arpayla beslenmesi ve fakat diğer bir kısmının kesinlikle “arpa yememiş” olmasının nedenlerini  ‘garip inançlar’ alanında değil, insan toplumunun tarihsel ve gerçek arka yüzünde bulabiliriz.

Eski dinsel yazında, sadece, genel bir « kurban sunu »dan dan  bahsedilmekle kalınmayıp; bizzat sunulacak bu somut  kurban hayvan için bile «yiyecek yasakları»na veya «yiyecek gereklerine»   tabi olmasının nedenleri bunlardır. Hatta bu “yasak” veya “gerek”ler, sunu hayvanlarının “ana sütü içmiş olması” ve ana sütü içmemiş olması noktalarına değin gelişkin bir özellik içeriyordu. (Akkad ayinlerine bkz.)

 
Eski dinsel yazın,"kurban-sunu"larla ilgili olarak  bunlarla da yetinmez. Orada, olay «genel bir hayvan  kurban » edimi  olarak ele alınmaz; bu kurban’ın “hangi biçimde kurban edileceği” de, en az  kurban hayvanın türü,rengi,yaşı vb. kadar önem taşır ve son  derece  ayrıntılı bir şekilde ele alınır. Daha önce oldukça geniş bir şekilde, eski kurban sunuların « boynunun kırılarak öldürülmesi »nden veya hiçbir organının (bu arada başının da) koparılmadan ve fakat kanını akıtarak kurban edilmesinden ; «haşlayarak»,  «ateşte kızartarak»,  «çiğ olarak» vb. farklı  hazırlık tarzlarından bahsetmiştik. Kurban sunu bağıntılarında, bu dini yazıların, Tanrıların, «.x.  hayvan  kurban edilsin… » demekle yetinmeyip, uzun uzadıya, bunun yukarda saydığımız  farklı biçimlerini de ilahisel kural olarak anlatması da, yine aynı şekilde, bize bunu aktaran topluluğun sentez bir kültüre dayandığını gösterir. Geriye doğru gidildikçe, göreceğiz ki, gerçekte, her farklı toplum birimin, hayvan kurban sunum biçimleri de, kan akıtarak, kan akıtmayarak, parçalayarak, hiçbir organına dokunmadan bütün haliyle vb.  olarak  ayrıştırıldığı gibi, kurbanın  tüketim  hazırlık biçimleri de (çiğ, haşlama, yakma vb. olarak )   farklılıklar  taşıyordu. Bütün bunların barbar ataların «ağız tadı düşkünlüğü» gibi saçma 'bilimsel' gerekçelerle açıklanamayacağı  çok açıktır.

Hayvan kurban sunuların  sadece  türü’nün değil  bu türlerin cinsiyetinin, yaşının, renginin, bizzat sunulacak hayvanların yiyecek-içecek yasakların; bu hayvan sununun tarım işinde vb.  kullanılmış olup olmadığının (« pulluğa/sabana hiç koşulmamış olmalı » gibi bir kural) ; kurban edilmesi sırasında  hayvanın başının yönelim yönü; aynı kurban hayvanın bazı durumlarda yenilmesi, bazı durumlarda hiç yenilmemesi gibi bir dizi kuralın temellerini, totem hayvan dünyasına yansıtılmış olan, totem öncesi  gerçek insan dünyasının ilişkilerini tanıyarak açıklayabiliriz. Açıktır ki, bu karşılıklı geçişe ilişkin bilgiler, bize, kurban sunulara ilişkin  kuralları da, insan dünyasının ilişkilerine uygulayabilme olanağı da sunmaktadır.

Hayvan kurbanlar bağıntısında, kutsiyetlerine  yaygın totem öncesi dönemde de tanık olduğumuz, Yılan, Akrep, Köpek, Sülük, Aslan, Kaplan, Akbaba, Kuzgun, Kartal gibi  “yiyici-içici” hayvanları ayırmamızı gerektiriyor. Bunlar, öyle görünüyor ki, bazı toplulukların, dini hiyerarşinin bir bölümünün bu tür sıfatları, bu anlamda totemleri, “insan kurban tüketimi”nin erken dönemine aitti. Bunların hepsinin öldürücü, parçalayıcı, zehirleyici özellikleri  ( ki, ‘İt-Köpek’in de bu kapsamda ele alınması gerekli görünüyor ) ortak paydası, onları, henüz insan kurbanı kurtarmak için başvurulan yiyecek hayvan-bitki totem dönemine geçilmesinden önceki döneme ait saymamıza işaret ediyor. Diyelim ki, Yılan sembolünün günümüzde bile tip-eczane sembolü içinde yer alması; baldıran zehiri kullanımları, eski yeraltı mezarlarında diri gömülerin öldürülme, uyuşturulma ayinleri, eski toplumda zehir kullanımına ait ( haşhaş, esrar da böyle bir rol oynamış olmalı ) bir gösterge sayılabilir.

Burada Musa’nın “Kuzey’in Arı sürülerinden” bahsetmesini de dikkate almak gerekir. Musa’ya göre “kuzey bölgesi” Suriyenin,Harran’ın  bulunduğu bölge idi ve bu bölgelerdeki ev yapısı bile “arı kovanı” olarak biçimlenmiş ve bu isimle de tanınıyordu.Avestacılığın ambleminde bile  “arı”, “sinek” türü kanatlı bir hayvan olduğunu dikkate almayan   İ.Arsel’ler,Turan Dursun’lar ve onların yeni versiyonunu yazmakta ısrarcı imiş gibi görünen  Erdoğan Aydın’lar  gibi basit “islam eleştirmenleri”  Muhammed’in  "kutsal sineği"  etrafında dönüp durmadan önce, tarihe objektif bakabilme yeteneği  gösterebilselerdi, eski toplumun totem ayrışmasında bu tür “hayvanların” bulunduğu belki görebilirlerdi. Vakit geçirmek için  arkadaşlarıyla  "kağıt" oynamak isterlerse,ellerine aldıkları iskambil kartlarında “sinek”lerin ne işi olduğunu da belki anlayabileceklerdi!

Sunuların Bitki biçimlerine ilişkin ise, şimdilik, diyelim ki, bu yaklaşım bize, Assur topluğu ile içinde sadece  tahıl ürünü kullanılan Aşure arasındaki bağlantıyı da açıkladığı gibi, o ilişki içinde yer alan  toplulukların totem bitki bağlantıları hakkında bilgilenmemizi, «mercimek»,  «fasulye» gibi, kalıntılarını günümüzde de bulduğumuz tahıl ürünleri aracılığıyla   eski toplulukların tanımlarına yönelik bağlantılar  kurabilmemize de yardımcı olabilecektir.

Söylemeye gerek yok ki, bu izler açığa çıkarıldıkça, bu doğrultudaki çalışmalar derinleştirildikçe, topluluk tanımlarına ilişkin  bir dizi ‘yakıştırma’  da (bunlara birçok halde “uydurma” da diyebiliriz)  kendiliğinden son bulacaktır.


****


(3)-Hayvan Kurban ve Bitki Sunu'lardan 'insan'lıka/3




Bay Kramer, değişik tabletlerden yaptığı derlemelerde, ‘bey’, ‘çoban-yönetici’ veya ‘kıral’lara ilişkin, hayvan totemlerle onların bağlantılarına  ilişkin bir dizi tanımlama örnekleri vermektedir.

Bunlarda  ;
«bir boğanın hakiki doğurttuğu, vücudu, başı benekli »,
«bir beyaz ineğin ağılda büyümüş, kalın boyunlu bir buzağısı » , 
« yaban ineğinden doğmuş, kaymak ve sütle beslenmiş bir buzağı »,
« bolluk ağılında doğan bir buzağı »,
« bolluk ağılında doğan, bol sütle beslenen »,
« ejderhadan doğan vahşi bakışlı arslan »,
« bol sütle beslenen kızgın bir panter (?) »,
«  büyük arslandan doğan kalın boynuzlu bir boğa», 
« arslandan doğan güçlü bir savaşçı »
gibi  tanımlara rastlıyoruz.

Farklı totem hayvanlarla sembolize edilen toplulukları ve onlar  arası evlilik ittifaklarından ortaya çıkan (doğan)  evlatların aidiyet konusunu da açıklık getirebilecek bu ifadelerin anlamı üzerinde daha sonra durabiliriz.

Eski  Mezopotamya topluluklarının totem hayvan döneminden  gelen bu  tür kalıntıların izi, günümüze değin sürebilmiştir. Bektaşi, Şii-Alevi akımların bir bölümü için «Aslan»ın  ve Musacılık döneminin tapılan  «Buzağı»sının bu tür ön kaynaklara dayandığını saptamamız gerekir.

Burada bir kez daha görüyoruz  ki, bu totemlerin eski toplum tarafından seçiminde dikkate alınan temel kriterler, ilgili hayvanın veya bitkinin   “kendine ilişkin” özelliği değildir. Öküzün, tarla sürmekten doğan ‘gücü’nün; “aslan’ın kuvvet”inin vb. hesaba katılarak onlara tapıldığı yönündeki düşünce biçimlerinin fazla bir değeri yoktur.

İsa’yı “eşek sıpası, asma üzümü, buğday başağı, koyun kuzusu, güvercin yavrusu” vb. ile eşitleme tutumlarında veya bize burçlar üzerinden ulaşmış öteki hayvan-bitki motif seçimlerinde, hayvan-bitkinin kendinde olan doğal  özellikleri  pek rol oynamaz. Dikkatli bir ortak payda arayışı, bizi, bütün eski totem hayvan  motiflerinde, «eti  yenebilir », «kanı içilebilir »,   ve « et yiyebilir »,«kan içebilir », hayvan ayrımı noktasına ulaştırmaktadır. Buradaki «yenebilir-yiyebilir» ayrımında, ilgili hayvanların «et değeri» veya  kişinin «ağız tadı kriteri »nden  yola çıkılmadığı  açıktır.

