“Yaratılış” Bilmecesini Çözmek !
“İslamiyet Ve Bilim” (Erdoğan Aydın) Üzerine
Erdoğan Aydın'ın “İslamiyet Ve Bilim” adlı bir çalışması var.
Bu kitap 1992 Turan Dursun Araştırma ve inceleme ödülü kazanmış. "İslamiyet Gerçeği" dizisi olarak da 4 cilt halinde yayınlanmış.
Erdoğan Aydın, örneğin, şöyle diyor kitabında:
“Bilindiği gibi dinsel inanışın “yaratılış” varsayımını ilk defa ve kendi içinde en tutarlı biçimde sistematize eden kitap Tevrat'dır. Sonraki kitapların tümü bu söylenceyi farklı ifadeler ve kısmi değişikliklerle tekrar etmekten başka bir şey yapmış değillerdir. Hele ki, Kuran'da ifade ediliş biçimi, Tevrat'taki iç tutarlılıktan da yoksun, adeta akılda kalanların, farklı sure yazımlarındaki farklı anımsanmalarının ürünü olarak daha da ilkel ve muğlaktır...." ( İslamiyet Ve Bilim/İslamiyet Gerçeği-2, V. Bölüm: "Kuran'a Göre Evrenin 'Yaratılışı' " S.87)
Peki, buradaki bu dar ve tarihsel bakımdan son derece eksik bilgiler temelinde, “önceki” Mezopotamya dinsel inanlarını, “önceki” Sümer-Akad ilahilerini, “önceki” Enuma Eliş'i, yeterince bilmeden; onların farklı toplumsal birimlere has yapılanmasını kavramadan, kısaca Mezopotamya kaynaklı dinler ve dini metinler hakkında yeterli ve doğru genel bir fikre sahip olmadan, o kaynaklardan süzülüp gelmiş olduğu çok açık olan İslam'ı ve Kuran'ı doğru bir temelde nasıl eleştirebiliriz?
Bu mümkün mü?
İlhan Arsel ve Turan Dursun'un “salt İslam eleştirisi” diyebileceğimiz ve sanki İslam izole bir din olarak ele alınabilirmiş gibi; Kuran’ın ayetleri veya kuralları Muhammed'in kendi yaratısıymış gibi bir yaklaşımla yürütülen “din eleştirisi” hatalı çizgisi, araya serpiştirilmiş "Sümer" lafları dışında, Erdoğan Aydın tarafından da sürdürülmektedir.
Yirmi yıl kadar öncesi için, bu alanlardaki bilgi düzeyinin düşüklüğü anlaşılabilir ve hoş görülebilir... Fakat, dostça uyarı ve eleştirilerden sonra da, Erdoğan Aydın, bu eksik ve hatalı içerikli kitapları, “düzeltme” yapmaksızın yeni baskılarla insanlara sunuyorsa, o noktada artık kimsenin “eleştirilerin sertliği”nden yakınma hakkı kalamayacağını da açıklamak isteriz.
Eğer, Erdoğan Aydın dostumuz, uyarılarımızı dikkate alsa; “İslam eleştirisi” adı altında yayınladığı ve adeta 18. yy “aydınlanmacıları”nın gerekçelerini yinelediği bu çalışmasını, yeniden yayınlamadan önce “gözden geçirmeyi” deneseydi, belki elinde 4 ciltlik bir kitap dizisi kalmayacaktı... Hatta, belki bu kitabın içeriğinin "düzeltilemez" olduğu gerçeğini de görecekti...
Ama zaten bunlar bile büyük bir kazanç olacaktı.
En azından, kendisi, İslam'ın ve Kuran'ın eleştirisinin tek başına ele alınamayacağını; mutlaka Mezopotamya'daki öteki dinsel kaynak ve uygulamalarla bağ içinde ele alınması gerektiğini anlayacaktı.
Bütün bunlar da “bilimsel ateizm” için birer kazanç olacaktı...
Fakat o, hatalarında ısrar etme yolunu seçti.
Bayat “İslam eleştirileri”ni yinelemeyi bilim saydı.