Bu ayrımı, eski toplumun “insan kurban”la olan ilişkisine göre yapıyoruz. İlgili  topluluğun veya  bir dini hiyerarşinin, bir başka topluluğa «sunulan kurban» mı olduğu; yoksa bizzat  bu topluluğun veya bir dini hiyerarşinin bizat kendisinin  «kurban olarak  sunulan » bir kesim mi  olduğu konusu son derece önem taşımaktadır.

İsa, Musevi topluluğa kendisinin « gökten gönderilmiş yiyecek» olduğunu belirtmişti. Bu gibi tanımlar, « kurban edilen » ile « kurbanı tüketen » arasındaki ilişkinin bir boyutunu ortaya sermektedir. Örneğin Musacılık, domuz veya deveyi «yenilemez» görür ve bir dizi ‘böceği’ veya  «çekirgeyi » büyük bir iştahla yemeyi öğütlerken, hayvanların kendi “et kalitesi”nden yola çıkıyor değildir. 

Konumuza bu şekilde, yaklaştığımızda, herhalde, «kendi » toplum birine ait bir idam hükümlüsünü baldıran zehiri içererek öldürme geleneğine sahip bir topluluğun gerisinde  de « yılan »   veya « akrep »… biçimli totemlerin bulunuyor olması gerektiği sonucuna varabiliriz.

Topluluklar veya dini hiyerarşi (*1) kendisine «kurban sunulan» özellikte  ise, bunların   «aslan», «kaplan»,  « kuzgun, kartal » vb. ile ilişkileri kurulmuş olmalıydı. Bektaşi edebiyatında  “Aslan” ve “Pençe”nin yeri ile gizli Bektaşi ayinlerinin,geçmişteki “insan insan kurban törenleri”ni yansıtan bütün sembolik davranışları yansıtıyor olması birbiriyle uyum götermektedir.


Buna karşılık, “öküz, inek, koyun, keçi, buğday, arpa, zeytin, elma, hurma” vb. özelliklere bürünen İnanna’ların ve Dummuzi’lerin,onların temsil ettiği toplum birimlerin “kurban edilen”, “sunulan” oldukları açığa çıkmaktadır.

Anımsamamız gereklidir ki, Ahura Mazda’cılık ilahilerinde, “öküz-inek” türü hayvan  «yaratılan ilk yaratık »  (?lardan biri )  olarak karşımıza çıkar. İlgili topluluklar kendilerini,kendi “ata hayvanı” veya “ata bitkisi” ile özdeşleştirme çabasında, yapılabilecek her şeyi yapmışlar ; saç-bıyık biçimlerinden, boyunuzlu şapka tarzlarına  kadar,kendilerini  totem hayvanlarına ve bitkilerine (marul örneğinde göreceğimiz gibi saç biçimlerine kadar) benzetmeye çalışmışlardır. “Öküz, inek, boğa, dana” totemleriyle ilgili olan toplulukları, fötr şapka aracılığıyla da izleyebiliyoruz. Çünkü Fötr şapka’nın evriminde bu totem hayvanların boynuz yapısının rol oynadığını görmüştük. Musevi din adamlarının kutsal fötr şapkası (ki, o kaynağa dayanan mason’lukta da bu şapka önem taşır), totemleri “sığır cinsi” olan ön topluluk kaynaklara işaret etmektedir.
Topluluk ve dinsel hiyerarşi’nin kendi totemleriyle benzeşme çabalarını, günümüzde kullanılan deyimler üzerinden de izleyebiliyoruz. « İnekleme » deyimi, “hafızlama, ezberleme” tarzını anlatıyor olması, dini eski yazıtların bir öğrenme türüne işaret ediyor olmalıdır ki, yazının henüz tam kullanılamadığı dönemlerde eski tarih anlatıcılığının  ilahi ezberine dayandığından bahsetmiştik. Muhtemelen bu deyim, ödevi “ezberlemek” olan  dini bir kesimin “inek totemi” ile olan bağından ortaya çıkmıştı.

Bay Kramer, adımını, eski yazıt çözümleyiciliğinden dışarı atmaya başlar başlamaz, tamamen gerçek dışı bir alanda boş teori üreticisi halini almaya başlıyor. Gerçi onun insanbilim alanındaki zayıflığı, yaptığı yorumsal tercümelere de yansımaktadır ama, yorum alanına geçtiğinde bu, tam bir felaket halini almaktadır.

Örneğin o,
« Kral  ilahilerinin bir başka yönü de hayvan krallığından alınmış sem­bolik benzetişlerin kullanılışı, bitki  dünyasından pek yok »

biçiminde  bir yargı belirterek, eski toplumun totem hayvan-bitki uyumunun da hiç farkında olmadığını ortaya koymaktadır.

Eski toplumun  totem hayvanları, her farklı toteme bağlı topluluğun tarih anlatımlarında  farklı hayvan vurgusuna yol açıyordu.İsa’nın “kurtarıcı kuzu” luğu ; Ahura Mazdacılığın “Öküz-sığır”ı ;  Avesta’cılığın  “Köpek” vurgusu  bize aynı zamanda ilgili toplulukların eski totem hayvanları hakkında da bilgi vermekteydi.Bununla birlikte “totem bitki”ler de,en az hayvan totem vurguları kadar önem taşıyordu. Bitki totem,Akado sammaru ilahilerinde,görece olarak, giderek önem kazanmış  gibi görünüyor. İttifak ilişkilerine, özellikle Assur topluluğunun girmesinden sonra tahıl-bitki totem vurgusunun  arttığı gibi bir izlenim elde etmek mümkün. Bunu “Kır”ın adamına ; “kırın otlarına” vb. vurgularda görüyoruz. Nitekim, Eski Ahit’teki ‘yaratılış’ anlatımında da, «yeşil»likler, « bitki»ler bu nedenle, en geç « yaratılmış» varlıklar olarak görünürler.

Eski toplumda, bir dizi «bitki, ağaç, meyve » totem benzetmeleri de bulunduğunu, bay Kramer, üstelik kendi tercümelerinde var,ne yazık ki, yeterince  görememiştir..

Daha önce, Yezidi yazınında ve uygulamalarında «Marul» yeme yasağı bulunduğunu; Yezidi yazınında, bunu, «peygamberlerinin adının marul » olmasına bağlandığını görmüştük. Hıristiyanların bir bölümü için de, Marul, bazı ayin-bayramlarda  bilhassa yenilmeliydi.

Eski ilahilerde, bu « marul »a,önce   bir kutsal çiftleşme töreninde, « kadın cinsi »ni temsil ediyor olarak, karşılaşıyoruz:

«Saçlarım maruldur, iyi sulanmış
Gukkal-maruludur saçım, iyi sulanmış,
Karışık bukleleri ( ?) pürüzsüz taranmıştır ( ?)
Bakıcım onları tepeye kaldırdı,
Bol saçlarım…,
Onun küçük kıvırcıklarını sıkıca topladı,
Tam olarak  ‘çekici’ hale getirdi beni,
Bitkilerin en güzeli marul saçlarım ‘çekici’,
Erkek kardeş, yaşam veren bir bakışla baktı bana,
Su-sin seçti beni….  »
(..kırık )

(Koro :)
« Sen beyimizsin,
sen beyimizsin,
Gümüş, lapis lazuli, beyimizsin,
Tahılı yığan çiftçimiz beyimizsin »
(s.255)
**
Bir başka ilahide, bu kez ‘marul’, kadın-kız cinsi olarak değil, anlatıcımızın değişmesine bağlı olarak, doğrudan bir ‘erkek’ haliyle karşımıza çıkacaktır:

« O (erkek) filizlendi, dallandı,
O bir maruldur, iyi sulanmış,

Benim kır…. ın iyi hazırlanmış bahçesi,
Benim ‘anasının gözdesi’..( ?yim)
Benim arklarda bol çıkan tahılım,
İyi sulanmış Marul’um,
Tepesine kadar meyve kapli elma ağacım,

O bir maruldur,iyi sulanmış..
..
Bal-adam, beni daima tatlandıran bal-adam,
Beyim, tanrıların bal adamı, ‘anasının gözdesi’,
Eli bal olan, ayağı bal olan, beni daima tatlandıran,
Benim tatlım…  (benim) ‘anasının gözdesi’,
Benim.. iyi sulanmış maruldur o , »

***
(*) Bu dini hiyerarşi, zaman içinde, toplum birimin tamamına ait  kurban sunma-olma-yeme gibi yükümlülük veya görevleri üstlenmiş, böylece uygulamayı topluluğun elinden çekip almış  kesimlerdir; İsa da, kendi topluluğu namına, kendi topluluğu için (oradaki ‘insanlık’ kavramı sadece o İsa’nın içinde yer aldığı topluluğu ifade eder, genel bir ‘insanlık’ algılaması sonradan ortaya çıkmıştır) kendini “kurban olarak  sunduğu” için, bu anlamda  kutsaldır, kurtarıcıdır ve ona  tapılmıştır.

Dinsel hiyerarşinin gelişkinliği ile o dini topluluğun ‘demokratik’ yapısı  arasındaki ilişkilerin bazı yönlerine daha önce dikkat çekmiştik. İslam’da dini hiyerarşinin çok az gelişkin olması, imanlının bütün ömrü boyunca bütün yükümlülüklerini, tanrıya karşı, bire bir, yerine getirme zorunda bırakır ki, bu da  ilgili bireyin, ‘bireysel alanı’nı  büyük ölçüde yok eder.

Buna karşılık, Hıristiyan din görevlilerinin bir bölümünün  evlilik yasağını üstlenmeleri ile bütün Hıristiyan topluluk sünnet yükümlülüğünden kurtulabilmiştir. Çünkü sünnet, eski toplumun evlilik yasağını sağlamak üzere oluşturduğu fallus kesme kültünün sembolik kilinmiş bir biçimi idi.