Fakat, biz biliyoruz ki, Enuma Eliş'i, erken Mezopotamya ilahilerini, Hitit dinsel şekillenişini tanıyanlar için, tüm bu bilgilere dayanmayan ve bu kaynaklardan beslenmeyen bir İslam eleştirisi asla "bilimsel" olamaz... Hatta “ Ateist açıdan İslam Eleştirisi” özelliği bile taşıyamaz.
Turan Dursun'un, İlhan Arsel'in, Server Tanilli'nin İslam'ı eleştiren kitaplarındaki hatalı çizgi ve ele aldıkları içeriklerin hatalı sunumu, farklı dinlerin karşılaştırmalı eleştirisi yönteminin sistemli olarak kullanılmayışı, çalışmalarını çok daraltmış ve onların adeta, genel ateist
bir çizgiden, dar bir “anti-İslamist çizgiye” kaymalarına yol açmıştır.
Ana çerçeve bakımından, Erdoğan Aydın böyle bir dar çizginin, ufuk açmayan, yeni argümanlar geliştirmeyen yineleyicisi olmayı tercih etmiştir.
Sürdürülemez olan bu çizginin hatalarını bizzat kendisinin de göreceğini umalım...
“İslamiyet Ve Bilim” (Erdoğan Aydın) Üzerine
Erdoğan Aydın'ın “İslamiyet Ve Bilim” adlı bir çalışması var.
Bu kitap 1992 Turan Dursun Araştırma ve inceleme ödülü kazanmış. "İslamiyet Gerçeği" dizisi olarak da 4 cilt halinde yayınlanmış.
Erdoğan Aydın, örneğin, şöyle diyor kitabında:
“Bilindiği gibi dinsel inanışın “yaratılış” varsayımını ilk defa ve kendi içinde en tutarlı biçimde sistematize eden kitap Tevrat'dır. Sonraki kitapların tümü bu söylenceyi farklı ifadeler ve kısmi değişikliklerle tekrar etmekten başka bir şey yapmış değillerdir. Hele ki, Kuran'da ifade ediliş biçimi, Tevrat'taki iç tutarlılıktan da yoksun, adeta akılda kalanların, farklı sure yazımlarındaki farklı anımsanmalarının ürünü olarak daha da ilkel ve muğlaktır...." ( İslamiyet Ve Bilim/İslamiyet Gerçeği-2, V. Bölüm: "Kuran'a Göre Evrenin 'Yaratılışı' " S.87)
Peki, buradaki bu dar ve tarihsel bakımdan son derece eksik bilgiler temelinde, “önceki” Mezopotamya dinsel inanlarını, “önceki” Sümer-Akad ilahilerini, “önceki” Enuma Eliş'i, yeterince bilmeden; onların farklı toplumsal birimlere has yapılanmasını kavramadan, kısaca Mezopotamya kaynaklı dinler ve dini metinler hakkında yeterli ve doğru genel bir fikre sahip olmadan, o kaynaklardan süzülüp gelmiş olduğu çok açık olan İslam'ı ve Kuran'ı doğru bir temelde nasıl eleştirebiliriz?
Bu mümkün mü?
İlhan Arsel ve Turan Dursun'un “salt İslam eleştirisi” diyebileceğimiz ve sanki İslam izole bir din olarak ele alınabilirmiş gibi; Kuran’ın ayetleri veya kuralları Muhammed'in kendi yaratısıymış gibi bir yaklaşımla yürütülen “din eleştirisi” hatalı çizgisi, araya serpiştirilmiş "Sümer" lafları dışında, Erdoğan Aydın tarafından da sürdürülmektedir.
Yirmi yıl kadar öncesi için, bu alanlardaki bilgi düzeyinin düşüklüğü anlaşılabilir ve hoş görülebilir... Fakat, dostça uyarı ve eleştirilerden sonra da, Erdoğan Aydın, bu eksik ve hatalı içerikli kitapları, “düzeltme” yapmaksızın yeni baskılarla insanlara sunuyorsa, o noktada artık kimsenin “eleştirilerin sertliği”nden yakınma hakkı kalamayacağını da açıklamak isteriz.
Eğer, Erdoğan Aydın dostumuz, uyarılarımızı dikkate alsa; “İslam eleştirisi” adı altında yayınladığı ve adeta 18. yy “aydınlanmacıları”nın gerekçelerini yinelediği bu çalışmasını, yeniden yayınlamadan önce “gözden geçirmeyi” deneseydi, belki elinde 4 ciltlik bir kitap dizisi kalmayacaktı... Hatta, belki bu kitabın içeriğinin "düzeltilemez" olduğu gerçeğini de görecekti...
Ama zaten bunlar bile büyük bir kazanç olacaktı.
En azından, kendisi, İslam'ın ve Kuran'ın eleştirisinin tek başına ele alınamayacağını; mutlaka Mezopotamya'daki öteki dinsel kaynak ve uygulamalarla bağ içinde ele alınması gerektiğini anlayacaktı.
Bütün bunlar da “bilimsel ateizm” için birer kazanç olacaktı...
Fakat o, hatalarında ısrar etme yolunu seçti.
Bayat “İslam eleştirileri”ni yinelemeyi bilim saydı.
Fakat, biz biliyoruz ki, Enuma Eliş'i, erken Mezopotamya ilahilerini, Hitit dinsel şekillenişini tanıyanlar için, tüm bu bilgilere dayanmayan ve bu kaynaklardan beslenmeyen bir İslam eleştirisi asla "bilimsel" olamaz... Hatta “ Ateist açıdan İslam Eleştirisi” özelliği bile taşıyamaz.
Turan Dursun'un, İlhan Arsel'in, Server Tanilli'nin İslam'ı eleştiren kitaplarındaki hatalı çizgi ve ele aldıkları içeriklerin hatalı sunumu, farklı dinlerin karşılaştırmalı eleştirisi yönteminin sistemli olarak kullanılmayışı, çalışmalarını çok daraltmış ve onların adeta, genel ateist
bir çizgiden, dar bir “anti-İslamist çizgiye” kaymalarına yol açmıştır.
Ana çerçeve bakımından, Erdoğan Aydın böyle bir dar çizginin, ufuk açmayan, yeni argümanlar geliştirmeyen yineleyicisi olmayı tercih etmiştir.
Sürdürülemez olan bu çizginin hatalarını bizzat kendisinin de göreceğini umalım...
***
Eğer, Turan Dursun, Erdoğan Aydın, Server Tanilli, İlhan Arsel gibi yazarlarımız, eski dinsel metinleri Mezopotamya erken topluluklarının yaşam biçimleri ve onu anlatan tarihleriyle bir parça bağ içinde ele alabilme yeteneği gösterebilmiş olsalardı, Eski Ahit’te, Tanrının evreni niye ille de “6 gün” takvim değeri temelinde “yaratmış” olduğunun anlatılmış olabileceğini; dinlerin farklı “kutsal günleri” ile bunun bir ilintisinin olup olmadığını; aynı tanrının, bir “Yok ediş” Tufanı yaparken, neden "Yarattığı İnsan’la” birlikte, mantıken hiç “günahları” olmaması gereken, “İnsan’la birlikte hayvanları, sürüngenleri, kuşları da Yeryüzü’nden silip atacağım” demiş olabileceğini…. vb. bir parça sorgulama yönünde ilerlemeyi deneyebilirlerdi.
Dinsel metinlerin bu kalıpsal deyimlerinde Tanrı’nın neden ille de bir “Yeryüzü” vurgusunu neden yapmış olabileceği hakkında; Tanrı’nın, basit bir şekilde “onları yok edeceğim” demek yerine “Yeryüzü’nden silip atacağım” demiş olması vb. gibi “Yer ve Gök” ayrımının kaynakları üzerinde düşünme kapısını aralayabilirlerdi.
Bu gibi örnekler, Din’lerin eski kaynaklarını tanımanın bugün çok daha önem kazanmış olduğunu göstermeye yetiyor. Eskiden bilinmeyen sayısız Akado-Sammaru kaynağı, Hitit ve Asur tabletleri bulunup çözümlenmiş ve Mezopotamya kaynaklı din ve mezheplerin 10 binlerce yıllık ön geçmişlerine doğru bağlantı kurma ve çıkarımlarda bulunma olanağı ortaya çıkmış durumdadır.