** Ahura Mazda kavramı da, öyle  anlaşılıyor ki, « Sığır Ahırı »  kavramının karşılığıdır. “Ökuz-inek tanrı” motifinin kullanıldığı yerde, tapınakların da «ahır » olarak ifade edilmesinin anlaşılır olduğundan, Gudea kutsal çiftleşme törenlerini ele aldığımızda, bahsetmiştik.

Eski dinsel inançta “Dünya Öküz’ün Boynuzlarında duruyor” biçiminde bir yargı vardı ise,bu ifade tarzının  çözümünü “hurafelere” devretmek,sorunun çok basit bir açıklaması olacaktır.Erken dönemin “dünya-küre” kavramı,şimdi anlaşılan  “Yer yuvarlağını” değil,içlerinden “top,****” çıkan “Curé”lerin bulunduğu bölgeyi anlatıyor olmalıydı.Ve muhtemelen de,bu bölgenin,bu  “cihan”ın kaderinin öküz totemi ile olan bağlarını dile getirmeye çalışan bir deyimdi. 
**

(4)-Hayvan Kurban ve Bitki Sunu'lardan 'İnsan'lıka/4



Eski ilahilerin veya  ekonomik-sivil bilgilerin yer aldığı tabletleri karşılaştırmalı tarzda, vurgulara dikkat ederek, kavramsal olduğu kadar içerik değerlerini de günümüzdeki üç dini yazın aracılığıyla takip ederek ele almak gereklidir. Böylece onlar, somut eski  tarihiyle de tanımaya başladığımız, şimdiki İran, Irak, Suriye, Türkiye, Arabistan bölgelerindeki eski  toplulukların yapısal düzenleniş ve ilişkilerinin  bir anlatım tarzı olarak belirmeye başlayacaklardır...

"Totem hayvan" ve  "totem bitki"ler, eski topluluklar tarafından gelişigüzel bir şekilde seçilmemişlerdi. Bu tür metinler ve onların günümüze yansıyan kalıntıları  dikkatle incelenirse, Eski Mezopotamya dünyasında, diyelim ki, « yırtıcı, öldürücü hayvan »ların  insan kurban yiyen (sivil ve giderek dini) toplulukların sembolleri olmaya; buna karşılık «insan kurban veren»  toplulukların  ise   «yenilecek hayvan, bitki » sembol totemlere doğru  bir evrim süreci yaşamış olduklarını göreceğiz.

Bay Kramer gibi uzmanlarımız, eski ilahileri, gerçek Mezopotamya topluluklarının bu eski totemsel düzenlenişleri hakkında sağlam bir fikire pek sahip olamadıkları için, eski ilahilerin, bir takım «Sümer düşünür veya din adamlarının »  duygu’larından çıktığını farz ettikleri için, her ilahiyi kendi başına ele almaya kalkışmışlar; orada ‘sansasyonel’ olabilecek vurgular etrafında adeta  bir magazin gazetecisi edasıyla dolaşma tutumu benimsemişlerdir. Eski bir «Balık» totemli   topluluğu aşk odası-tapınağa çağıran bir ilahiden  «tarihte  ilk akvaryum  icadı » olarak bahsetmek gibi tutumlar  da zaten ancak böyle bir yaklaşıma bağlı olarak ortaya konulabilir!

Tam anlamını çözemediğimiz ve gerçek okunuş değerinden de  emin olmadığımız bir «Gir» ilahisinde, « kırlangıç »,
« at sineği »,
« sis »,
« nehirde sürüklenen ot »,
« yaban keçisi » ,
« Ağlayan göz » ,
« Kederli kalp » ,
« Kemik » ,
« tarlanın, toprağın, geniş toprağın meyvesi, ürünü » ,
« kavrulmuş arpa ve hurma » ,
«acı-tatlı bira » ,
« asma »-« üzüm »,
 « elma » ,
« incir ağacı », « salkım hurma » ,
« bahçe balı (ve) şarap » ,
« sıcak (ve) soğuk su » ,
 « dizgin, kırbaç »
gibi  bir dizi  motif yer almaktadır.

Daha önceki incelemelerimizden anımsayacağımız gibi, yukarıdaki temel motiflerin tamamı, şu veya bu bağıntıda Eski ve Yeni Ahit ile Kuran’da, kutsal-tanrısal  özellikler arasında bulunduğu gibi, doğal olarak, Akado sammaru ve Hitit anlatımlarında da kullanılıyorlardı. Bu kavramların  ses veya içerik değerlerinin tek tek belirlenme çalışması içinde eski toplumsal-dini düzenleniş hakkındaki   fikirlerimiz  derinleşmektedir.

İ. Arsel, T.Dursun gibi ‘aydınlanmacı’larımız, İslami yazında  ‘kutsal, kör sinek’ gibi kavramları görünce, onunla alay etme yolunu seçmekle, aslında böyle kapsamlı bir çalışmanın ağırlığından kaçmış olurlar. Onlar, hiç olmazsa     bir parça eski yazıtlara daha dikkatle bakmayı becerebilseler,« sineğin kanatlarının yağa, bala, yemeğe batırılması » yönündeki tanrı direktiflerinin ardında yatan eski toplumu belki  daha yakından tanıyabilmenin de yolları  açılabilirdi. Çünkü bu tür «sinek, sivrisinek, kör sinek, at sineği, it sineği, arı, çekirge vb. gibi hayvanlar », hiç de doğadaki  doğal hayvan’lar değildi. Muhammed zamanında « sinek »,doğadaki hayvan sinek olarak algılanmaya başlanmış olsa bile, bizim ödevimiz Muhammed’in, İsa’nın, Musa’nın da, doğal olarak  bilemeyeceği  daha önceki dönemlerin temel totemsel özelliklerini bulup çıkarmak olmalıdır.

Aşağıda , «Gir» kavramı etrafında şekillenen  bir  tören anlatımı yer almaktadır. Muhtemelen – 2000’li yıllarda Nippur’da  yazılmış veya kopya edilmiş bu ilahide « elma », « üzüm »,  « incir», «hurma»,  «arpa» gibi bir dizi «meyve-ürün »un iç içe çoktan geçmiş bir tarzda ele alınmaktadır. Oysa olabildiğince eski kaynaklara doğru gittiğimizde, her farklı topluluğun, bu ürünlerden sadece biri ile sembolize edildiklerini görüyoruz. Sentez yapıların  gelişmesi süreci içinde de « ürün »ler  ikiye, üçe, dörde… doğru  karmaşıklaşmaya başlar. Tam da bu nedenle, Âdem ile Havva’nın « ayıp yerlerine » taktıkları «yaşam ağacının meyvesi » bir dini eğilimde ‘incir’ yaprağı olurken, ötekinde ‘elma’, ‘üzüm’,  ‘hurma’, ‘zeytin’, ‘palmiye’ vb. halini alacaktır. Bu bakımdan da, ‘marul’u, ‘fasulye’yi, ‘üzüm’ü, ‘hurma’yı… dikkatlice takip ettiğimiz her noktada, karşımıza çok somut topluluklar ve onların, günümüzde de var olan, dini eğilimleri belirginleşmeye başlar. Bu izlerin  her zaman kolaylıkla tanınamayacağı bir gerçek olmakla birlikte, yine böyle çabaların bilgi haznemizi geliştireceği, bakışımıza derinlik kazandıracağı  açıktır.

Aşağıda bu « Gir » ilahi-mersiyesi yer alıyor:

[«Gir »in yaklaşıyor, hazırlan,
Kız,  « Gir »in yaklaşıyor, hazırlan. .
        
Ey Gir !...Ey  Gir!        
Senin  Girdin, uzaklarda olan o,
Senin  Gir’in uzak kırlardan, yabancı yollardan,    
Senin  kırlangıcın uzak günlerden gelmeyecek,
Senin kabaran sularda (yetişen) at sineğin,
Nehirde yüzüyor,
Senin sisin (bulut’un, gölgen ?)  sıra dağlarda toplanıyor,
Senin nehiri geçen otun nehirde sürükleniyor,
Senin yaban keçin dağı geçiyor,
Senin………,
Senin…..,
Senin Gir'in, onun kötü falı,
Ağlayan göz senin Gir'in,
Kederli kalp senin Gir'in,
Kemikleri, kabaran suda yutulan senin Gir'in,
Başı yükselen suya çarpan, sürüklenen Gir'in
Geniş göğsüne çarpılan senin Gir'in.

Gir'im geldikten sonra, ona büyük bir şey (ayin, tören ?) yapacağım,
Ona kek ve…… kurban edeceğim,
Ona tarlanın meyvesini bulacağım,
Ona kavrulmuş arpa ve hurma bulacağım,
Ona acı-tatlı bira bulacağım,
Ona asmasında üzüm bulacağım,
Ona geniş toprakta elma bulacağım,
Ona geniş toprakta incir bulacağım,
Ona incir ağacının…… bulacağım,
Ona salkımında hurma bulacağım,
Ona bahçe balı (ve) şarap bulacağım.

Benim Gir'im geldikten sonra,
Ona büyük bir şey (ritüel)  yapacağım:
Ona sıcak (ve) soğuk su bulacağım,
Ona dizgin, kırbaç bulacağım,
Ona temiz bir elbise ve iyi yağ bulacağım,
Ona bir sandalye (ve) ayakcak bulacağım,
Ona taze bir yatak bulacağım,
Ona ahır ve ağılın kaymak ve sütünü bulacağım.

Benim Gir'im, o geldi, yürümüyor, geldi yürümüyor,
Gözleri var, beni görmüyor,
Ağzı var, benimle konuşamıyor,
Benim Gir'im -yaklaş!
O hakikaten geldi-yaklaş!
Ekmeği parçaladım, onunla kendisini temizledim, Kirlenmemiş içki kabından,
Pislenmemiş bir kâseden,
Su döktüm-suyun döküldüğü yer onu içti.
İyi yağla duvarı yağladım onun için.

Yeni elbisemle sandalyeyi giydirdim,
Ruh girdi, ruh ayrıldı,
Benim Gir'im dağda çarpıldı,
dağın kalbinde (ve simdi) o yatıyor (ölü).]
[s. 272-273 (Kramer,TSB)]
  ***

 

 

(5)-Hayvan Kurban ve Bitki Sunu'lardan 'İnsan'lıka/5



[İsacılık ve Hitit kült  kaynaklarından bazı  kolların « Nehir’de vaftiz » biçimindeki uygulaması bulunduğunu görmüştük. Bu uygulamanın asıl kaynağı, « nehir » yoluyla  canlı ve ölü kurban sunumuna (bu motif, Gılgamış destanında da aktarılır bu ) dayanıyor olmalıydı. 

« Urartu barajlarına toplu bir bakış » başlıklı incelemesinde (Belleten, Aralık 1996,s.631 …) bay Oktay Belli, Heredot’a da dayanarak, Pers toplumundaki durumu:

« akarsuya işemek, tükürmek ve hatta elini yıkamak, hiç yapmadıkları şeylerdir ve başkalarının yapmalarına da katlanamazlar; zira ırmağa en büyük saygıyı beslerler »

(Heredot I,138)(Belleten, s.637)

diye aktarmaktaydı.

Daha önce söz ettiğimiz gibi, burada, söz konusu olan, hiç de, ‘nehirin fiziksel temizliği’ değildir. Bu tür motifler üzerinden eski toplumu kavramak olanaklı değil.

Assur ve Hammurabi kayıtlarında « nehir tanrısına » ve onun adaletine başvurmak üzere, bazı ayinle ilgili ve kanuni uygulamalar olduğunu; ondan daha önce de, Enlil’e tapılan şehirlerde « kutsal, temiz, saf ırmak » arınma nehri motiflerini görmüştük.

Örneğin bir genç kız, ilk cinsel ilişkisinden önce, (sonraki , 'zifaf gecesi' ritüelinde veya '40 günlük düğün' anlatımlarında,bu genç kızla, üzerinde potansiyel kocalık hakki bulunan  topluluğun diğer erkekleri namına, Enlil veya onun temsilcisi Gılgamış’lar  yatmaya başlamış görünüyor) çıplak olarak nehirde ‘arınmalıydı’ (düğün öncesi 'gelin-güvey  hamamları' da bunun 'sıcak su' ile gerçekleşen  rituel halidir..) İsa’da da aktarılan nehir vaftizi, ‘Ürdün nehrinde ('soğuk su' ile) arınma’ (çıplak olarak) biçimindeydi ve bu vaftiz, ona ‘tanrılık, peygamberlik’ duyurusunu yapma gücü vermişti. Eski Yunan anlatımlarında tanrıça anası Achilios'u ayak bileğinden tutarak suda vaftiz ettiği için su değmeyen topuğu 'ölümlü' olarak kalır: su değen kısımlar ise ölümsüzlük kazanır.

Kuran’da da, iki düşman ordunun askerlerinin birinin nehir suyundan içmesi, diğerlerinin içmemesi biçimiyle üzeri çok kararmış ve yukarıdaki hususlarla birlikte ele alınmadığında fazla anlamı olmayan ‘kıssa’, Yezidilerde hala görülen ‘nehirde arınma ritüelleri’nin eski derin kaynaklarına işaret eder.

Burada, sudan içmeme, suya yaklaşmama, çok eski ateşle arınma kült toplumlarına ait bir uygulamadır ki, Sünni İslam bunu, hala, ‘Alevilerin yıkanmaması’ falan biçimiyle kullanmaya devam etmektedir. Ateş tapımcısı topluluklara ait  İnanna-İştar’ın elçilerinin tanımlanmasında da ‘eline, ayağına su değmeyen’ vurguları bulunduğunu, bunun bir kutsiyet, üstünlük özelliği olarak kullanıldığını görmüştük.

Aşağıda, bir Prensin, muhtemel kıral adayının arındırılması ritüeli gibi görünen ilahide, nehire sembolik atışlar 5 kez yinelenmektedir ki, bunun Anu-Enlil ateş kült döneminde oluşturulan « 5 kutsal merkez »le ilgili olması çok mümkün görünüyor.

Gerek, prens-kıral yerine atılan ‘hayvan’ kurbanların yapısı ve gerekse onları kapıp kaçan yırtıcı ‘hayvan’lar, daha o zamandan hayvan totem dönemine geçilmiş olduğunu göstermektedir.

İlahiye dikkatle baktığımızda, hem kurban edilen hayvanların ve hem de onları ‘alıp götüren hayvanlar’ın totem olarak da daha sonra kullanılan  semboller olduğunu anlarız.

Bu ‘hayvan’lar, kurbanlarını da, çok somut olarak,
— kartal dağ’a
—kurt  geniş ova’ya
—arslan kamışlık’a
—dağ parsı, dağ’a
—kaplan ve arslan (birlikte) dağ’a
götürürler.

İlahi yazarlarının bu ayrıntılara böylesine önem vermesi nedensiz değildir. Bay Kramer ve onu yinelemekle yetinen uzmanlarımız, maalesef bu noktalarda oldukça dikkatsiz davranmaya devam etmişlerdir.

Daha önce de dikkat çektiğimiz gibi Enki’nin mabedi, Enki tapınağı  genel olarak ‘bataklık’, ‘kamışlık’, ‘sazlık’ gibi kavramlarla tanımlanıyordu.

«Dağ » kavramının ise, her koşulda bilinen ‘dağ’ı  anlatmadığını ise, artık biliyoruz.Örneğin,Eski Ahit bile,görece yakın metinlerde « Siyon dağı » dediğinde hala Kudüs tapınağını ifade ediyordu.

Tapınak=Dağ geçişmesinin etimolojik, sosyolojik, coğrafi nedenlerini ve süreci tam bilemiyor olsak bile, olgu olarak saptayabildiğimiz  gerçek, gelişmenin bir anından itibaren dağ=tapınak kavrayışının bulunduğudur. Kudüs tapınağı’na ‘dağ’ ve tapınağın  önündeki geniş, havuz, maden kazan’a ise « deniz » denildiği (belki tuzlu su karşıtı olarak o hali almıştır.) görmüştük. Böyle bir durumda, Bay Kramer, tarihteki bir kahramanın « dağ’a çıktım, deniz’e indim » biçimindeki bir sözünü çevirince, ondan derhal harita üzerinde bölgesel coğrafi sonuçlar bulmaya kalkışır. Biz ise, bunun doğrudan doğruya bir ayinle ilgili tanımlaması olabileceği olasılığını hesaba katarız. Çünkü eski yazıtlarda ve eski ritüellerde  ‘dağ’ ve ‘deniz’, genel olarak coğrafi tanımları değil, kült merkezleri tanımını verir. Tam da bu tür nedenlerle, örneğin « Nuh Tufan’ının » , hiç de sanıldığı  gibi « koca okyanus denizlerinde » gerçekleşmediği vargısına, bütün öteki ayinle ilgili örneklerini de hesaba katarak, varırız.

"Geniş ova" ayrımın ise, kutsal kitaplarda tanrının 'tahıl ve ağaç', 'yeşillik' yarattığı 'kırları', 'Toprağı', 'Yeryüzünü', çok somut olarak ve eski geniş haliyle  Asur topraklarını  ifade etmek üzere kullanılan kavrama bağlı olarak formüle edilmiş kategorik bir ifade olduğunu  göreceğiz.]



***


[Nidaba'nin ineği ve keçisine yapılan engelleme sonucunda Uruk'un ağıl ve ahırları kuruyor. Çobanlar mateme giriyor, ağıt yapıyorlar, yardımcıları da yollara koyuluyor.

Bunun üzerine Nidaba'nın Maşgula ve Uredin­na  (isimli) "bir anadan doğan (ikiz ?)  oğullar' olan   « çobanlar »i araya giriyorlar ve ihtimal güneş tanrısının önerisi üzerine (Buna ait kısım çok bozuk), an­ne Sagburru'nun yardımı ile Maşmaş'ı bertaraf etmeği başarıyorlar. Bu kısım şöyle:]

« Onlardan ikisi (Maşgula ve Uredina) prensi nehire attılar,
Maşmaş sudan büyük suhur-balığını çıkardı,
Yaşlı kadın Sagburru sudan bir kartal çıkardı.
Kartal suhur-balığını yakaladı, onu dağa götürdü.

İkinci kez prensi nehire attılar,
Maşmaş bir koyun ile kuzusunu sudan çıkardı,
Anne Sagburru Kurt çıkardı sudan,
Kurt koyunu, kuzuyu kaptı, geniş ovaya götürdü.

Üçüncü kez prensi nehire attılar,
Maşmaş bir inek ile buzağısını çıkardı sudan,
Yaşlı Sagburru bir arslan çıkardı sudan,
Arslan ineği ve buzağısını kaptı, kamışlığa götürdü onları,

Dördüncü kez prensi attılar nehire,
Maşmaş bir yaban keçisi ve yaban koyunu çıkardı sudan,
Anne Sagburru dağ parsı çıkardı sudan,
Dağ parsı yakaladı yaban koyununu ve keçisini dağa götürdü onları.