Bu bakımdan eski ‘Yaratılış’ ilahilerinde ve şimdiki “kutsal” metinlerde yer alan,
-‘tatlı su - tuzlu su’,
-‘aşağı - yukarı’,
-‘ışık - ateş’,
-‘gece - gündüz’,
-‘aydınlık - karanlık’
- ‘yer- gök’…
gibi kavramların kullanıldıkları dönemdeki anlamları açığa çıkarıldığı ölçüde, şimdiki dinlerin ‘yaratılış’ anlatımlarının, erken Akado - Sammaru topluluklarının karşılıklı tarih ve karşılıklı ilişki düzeninin farklı anlatım tarzlarına dayandığını artık görmeye başlamış oluruz. (*1)
Bu erken ilahilerde, ‘Yeryüzü’ ve ‘Gökyüzü’ kavramları da öylesine somut, elle tutulan ve doğal bir şekilde ele alınır ve anlatılır ki, o anlatımlarda, Gökyüzü’nden bahsederken birden bire “Kazma” kavramına geçmek hiç bir anormallik yaratmaz. Oysa, bu kavramların bugünkü değerleri temel alınırsa, “Gökyüzü” ile “Kazma”nın bir “yaratılış” anlatımında yan yana geçmesi halinde, ilgili tanrıların akıllarından zorları olduğu düşünülürdü. Oysa, hem o tanrıların akıllarından zorları yoktur; oldukça akıllıdırlar… Hem de, ilahi anlatımında, o tanrıların “yaratış” işlemleri büyük bir doğallık ve uyum içinde “Gökyüzü”nden “kazma”nın “yaratılışı”na doğru aktarılır.
Çünkü, burada sözü edilen “Gök” ve “Yer”, Akkado-sammaru toplulukların bir öteki tanımı, bu toplulukların bizzat kendileriydi. “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” topraklarının farklı bir tanımlama türüydü.
‘Kazma’ ise, Türkiye’de şimdi bile eğitilmemiş bir kişiyi tanımlama deyimi olarak kullanılır; dolayısıyla 'kazma', Gılgameş’in ikizi, rakibi, ittifakdaşı Çiftçi-köylü Enkidum’un diğer bir anlatım biçimi, Adem'in çiftçi olan varyantı, yani eğitilmemiş olan farklı bir “insan toplumu” tanımıydı.
Hatta belki de bu nedenle, buradaki “yaratılış”larda anlatılan Adem’in bu nedenle başlangıçta “gözü kapalı”ydı; yani henüz “bilgelik” kazanarak “gözleri açılmamış”tı.
Buradaki “kazma” sözcüğü, kelime anlamıyla “karagöz” olan yani gözü kapalı, cahil, kaba-saba birisinin tanımı idi. Günümüzde bile “çapa-kazma” işi yapmaya devam eden Mardin - Ş.Urfa yöresinin “çapa” işi yapan topraksız köylülerinin muhtemel ön atalarıydı.
Mezopotamya kaynaklı dinsel ilahilerde ve Akado-Sammaru kayıtlarında, Adem ve Havva’nın oğulları olarak “Kain” ve “Habil” arasındaki ilişkilerde, “Çoban” ve “Çiftçi” arasındaki atışma ve çelişmelere, bütün bu eski kaynaklardan itibaren rastlanır.
Avrupa’nın ‘Aydınlanma’ döneminin en ünlü eski beyinlerinden günümüzün din ve doğu uzmanlarına kadar herkes (yakın zamana kadar hepimiz ) bütün bu eski dinsel anlatımlarda, erken Mezopotamya toplumlarının gerçek tarihini bulmak ve aramak yerine, onlarda sadece ‘efsane ve-ya uydurma’ keşfedebilmişlerdi.
Eski İlahilerin ve onlara dayanan Tevrat veya Kuran’ın, ‘cahil eski toplum’ tarafından nasılsa üretilmiş bu tür “efsane ve-ya uydurma”lara dayandığına yönelik böyle bir kör inanç, Türkiye kamuoyunda uzun yıllar önce Turan Dursun tarafından, din’i İslam’la eşitleme eğilimi halinde de yansıtılmıştı. Turan Dursun'un bu “samimi çabaları”nın, sonuçları itibariyle önemli teorik tahribatlar yarattığını artık ortaya koymak gereklidir.