Beşinci kez prensi attılar nehire,
Maşmaş bir yavru ceylan çıkardı sudan,
Yaşlı Sagburru bir kaplan ve bir arslan çıkardı sudan,
Kaplan ve arslan yakaladı yavru ceylanı, götürdü
ormana onu. »  [(TSB), S.177-178]
***



(Tanrıça İnanna-İştar'ın farklı toplum birimlerindeki hayvan-bitki totemler aracılığıyla tanımlanma örnekleri..)
**


« Eğer annemi bilmiyorsan
(tanıman için) onun tarifini vereyim
Adı  šat-ištar ( ?)….
Parıldayan bir görünüş…
Bir tanrıça hoşluğu, bir tatlı gelin( ?)
Gençliğinde kutsanmıştır o,
Kaynatasının evini gayretle idare edendir o,
« Tanrıça İnanna’nın Yerine» bakmağı bilendir o,
Kıralın sözünü yabana atmaz,
Gayretle malı  çoğaltandır o,
Sevilen, sayılan yaşam doludur o,
Kuzu, iyi kaymak, bal,
‘kalbin akan’ tereyağıdır o.

Annemin ikinci özelliğini vereyim:
Annem ufukta parlayan bir ışık, dağ geyiği,
Işıldayan sabahyıldızı,
Değerli akik, Marhaši'den topaz
Bir prenses mücevheri, tam çekici,
Akik mücevheri, neşe yaratan,
Bir kalay yüzük, demir bilezik,
Bir altın çubuk, parlak gümüş,
Tam bir fildişi heykelcik, cazibe dolu,
Lapis Lazuli kaide üzerinde
Bir alabastar melek(tir o).

Annemin üçüncü tarifini vereyim:
Annem mevsiminde yağmur,
İlk tohum için su,
Hoşlukla dolu zengin bir bahçe,
İyi sulanmış köknar ağacı,
Köknar kozalakları ile süslü,
Yeni yılın meyvesi, ilk ayın ürünü,
Sulama yerlerine bereket suyu getiren bir kanal,
Çok tatlı Dilmun hurması,
Aranan birinci hurmadır o.

Annemin dördüncü tarifini vereyim:
Annem bir bayram, neşe dolu bir kurban,
Yapılması korkunç, bir yeni yıl kurbanı,
Prenseslerin bir olgusu, bir bolluk şarkısı,
Neşesi bitmeyen, seven, sevilen bir kalp,
Annesine dönen bir esirin iyi haberidir o.

Annemin beşinci tarifini vereyim:
Annem çam ağacından bir araba,
Şimşir ağacından bir tahteravan,         
Yağla kokulandırılmış güzel bir elbise ( ?)
İçi yağla doldurulmuş bir devekuşu yumurtası
Hoş bir çiçek taç( ?),
Tam olarak (uygun olan). »
(TSB,s.268-269)

***

Açıklama Notu:

Eski ilahilerde varlığını bulduğumuz bir dizi temel kavramı, günümüzün üç din kitabında da, yeri gelen her noktada saptamaya çalışıyoruz.

Eski ilahileri veya dini metinleri değerlendirirken, dikkat edilmesi gereken en temel noktalardan birisi, erken dönem  ilahilerinde yer alan kavram veya motiflerin, sonraki anlamlarını temel alarak yorumlama yanlışına düşmemektir.

Eski-Yeni Ahit veya Kuran’da yer alan ‘gök-ler’,erken Akado sammaru kaynaklarında, çok somut olarak şimdiki Irak-Iran-Suriye-Türkiye sınırları içindeki bazı gerçek bölgelerin tanımı olarak yer alır. « Gök’ler » veya « Göksel-ilahisel  varlıklar »,  « göksel oğullar », veya İsa’cı kiliselerin bazılarında   aldığı biçimiyle, sadece "tanrı oğlu İsa”yı değil, bütün Hıristiyanları kapsayacak şekilde kullanılan « tanrısal-göksel oğullar » gibi tanımlar, bu bakımdan şimdi anlaşılan anlamda ‘gök’le değil,ateş-güneş kült topluluklarının coğrafi alanlarıyla ilgiliydi; orada bulunan toplulukları anlatmak için kullanılıyordu.

Bu  coğrafi alanlara daha sonra «Semavi topluluklar », « Gabriel (?Cebrail) oğulları », « cin, peri, hurri, şeytan toplulukları » vb. halleriyle ifade edilen topluluklar olarak dönecegiz.

Alevilik,Bektaşilik düzenlenişinde 'doğuştan Pir olma '  vb. türde olan kavramlar (bir topluluğun her şartta ötekine göre dinsel üstünlük huviyetinin bulunması …bir çeşit Musevilik..) bu kalıntıları yansıtırlar.

Benzer biçimde, «Yer-küre », « Toprak-dünya »,  « cihan »,  « kainat » gibi kavramlar haliyle karsılaşacağımız olgular da, doğal olarak, şu anda anlaşılan ‘dünya’ vb. değil, eski kayıtlarda «Yer’den (Toprak’tan) yaratılan ilk insan », « Kenan toprakları »,  «Şinnar toprakları’ vb. olarak karşılaşacağımız gerçek coğrafi alanlara ilişkindi. Bu bakımlardan da,"Kenan toprakları”nı "Enki toprakları”nda; "Kainnattum"u, "Annunaki"leri vb. hayali  kozmonogialarda değil, Mezopotamya’nın elle tutulur coğrafyalarında, din bilimsel,dilbilimsel alanlarında arayarak bulacağız.

Mardin'e, Harran'a, Hububat, Huvuvat topluluklarına "bitki-ağaç','tahıl', Eski Ahit'te tanrıların  daha önce yaratmayı unuttuktan sonra 'yarattıkları', 'yağmur' ('tatlı su') ve 'kır otları' bağlantısında bulacağız. "Topluluklara' neden üzüm asması, tahıl, mercimek, fasulye... gibi totem  tanımlar kullanılmış olduğunu anlayabileceğiz.

«Summer uzmanlarımız », gerek eski tablet çözümlerini, gerekse onlara dayanan görece modern dini yazıtları, hayali anlatımlar, « kozmos tanımları » gibi varsayımlar üzerine oturttukları için, eski tarih anlatımları ile Akado sammaru topluluklarının gerçek tarih ilişkisini bir türlü yeterli derinlik ve açıklıkta kuramamışlardır.

Şimdi, günümüzde bile, hala, Nuh « gemi »si motiflerinin kullanımından, bilim dünyası sadece acı duyabilir ve kendini köreltmeyle sonuçlanabilir ; daha ötesi degil.

Önceki çalışmalarımızda, hem Enki, hem Enlil diye bilinen tanrıların bir genç kızla cinsel ilişki kurmak istediklerinde, ellerinde sayısız olanak bulunuyor olması gerekirken, çiftleşecekleri ortam olarak onların ‘bir kayık’ veya  ‘bir gemi’yi tercih etmelerinin anlamı üzerinde durmuştuk. Burada söz konusu olan, hiç de sanıldığı gibi bir ‘gemi-kayık’ falan değildi. Gelgelim, kavrama takılıp kalan uzmanlarımız, eski tabletlerin bu noktadaki kavramını, tıpkı Musa, İsa ve Muhammed gibi değerlendirmekten kurtulamamışlardır. Fakat dini şahsiyetlerin ve dinlerin bu kavramı ‘gemi-kayık’ diye yorumlamalarında anlaşılabilir nedenler bulunursa da, din tanımaz uzmanlarımızın ayni değerler üzerinde yürümeleri gerekli değildi.

Kayıtlara geçen bu tür kavramlara, ‘kayık-gemi’ diye yaklaştıkları için, onlar, kuş uçmaz kervan geçmez çöller ve dağ baslarındaki yerleşim alanların ki bunların arkeolojik olarak yerlerini biliyoruz, İstanbul boğazındaki bir ‘gemi trafiğine’ yoğunluğuna nasıl sahip olabileceklerini bile düşünmemişlerdir.

Hiç kuşkusuz, eski tarihte, ‘gemi-kayık’ yoluyla bir ticaret de, bunun için uygun koşulların bulunduğu yörelerde gerçekleşiyordu. Fakat tanrısal yolculukların (ki bunlara erken donemden başlayarak, eski Nuh’larda, eski Gılgamış-Enkidum anlatımlarda, oradan da Yeni Ahit’e geçmiş olan, İsa’nın ‘fırtınalı’ ortamda kayık yolculuklarına kadar hep rastlarız.) aracı olan ‘kayık’-‘gemi’,bir dizi başka aracı ifade ediyordu.

Bunlara, nehirlere bırakılan kurban tabutu, bir tanrı idolünü herhangi bir şehir veya tapınaktan bir ötekine taşımak için kullanılan tahteravan; Musacılıkta yeniden canlandırıldığını gördüğümüz ‘tanrı ile buluşma çadırı’yla birlikte halkalarından geçirilmiş sırıklarla taşınan «kutsal anlaşma sandığı »  olarak rastlıyoruz. Eski tabletlerde, ilksel çizimlerde, ‘kızak’ , ‘kayık’ gibi tanımlar arası geçişmeye de işaret etmiştik zaten.

Burada ek olarak  « Enki’nin bataklığı, sazlığı » gibi tanımların, tıpkı Enlil’in ‘dağ’ kavramında olduğu gibi, bir yanlarıyla ‘tapınakları’ anlatıyor olduğunu da saptamamız yerinde olacak.


**

Tanrıça Ninmu nehirden sahile geldi,
Enki kamışlıkta (bataklıklarda-sazlıklarda) etrafına bakındı,
bakındı [kamışlıkta(bataklıklarda-sazlıklarda) ]etrafına,
O habercisi İsimud’a dedi ki,
"Genci, güzeli öpmeli miyim?
Ninmu'yu, güzeli öpmeli miyim? "

Habercisi İsimud karşılık verdi:
"Genci, güzeli öp,
Ninmu'yu, güzeli öp,
Kralım için kuvvetli bir rüzgâr estireceğim"

O (Enki) yalnız olarak ayağını gemiye koydu,
İkinci defa oraya (gemiye) koydu,
Onu kucakladı, öptü onu
Enki tohumunu onun karnına döktü,
O tohumu, Enki'nin tohumunu karnına aldı.
Bir gün onun için bir ay idi,
İki gün ikinci ayı idi,
Dokuz gün, dokuzuncu ayı, "kadın olmanın" ayı idi,
Kaymak gibi, kaymak gibi, iyi prens kaymağı gibi,
Ninmu… Kaymak gibi, iyi, prens kaymağı gibi,
Tanrıça Ninkura’yı doğurdu »
(TSB, s.125,126)

***



Hayvan Kurban ve Bitki Sunu'lardan 'İnsan'lıka-7




Enlil’in  « Yaz ve (Kış)ı » ve
"Davar ve Tahıl " Arasındaki Tartışma

[(Bu ilahinin) Kapsamını şu şekilde toparlayabiliriz: Hava tanrısı Enlil, her tür ağaç ve tahılı yetiştirmeyi ve memlekete bolluk ve zenginliği getirmeyi aklına koyuyor.
Bu amaçla iki kültür taşıyıcı kardeşi Emeş (Yaz) ve Enten (Kış)ı, yaratıyor.]

«Enten (Kış)  koyuna kuzuyu doğurttu,
Keçiye oğlağı dogurttu,
İnek ve buzağıyı çoğalttı,
Kaymak ve sütü bollaştırdı,
Kırda yaban keçisinin, koyunun,
Eşeğin kalbini memnun etti,
Göğ’ün kuşlarına geniş dünyada yuvalarını yaptırdı,
Denizin balıklarına kamışlıkta yumurtalarını koydurdu,
Hurmalıkta ve bağlarda bal ve şarabı aktırdı,
Dikilen ağaçlara meyveler taşıttırdı.
Bahçeleri yeşillikle örttü, bitkilerini bol yaptı,
Hendeklerde tahılı çoğalttı,
Aşnan (tahıl tanrıçası), kibar kız gibi onu bol çıkarttı.

Emeş (Yaz) ağaçları ve tarlaları meydana getirdi,
Ahırları, ağılları genişletti,
Çiftlikte ürünü çoğalttı, yeryüzünü kaplattı,
Zengin ürünleri evlere taşıttı,
Onları anlarlara yığdırdı,
Şehirleri ve barınakları kurdurdu,
Memlekette evleri yaptırdı,
Tapınakları dağ gibi, yükseltti. »

[Bu iki kardeş kendilerine verilen görevleri yaptıktan sonra "yaşam evi" Nippur'a gidip babaları Enlil'e teşekkür kurbanları götürmeğe ka­rar veriyorlar.
Emeş’e (Yaz)  hediye olarak, çeşitli yabani ve evcil hayvanlar, kuş ve bitkiler;
Enten (Kış)’e de, hediye olarak, değerli maden ve taşlar, ağaçlar ve balıklar veriliyor.

((Anlaşılıyor ki, burada hediye-takas, onda olmayanın karşı taraftan aldıklarını, kendinde olanı (ayrıştırılmış bir şekilde) verdiği bir aşamayı anlatıyor.

Burada ayrıca  Eski Ahit’te  sürdürülen  Göğ’ün kuşları”na “geniş dünya” , “engin karanlık-Kır’lar,toprak’lardaki kara hayvanları”,“Denizin balıkları” gibi  kalıpsal kavramların arkasında ateş-gök tapımcısı (‘Göğün kuşları’) ve toprak-kara  tapımcısı toplulukların “kara hayvanları” gibi  o dönemki totem varlıklarının anlatımlarını buluyoruz.))

Fakat tam ‘Yaşam Evi’ nin kapısına geldikleri zaman kıskanç Enten kardeşiyle kavgaya başlıyor. Tartışma ileri geri devam ediyor ve nihayet Enten, Emeç’in tanrıların çiftçisi olma iddiasından kuşkulanıyor. Enlil'in
Büyük mabedi E-kur’a giriyorlar ve her ikisi de durumlarını ortaya ko­yuyor.

Enten'in yakınması şöyle:]

« Enlil baba,
Bana kanalları emanet ettin,
Taşan sular ge­tirdim,
Çiftlik çiftlik üstüne koydum,
Ambarları doldurdum,
Hendeklerde tahılı yetiştirdim,
Aşnan, kibar kız gibi, onları güçlü olarak filizlendirdim,
Ve şimdi Emeş tarlalardan anlamayan o ........
Benim … koluma ve benim … omuzuma basıyor..

[Sonra Enlil, Emeş ve Enten’e cevap veriyor…]

« Memlekete hayat veren sulardan,
Enten sorumludur onlardan,
Tanrıların çiftçisi, o her şeyi üretir,
Emeş, oğlum, nasıl kendini kardeşinle eşit tutabilirsin ! »

Enlil’in yüce sözü, derin ve anlamlı,
Kararı değişmez, kim cesaret eder ona aldırmamaya!
Emeş, Enten’in önünde diz çöktü, dua etti ona,
Evine çiçek balı, şarap ve bira getirdi,
Onlar, kalbi zevklendiren çicek balı, şarap ve bira ile doydular,
Emeş, Enten’e altın, gümüş ve Lapis Lazuli hediye etti.

Kardeşlik ve arkadaşlık içinde neşe ile içki kurbanı….
Emeş ile Enten arasındaki kavgada
Enten, tanrıların sadık çiftçisi,
Emeş’e karşı zaferini kanıtladıktan sonra,
… Enlil babaya şükürler olsun ! » 

[TARİH SÜMER'DE BAŞLAR,S.124]




[Enki'nin «sekiz bitki’yi  yaratması» aslında, onları «yemesi»,  ile mümkün olmaktaydı ve tıpkı, Eski Ahit veya Kuran’da, tanrı bir takım şeyler “yaratıp” da, onlara «ad verme» görevini Adem’e vermesi işlemi gibi  bir “yaratış” ortaya koymaktaydı.

Öte yandan, bu «sekiz bitki»  ye karşı « sekiz organ»  biçiminde de bir « yaratılış» anlatımı ile karşı karşıyayız burada.

Unutmamak gerekir ki, dini terimlerin temelinde kalp, yürek, ciğer gibi ‚ organ’lar, hiç de nedensiz yer almış değildir.

Önceki çalışmalarımızda, Mardin ‚kaburga dolması’ ile eski anlatımların Havva yaratılışının bir versiyonunun Adem’in “kaburga kemiği”nden olması üzerindeki bağlantı üzerinde durmuştuk. Benzer biçimde, adak-sunu organlarından  “böbrek” ile Fıransızların “kıraliçe” deyimi arasındaki ilişkiye de dikkat çekmiştik.

Öyle anlaşılmaktadır ki, adak organlar olarak kullanılan, “kalp, yürek, böbrek, el-kol, bacak, göz, cinsel organ, baldır, kulak, dil, burun” gibi organların bir bölümü (ki bunların bir kısmına Müslüman abdestinde “mesh edilen” organlar haliyle de rastlayacağız ), bir bölümü ceza hükümlerinin konusu haline dönüşürken, bir bölümü dini, hukuki, idari yapılanmanın kurumsal kavramları halini almıştı. Dini inançta, fal bakma organları olarak  “kalp, ciğer” vb.nin ( “kalbini bilmek”, “ciğerini okumak”…)  olmasının nedenlerini de burada aramak gerekir:]


Enki kamışlıkta etrafına bakındı,
Bakındı etrafına,
Habercisi İsimud'a dedi ki:
"O bitkilerin kaderini vermeliyim",
Kalb’Ierini bilmeliyim,
Nedir, lütfen (bu)  bitki?
Nedir, lütfen bu (bitki)?"
        
İsimud karşılık verdi ona:
        
-'Kıralım, ağaç bitkisi' dedi ona,
Onun için kesti onu, yedi  (Enki).

"Kıralım bal-bitkisidir" dedi ona,
Onun için onu kesti, yedi (Enki).

"Kıralım yol otudur" dedi ona,
Onun için kesti onu, yedi (Enki).

"Kıralım su-bitkisidir" dedi ona,
Onun için yoldu onu, yedi (Enki).

"Kıralım, diken bitkisi" dedi ona,
Onun için kesti onu, yedi (Enki).

"Kıralım gebreotu bitkisidir" dedi ona,
Onun için kopardı onu, yedi (Enki).

"Kıralım… otu", dedi ona,
Onun için kesti onu, yedi (Enki).

"Kıralım, tarçın bitkisi'? dedi ona,
Kopardı onun için, (Enki) yedi onu.

Enki bitkilerin,“kaderini verdi“,
bildi (?) onların kalbini.

Bunun üzerine Ninhurşag
Lanetledi Enki'nin adını:
"o ölünceye kadar, yaşam gözü ile bakmayacağım ona ".

[Burada ‘yaratılmak’ için yenilip tadına bakılan ‘bitkiler’,örneğin Yezidilikte Fasulye veya Balkabağı bitkisinin neden ‘mekruh’ görüldüğünü anlattığı gibi, Eski Ahit’teki ‘yaratılış’ anlatımında, Tanrının, Adem’i cezalandırırken , “yaban otu, çalı-diken yiyeceksin!” biçimindeki emrine konu olan “yaban otu ve diken”lerin neler olmuş olabileceğini de açıklar. Tanrı zaten, “yağmu-göklerin çiğ’i ile, yaban ot’larını ‘yaratmayı’ da  ilk ‘yaratılış’ta unutmuştu !)