Şimdi Erdoğan Aydın gibi yazarlar tarafından sürdürülen bu genel çizgi, ‘Akkado-sammaru’ tarihinden, Enuma Eliş’ten, eski tabletlerdeki dinsel anlatımlardan, eski toplumun örgütlenme ve ilişki tarzlarından tamamen bağımsız bir ‘İslamiyet’i ‘Bilim’le karşılaştırma çabası içinde ‘cilt’leri doldurmaktadır. Fakat Tevrat’tan bağımsız bir Kuran; Enuma Eliş’ten bağımsız bir Tevrat, bilimsel bakımdan incelenemez bile.
Bu, temel bir metot konusudur.
Erdoğan Aydın, bu alanda eğer bir parça ciddi bir araştırmaya yönelirse, daha ilk anlarda, İslam’ın çerçevesi ve deyimleri içindeki ‘mantık’ alanında kalarak oluşturduğu bu “cilt’ler dolusu kitap sayfaları”nın adım adım anlamsızlaşıp yürürlükten kalkmak zorunda olduğunu görecektir.
gibi kavramların kullanıldıkları dönemdeki anlamları açığa çıkarıldığı ölçüde, şimdiki dinlerin ‘yaratılış’ anlatımlarının, erken Akado - Sammaru topluluklarının karşılıklı tarih ve karşılıklı ilişki düzeninin farklı anlatım tarzlarına dayandığını artık görmeye başlamış oluruz. (*1)
Bu erken ilahilerde, ‘Yeryüzü’ ve ‘Gökyüzü’ kavramları da öylesine somut, elle tutulan ve doğal bir şekilde ele alınır ve anlatılır ki, o anlatımlarda, Gökyüzü’nden bahsederken birden bire “Kazma” kavramına geçmek hiç bir anormallik yaratmaz. Oysa, bu kavramların bugünkü değerleri temel alınırsa, “Gökyüzü” ile “Kazma”nın bir “yaratılış” anlatımında yan yana geçmesi halinde, ilgili tanrıların akıllarından zorları olduğu düşünülürdü. Oysa, hem o tanrıların akıllarından zorları yoktur; oldukça akıllıdırlar… Hem de, ilahi anlatımında, o tanrıların “yaratış” işlemleri büyük bir doğallık ve uyum içinde “Gökyüzü”nden “kazma”nın “yaratılışı”na doğru aktarılır.
Çünkü, burada sözü edilen “Gök” ve “Yer”, Akkado-sammaru toplulukların bir öteki tanımı, bu toplulukların bizzat kendileriydi. “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” topraklarının farklı bir tanımlama türüydü.
‘Kazma’ ise, Türkiye’de şimdi bile eğitilmemiş bir kişiyi tanımlama deyimi olarak kullanılır; dolayısıyla 'kazma', Gılgameş’in ikizi, rakibi, ittifakdaşı Çiftçi-köylü Enkidum’un diğer bir anlatım biçimi, Adem'in çiftçi olan varyantı, yani eğitilmemiş olan farklı bir “insan toplumu” tanımıydı.
Hatta belki de bu nedenle, buradaki “yaratılış”larda anlatılan Adem’in bu nedenle başlangıçta “gözü kapalı”ydı; yani henüz “bilgelik” kazanarak “gözleri açılmamış”tı.
Buradaki “kazma” sözcüğü, kelime anlamıyla “karagöz” olan yani gözü kapalı, cahil, kaba-saba birisinin tanımı idi. Günümüzde bile “çapa-kazma” işi yapmaya devam eden Mardin - Ş.Urfa yöresinin “çapa” işi yapan topraksız köylülerinin muhtemel ön atalarıydı.
Mezopotamya kaynaklı dinsel ilahilerde ve Akado-Sammaru kayıtlarında, Adem ve Havva’nın oğulları olarak “Kain” ve “Habil” arasındaki ilişkilerde, “Çoban” ve “Çiftçi” arasındaki atışma ve çelişmelere, bütün bu eski kaynaklardan itibaren rastlanır.
Avrupa’nın ‘Aydınlanma’ döneminin en ünlü eski beyinlerinden günümüzün din ve doğu uzmanlarına kadar herkes (yakın zamana kadar hepimiz ) bütün bu eski dinsel anlatımlarda, erken Mezopotamya toplumlarının gerçek tarihini bulmak ve aramak yerine, onlarda sadece ‘efsane ve-ya uydurma’ keşfedebilmişlerdi.