[Aslında bu ‘bitki’lerin çok önemli olduğu ve muhtemelen tarımcı Asur topluluklarından bazılarının doğrudan doğruya bu bitkileri  yetiştirmeye ve bu bitkilerle özdeşleşmeye yönlendirildikleri anlaşılıyor. Tahıllar dışında, Marul, Faulye, Üzüm, mercimek, Hurma, Zeytin, İncir, Elma’ya ilişkin somut verilere sahibiz. Bunun ötesinde Ateşle eşitlenmiş olarak Nar, Gül, acı Biber motiflerini de biliyoruz.

Baharat’ların önemini ise, sanki “çiğ köfte” yapılacakmış hissi veren bir şekilde, İsa’nın ölü vücudunun  “baharatla ovulması” geleneğinde  görüyoruz:

“Şabat Günü geçince, Mecdelli Meryem, Yakup’un annesi Meryem ve Salome gidip İsa’nın cesedine sürmek üzere baharat satın aldılar. (Markos )


[ Bu arada Ninhurşag kayboluyor, fakat tilki onu herhangi bir yolla getirmeği başarıyor. Bunun üzerine tanrıça, Enki’nin kaburgası da birlik­te sekiz organı için, sekiz tanrıyı doğurarak iyi ediyor:]

Ninhurşag :"Erkek kardeşim neren ağrıyor?"
Enki: "Benim… ağrıyor."
Ninhurşag: "Tanrı Abu'yu senin için doğurdum ( 'yaşam verdim')."

Ninhurşag: "Erkek kardeşim, neren ağrıyor?" "
 Enki:  çenem (?kalçam ) ağrıyor.”
Ninhurşag: "Tanrı Nintulla'yi senin için doğurdum."

Ninhurşag: "Erkek kardeşim, neren ağrıyor?"
Enki: "Dişim ağrıyor."
Ninhurşag: "Tanrıça Ninsutu 'yu senin için doğurdum."

Ninhurşag: "Erkek kardeşim, neren ağrıyor?"
Enki: "Ağzım ağrıyor."
Ninhurşag: "Tanrıça Ninkasi'yi, senin için doğurdum."

Ninhurşag: "Kardeşim, neren ağrıyor."
Enki: "Benim …  ağrıyor."
Ninhurşag: "Tanrıça Nazi'yi doğurdum senin için."

Ninhurşag: "Kardeşim, neren ağrıyor?"
Enki:"Kolum (yanlarım?) ağrıyor."
Ninhurşag: "Tanrıça Azimu 'yu doğurdum senin için."

Ninhurşag: "Kardeşim neren ağrıyor?"
Enki: "Kaburgam ağrıyor."
Ninhurşag: "Tanrıça Ninti 'yi doğurdum ('yaşam verdim') senin için."

((Buradaki  kaburganın hanımı” veya “yaşatan hanım”, Havva’nın Âdem’in ‚ “kaburga kemiğinden yaratılması”…anlatımına temel teşkil etmiş  olmalı))

Ninhurşag: "Kardeşim, neren ağrıyor?"-­
Enki: "Benim…ağrıyor."
Ninhurşag: "Tanrı Enşag'ı doğurdum ('yaşam verdim') senin için.

Ninhurşag: "Yaşam verdiğim küçükler için...."

Enki: "Abu bitkilerin kıralı olsun
Nintul, Magan'ın efendisi olsun,
Ninsutu, Ninazu ile evlensin,
Ninkasi, yüreği doyuran (tanrıça) olsun
Nazi, Nindar ile evlensin,
Ninti ayların kıraliçesi olsun
Eşşagag Dilmun'un efendisi olsun"

-"Enki sana şükürler olsun!"

('Sümer mitolojisi,SN.Kramer,s.-13)

**



Hayvan Kurban ve Bitki Sunu'lardan 'İnsan'lıka-8



Açıklama Notu:
Eski ilahilerde varlığını bulduğumuz bir dizi temel kavramı, günümüzün üç din kitabında da, yeri gelen her noktada saptamaya çalışıyoruz.

Eski ilahileri veya dini metinleri değerlendirirken, dikkat edilmesi gereken en temel noktalardan birisi, erken dönem  ilahilerinde yer alan kavram veya motiflerin, sonraki  bozulmuş,değişmiş anlamlarını temel alarak yorumlama yanlışına düşmemektir.

Eski-Yeni Ahit veya Kuran’da yer alan ‘gök-ler’, erken akado-sammaru kaynaklarında, çok somut olarak şimdiki Irak-İran-Suriye-Türkiye sınırları içindeki bazı gerçek bölgelerin tanımı olarak yer alıyordu. «Gök’ler» veya « Göksel-ilahisel  varlıklar »,  « göksel oğullar », veya İsa’cılıkta aldığı yeni biçimiyle, sadece “Tanrı Oğlu İsa”yı değil, bütün Hıristiyanları kapsayacak şekilde kullanılan «Tanrısal-Göksel oğullar» gibi tanımlar, bu bakımdan şimdi anlaşılan anlamdaki ‘gök’le değil, ateş-güneş kült topluluklarının coğrafi alanlarıyla ilgiliydi; orada bulunan toplulukları anlatmak için kullanılıyordu.

Bu  coğrafi alanlara daha sonra «Semavi topluluklar », « Gabriel oğulları », « cin, peri, hurri, şeytan toplulukları » vb. halleriyle ifade edilen topluluklar olarak döneceğiz. Alevilik, Bektaşilik düzenlenişinde 'doğuştan Pir'  vb. türde olan kavramlar (bir topluluğun her şartta ötekine göre dinsel üstünlük hüviyetinin bulunması;  örneğin  Musevilik...) bu  tür kalıntıları yansıtırlar.

Benzer biçimde, « Yer-Küre », « Toprak-Dünya »,  « Cihan »,  « Kainat » gibi kavramlar haliyle karşılaşacağımız olgular da, doğal olarak, şu anda anlaşılan ‘dünya’ vb. değil, eski kayıtlarda «Yer’den yaratılan ilk insan », « Kenan toprakları »,  « Sinnar toprakları’ vb. olarak karşılaşacağımız gerçek coğrafi alanlara ilişkindi. Bu bakımlarda da,"Kenan toprakları”nı “Enki toprakları”nda; "Kainnattum"u, "annunaki"leri vb. hayali  kozmonogiyalarda değil, Mezopotamya’nın elle tutulur coğrafyalarında, din bilimsel, dilbilimsel alanlarında arayarak bulacağız.

Mardin’de, Harran’da, Hububat, Huvuvat topluluklarında, “bitki, ağaç, tahıl”ı; Eski Ahit'te tanrıların  daha önce yaratmayı unutup sonra 'yarattıkları', 'yağmur' ('tatlı su') ve 'kır otları'nı bulacağız. Topluluklar için, üzüm-asma, tahıl, mercimek, fasulye... gibi totem tanımların neden  kullanılmış olduğunu anlayabileceğiz.

«Summer uzmanlarımız », gerek eski tablet çözümlerini, gerekse onlara dayanan görece modern dini yazıtları, hayali anlatımlar,  « kozmos tanımları » gibi varsayımlar üzerine oturttukları için, eski tarih anlatımları ile akado- sammaru topluluklarının gerçek tarih ilişkisini bir türlü yeterli derinlik ve açıklıkta kuramamışlardır.

Şimdi, günümüzde bile, hala, Nuh «gemi»si motiflerinin kullanımından, bilim dünyası sadece acı duyabilir ve kendini köreltmiş olduğu için onurlanabilir; fakat  daha ötesi değil.

Önceki çalışmalarımızda, hem Enki, hem Enlil diye bilinen tanrıların bir genç kızla cinsel ilişki kurmak istediklerinde, ellerinde sayısız olanak bulunuyor olması gerekirken, çiftleşecekleri ortam olarak onların ‘bir kayık’ veya  ‘bir gemi’yi tercih etmelerinin anlamı üzerinde durmuştuk. Burada söz konusu olan, hiç de sanıldığı gibi bir ‘gemi-kayık’ falan degildi. Tıpkı Nuh anlatımında da söz konusu olanın bilinen anlamıyla bir ‘gemi-kayık’ olmaması gibi. Gelgelim, kavramın yazılışına takılıp kalan uzmanlarımız, eski tabletlerin bu noktadaki kavramını, tıpkı Musa, İsa ve Muhammed gibi, farklı bir içerikle değerlendirmekten kurtulamamışlardır. Dini şahsiyetlerin ve dinsel edebiyatın, bu kavramı denizde, akarsuda yüzen  ‘gemi-kayık’ diye yorumlamalarında anlaşılabilir nedenler bulunursa da, din-tanrı tanımaz uzmanlarımızın aynı değerler üzerinde yürümeleri hiç de gerekli değildi.

Kayıtlara geçen bu tür kavramlara, ‘kayık-gemi’ diye yaklaştıkları için, onlar, kuş uçmaz kervan geçmez  çöller ve dağ başlarındaki yerleşim alanlarının,  ki bunların arkeolojik olarak yerlerini biliyoruz, İstanbul boğazındaki bir ‘gemi trafiğine’ yoğunluğuna nasıl sahip olabileceklerini bile düşünmemişlerdir.

Hiç kuşkusuz, eski tarihte, ‘gemi-kayık’ yoluyla bir ticaret de, bunun için uygun koşulların bulunduğu yörelerde gerçekleşiyor olmalıydı. Fakat  “tanrısal yolculuk”ların (ki bunlara erken dönemden başlayarak, eski Nuh’larda, eski Gılgamış-Enkidu anlatımlarda, oradan da Yeni Ahit’e geçmiş olan, İsa’nın ‘fırtınalı’ ortamdaki kayık yolculuklarına kadar hep rastlarız; “İmamın kayığı” motifini de biliriz..) aracı olan ‘kayık’ - ‘gemi’, bir dizi başka aracı ifade ediyordu.