Eski İlahilerin ve onlara dayanan Tevrat veya Kuran’ın, ‘cahil eski toplum’ tarafından nasılsa üretilmiş bu tür “efsane ve-ya uydurma”lara dayandığına yönelik böyle bir kör inanç, Türkiye kamuoyunda uzun yıllar önce Turan Dursun tarafından, din’i İslam’la eşitleme eğilimi halinde de yansıtılmıştı. Turan Dursun'un bu “samimi çabaları”nın, sonuçları itibariyle önemli teorik tahribatlar yarattığını artık ortaya koymak gereklidir.
Şimdi Erdoğan Aydın gibi yazarlar tarafından sürdürülen bu genel çizgi, ‘Akkado-sammaru’ tarihinden, Enuma Eliş’ten, eski tabletlerdeki dinsel anlatımlardan, eski toplumun örgütlenme ve ilişki tarzlarından tamamen bağımsız bir ‘İslamiyet’i ‘Bilim’le karşılaştırma çabası içinde ‘cilt’leri doldurmaktadır. Fakat Tevrat’tan bağımsız bir Kuran; Enuma Eliş’ten bağımsız bir Tevrat, bilimsel bakımdan incelenemez bile.
Bu, temel bir metot konusudur.
Erdoğan Aydın, bu alanda eğer bir parça ciddi bir araştırmaya yönelirse, daha ilk anlarda, İslam’ın çerçevesi ve deyimleri içindeki ‘mantık’ alanında kalarak oluşturduğu bu “cilt’ler dolusu kitap sayfaları”nın adım adım anlamsızlaşıp yürürlükten kalkmak zorunda olduğunu görecektir.
Örneğin, Erdoğan Aydın’ın, “Gökler ve Yer yapışık iken” gibi bir Kuran ifadelerini “ilkel insan iddiaları” vb. olarak niteleyip, konu üzerine onlarca sayfa boş laf etmesi buna bir örnektir. (İslamiyet Gerçeği-2, VIII. Bölüm, S.131)
Kuran’da Enbiya Suresi’nin 30. Ayetinde, “gökler ve yer yapışıkken ayrılması” konusunda bir ayet vardır. Buradaki ifade kalıbı, Muhammed’den binlerce yıl önce kayda geçmiş kil tabletlerde Enlil tarafından yapılan “Yer’den Gök’ü ayırma, Gök’ten Yer’i ayırma” işlemine dayanmaktadır. Bu tabletleri bilenler için, Kuran’ın bu bölümünde Muhammed’in kendisine ait özel tek bir yan bulunmadığı gayet açıktır.
Farklı tercümelere göre, Kuran’ın bu bölümünde şöyle yazılıdır:
Kuran-Enbiya 21/30:
Diyanet İşleri
İnkar edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi? İnanmıyorlar mı?
Diyanet İşleri
İnkar edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi? İnanmıyorlar mı?
Elmalılı Hamdi Yazır
Ya o küfredenler görmedilerde mi ki Semavât-ü Arz bitişik idiler de biz onları ayırdık, hayatı olan her şey’i sudan yaptık, hâlâ inanmıyorlar mı?
Hasan Basri Çantay
Göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları birbirinden yarıb ayırdığımızı, her diri şey’i de sudan yaratdığımızı o küfr (ve inkâr) edenler görmedi (ler) mi? Haalâ inanmayacaklar mı onlar?
Süleyman Ateş
O nankörler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık? Hâlâ inanmıyorlar mı?
Burada Kuran’ın tanrısı, anlatıma göre, Gök(ler) ve Yer bitişik iken, Gökleri Yer’den ayırmış ve ‘yaratılışı’ böyle gerçekleştirmiş ise, artık tahmin edebiliyoruz ki, bu temel kavramların yer aldığı erken ilahiler Enlil dönemlerine aitti ve Muhammed’in döneminden 4000 yıl kadar öncesinde sözlü gelenek olarak ve daha sonra da tabletlerde yazılı halde bulunuyor olmalıydı.