Bunlara, nehirlere bırakılan kurban tabutu, bir tanrı idolünü herhangi bir şehir veya tapınaktan bir ötekine taşımak için kullanılan tahtırevan; Musacılıkta yeniden canlandırıldığını gördüğümüz  ‘tanrı ile buluşma çadırı’yla birlikte halkalarından geçirilmiş sırıklarla taşınan «kutsal anlaşma sandığı »  olarak da rastlıyoruz. Eski tabletlerde, ilksel çizimlerde, ‘kızak’, ‘kayık’ gibi tanımlar arası geçişmeye de işaret etmiştik zaten.

Günümüzde “ekmek teknesi” denildiğinde, mutlaka bir “tekne”nin anlaşılmadığı nasıl açık bir olgu ise; fırınların “ekmek teknesi”/ “hamur teknesi”, nasıl bir “gemi/kayık” anlamı taşımıyorsa, geçmişte de  “kayık/gemi” ifadesi, hiç de “Nuh’un Gemisi”ni anlatıyor değildi. Zaten  Latin kaynaklı yabancı dillerde “Nuh’un Gemisi” hiçbir şekilde bir “gemi” kavramına denk düşmez; “Küp”, “sal”, “ark”, “köprü” türü bir içerik çağrıştıran kavramlara rastlarız ve fakat insanlar  farklı içerikteki bir kavramı okudukları halde, ondan “bir gemi” anlamaya devam ederler.

Burada ek olarak  « Enki’nin bataklığı, sazlığı » gibi tanımların, tıpkı Enlil’in ‘dağ’ kavramında olduğu gibi, bir yanlarıyla ‘tapınakları’ anlatıyor olduğunu da saptamamız yerinde olacak.

Tanrıça Ninmu nehirden sahile geldi,
Enki kamışlıkta (bataklıklarda-sazlıklarda) etrafına bakındı,
bakındı [kamışlıkta(bataklıklarda-sazlıklarda) ]etrafına,
O habercisi İsmud’a dedi ki,
"Genci, güzeli öpmeli miyim?
Ninmu'yu, güzeli öpmeli miyim? "

Habercisi İsimud karşılık verdi:
"Genci, güzeli öp,
Ninmu 'yu, güzeli öp,
Kıralım için kuvvetli bir rüzgar* estireceğim"

O (Enki) yalnız olarak ayağını gemiye koydu,
İkinci defa oraya (gemiye*) koydu,
Onu kucakladı, öptü onu
Enki tohumunu onun karnına döktü,
O tohumu, Enki'nin tohumunu karnına aldı.
Bir gün onun için bir ay idi,
İki gün ikinci ayı idi,
Dokuz gün, dokuzuncu ayı, "kadın olmanın" ayı idi,
Kaymak gibi, kaymak gibi, iyi prens kaymağı gibi,
Ninmu… Kaymak gibi, iyi, prens kaymağı gibi,
Tanrıça Ninkura’yı doğurdu »
(TSB, s.125,126)

 ***

 

*)  Burada tanrıların  bir tanrıça veya sıradan  bir genç kız ile cinsel ilişki  için neden, ille de,  bilinen anlamıyla  bir “gemi” aracını tercih ettiğini  pek anlayamayız.

Fakat, “kutsal çiftleşme”nin bir ritüel, bir seremoni olduğunu düşünürsek; Eski Ahit’te, “tanrı ile buluşma çadırı”nın; tapınakların,  aynı zamanda  kadınlarla erkekler arası kutsal çiftleşme mekanları da olduğunu hesaba katarsak, burada “gemi” dışında “rüzgar”a neden ihtiyaç duyulduğu da anlaşılır hale gelir. “Rüzgar” ise, bildiğimiz “üfürükçülük” alametinin aracı, yani seremonilerin ateşlerinin  “yakıcılarının” ve “söndürücülerinin”  ifadesiydi.

**



Hayvan Kurban ve Bitki Sunu'lardan 'İnsan'lıka-9



[Enki’nin sekiz bitki’yi  yaratması» aslında onları  «yemesi»,  ile mümkün olmaktadır ve tıpkı, Eski Ahit veya Kuran’da, tanrı bir takım şeyler yaratıp da, onlara ‚ «ad verme» görevini Adem’e vermesi işlemi gibi  bir “yaratış” ortaya koymaktadır.

Öte yandan, bu  «sekiz bitki»ye karşı «sekiz organ»  biçiminde de bir « yaratılış» anlatımı ile karşı karşıyayız burada.

Unutmamak gerekir ki, dini terimlerin temelinde kalp, yürek, ciğer gibi ‚ organ’lar, hiç de nedensiz yer almış değildir.

Önceki çalışmalarımızda, Mardin‚ “kaburga dolması” ile eski  anlatımların‚ Havva yaratılışının bir versiyonunun “Adem’in kaburga kemiğinden” olması üzerindeki bağlantı üzerinde durmuştuk. Benzer biçimde, adak organ böbrek ile fransızların  “kıraliçe” deyimi arasındaki ilişkiye de dikkat çekmiştik.

Öyle anlaşılmaktadır ki, adak organlar olarak kullanılan, kalp, yürek, böbrek, el-kol, bacak, göz, cinsel organ, baldır, kulak, burun.. gibi organların bir bölümü (ki bunlara Müslüman abdestinde mesh edilen organlar haliyle de rastlarız), bir bölümü‚ ceza yasalarının kuralları haline dönüşürken, bir bölümü dini, hukuki, idari yapılanmanın kurumsal kavramları halini almıştı. Dini inancın, fal bakma organlarının kalp, ciğer vb. organ tanımları olmasının nedenlerini burada aramak gerekir:]

Enki kamışlıkta (sazlıkta?) (bataklıkta?) etrafına bakındı, bakındı etrafına,
Habercisi İsimud'a dedi ki:
“O bitkilerin kaderini vermeliyim”,
kalbIerini bilmeliyim,
Nedir, lütfen (bu)  bitki?
Nedir, lütfen bu (bitki)?"

İsimud karşılık verdi ona:     
-'Kıralım, ağaç bitkisi' dedi ona,
Onun için kesti onu, yedi  (Enki).

"Kıralım bal-bitkisidir" dedi ona,
Onun için onu kesti, yedi (Enki).

"Kıralım yol otudur" dedi ona,
Onun için kesti onu, yedi (Enki).

"Kıralım su-bitkisidir" dedi ona,
Onun için yoldu onu, yedi (Enki).

"Kıralım, diken bitkisi" dedi ona,
Onun için kesti onu, yedi (Enki).

"Kıralım gebre otu bitkisidir" dedi ona,
Onun için kopardı onu, yedi (Enki).

"Kıralım … otu", dedi ona,
Onun için kesti onu, yedi (Enki).

"Kıralım, tarçın bitkisi'? dedi ona,
Kopardı onun için, (Enki) yedi onu.

Enki bitkilerin,“kaderini verdi”,
bildi (?) onların kalbini.

Bunun üzerine Ninhurşag
Lanetledi Enki'nin adını:
“o ölünceye kadar, yaşam gözü ile bakmayacağım ona”.

[Şimdi Ninhurşag kayboluyor, fakat tilki onu herhangi bir yolla ge­tirmeği başarıyor. Bunun üzerine tanrıça, Enki'nin kaburgası da birlik­te sekiz organı için sekiz tanrıyı doğurarak iyi ediyor:

Ninhurşag :
"Erkek kardeşim neren ağrıyor?"
Enki: "Benim….ağrıyor."
Ninhursag:
 "Tanrı Abu'yu senin için ('yaşam verdim') doğurdum."

Ninhursag:
 "Erkek kardeşim, neren ağrıyor?" "
 Enki:
 '- Çenem (kalçam?) ağrıyor.
Ninhursag:
 "Tanrı Nintulla'yı senin için doğurdum."

Ninhursag: "Erkek kardeşim, neren ağrıyor?"
Enki: "Dişim ağrıyor."
Ninhursag: "Tanrıça Ninsutu 'yu senin için doğurdum."

Ninhursag: "Erkek kardeşim, neren ağrıyor?"
Enki: "Ağzım ağrıyor."
Ninhursag: "Tanrıça Ninkasi'yi, senin için doğurdum."

Ninhursag: "Kardeşim, neren ağrıyor."
Enki: "Benim ….. ağrıyor."
Ninhursag: "Tanrıça Nazi'yi doğurdum senin için."

Ninhursag: "Kardeşim, neren ağrıyor?"
Enki: "Kolum (yanlarım?) ağrıyor."
Ninhursag: “Tanrıça Azimu'yı doğurdum senin için.”

Ninhurşag: “Kardeşim neren ağrıyor?"
(Enki: ) "Kaburgam ağrıyor."
Ninhurşag: "Tanrıça Ninti 'yi [(bu Kaburganın Hanımı veya Yaşatan Hanım, Havva’nın Adem’in‚ kaburga kemiğinden yaratılması…)] doğurdum ('yaşam verdim') senin için."

-Ninhursag:"Kardeşim, neren ağrıyor?"-­
“Enki: Benim….. ağrıyor.”
Ninhursag: “Tanrı Enşag'ı doğurdum ('Yaşam Verdim') senin için.”

Ninhurşag: “Yaşam verdiğim küçükler için...."

Enki: “Abu bitkilerin kıralı olsun
Nintul, Magan'ın efendisi olsun,
Ninsutu, Ninazu ile evlensin,
Ninkası, yüreği doyuran (tanrıça) olsun
Nazi, Nindar ile evlensin,
Ninti ay’ların kıraliçesi olsun
Eşşagag Dilmun'un efendisi olsun”

-“Enki sana şükürler olsun!”
('Sumer mitolojisi, S. N. Kramer,s.-13)

**






***





Farklı Öldürme Biçimlerinin Kaynakları-2


Farklı Öldürme Biçimlerinin Kaynakları-3 (Çocuk Kurbanı)


Farklı idam-cinayet (ritüel) biçimleri







*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*