Böyle bir durumda, Erdoğan Aydın'ın yaptığı gibi, “Yerin Gökten ayrılması” sözleri üzerinden sadece Muhammed’e vurarak İslam’ı eleştirmek ve yapılan bu işi de, “din eleştiriciliği” olarak tanıtmak, oldukça çocukça bir çabadır ve bilinçlenmek isteyen kitleler bakımından ise hedef saptırıcıdır.
Erken Sümer ilahisinde şöyle deniyordu:
« Nimetlerin gerçek yaratıcısı,
Kararları değiştirilemeyen Efendi,
Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil,
Yer’den Gök’ü ayırmayı düşündü,
Gök’ten Yer’i ayırmayı düşündü.
Ortaya çıkan varlıkların büyümesi için,
“Gök ile Yer’in Kemiği”nde (Nippur) ... Yaydı.
Kazma’yı var etti, ‘Gün’ü yarattı,
Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi,
….
Efendi Kazma’yı çağırdı, kaderini belirledi…»
(Kramer, Sumer Mitolojisi, Kabalcı,s.103)
Bu ilahide Enlil’in, “Gök” ve “Yer”i “yaratan” olarak değil; onları birleştiren-ayrıştıran olarak bulunduğuna dikkat edelim.
Aynı zamanda, “Gök” ve “Yer” ile uğraşan Enlil, birden bire “Kazma’yı var etme”ye yönelir… Ve bunlar anlatımdaki ciddiyeti asla sarsmaz; anlatıcılarımız kusursuz bir düzenlemeyi anlatmaya devam ederler. Çünkü gerçekten de, burada sanılan anlamıyla “Gök” ve “Yer” değil; “Yukarı Mezepotamya” (Gök) ile “Aşağı Mezopotamya” (Yer-Toprak) ilişkisi ele alınıyordu ve “Kazma” denilenler, toprağı çapalayan, kazma ile kazan topraksız, cahil, “kazma” köylülerdi.
Buradaki anlatımlar, sanılan anlamıyla “Gök” ve “Yer” ile ilgili değil; çok somut olarak “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” topluluklarının ilişkilerinin düzenlenmesiyle ilgiliydi.
Zaman içinde “Yukarı Mezopotamya”= Yukarı, “Gök” ile eşitlenerek; “Aşağı Mezopotamya”= Aşağı, “Yer” ile eşitlenerek kullanılmaya başlanmıştır. Ama biliyoruz ki, “Aşağılık İnsan” tanımlaması ile “Yüceler Yücesi= Semavi Varlıklar” vb. türü kalıpsal kavramlar da, yine bu “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” ilişkisi içinde anlam bulmaktadır.
Böyle bir durumda, Erdoğan Aydın'ın yaptığı gibi, “Yerin Gökten ayrılması” sözleri üzerinden sadece Muhammed’e vurarak İslam’ı eleştirmek ve yapılan bu işi de, “din eleştiriciliği” olarak tanıtmak, oldukça çocukça bir çabadır ve bilinçlenmek isteyen kitleler bakımından ise hedef saptırıcıdır.
Erken Sümer ilahisinde şöyle deniyordu:
« Nimetlerin gerçek yaratıcısı,
Kararları değiştirilemeyen Efendi,
Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil,
Yer’den Gök’ü ayırmayı düşündü,
Gök’ten Yer’i ayırmayı düşündü.
Ortaya çıkan varlıkların büyümesi için,
“Gök ile Yer’in Kemiği”nde (Nippur) ... Yaydı.
Kazma’yı var etti, ‘Gün’ü yarattı,
Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi,
….
Efendi Kazma’yı çağırdı, kaderini belirledi…»
(Kramer, Sumer Mitolojisi, Kabalcı,s.103)
Bu ilahide Enlil’in, “Gök” ve “Yer”i “yaratan” olarak değil; onları birleştiren-ayrıştıran olarak bulunduğuna dikkat edelim.
Aynı zamanda, “Gök” ve “Yer” ile uğraşan Enlil, birden bire “Kazma’yı var etme”ye yönelir… Ve bunlar anlatımdaki ciddiyeti asla sarsmaz; anlatıcılarımız kusursuz bir düzenlemeyi anlatmaya devam ederler. Çünkü gerçekten de, burada sanılan anlamıyla “Gök” ve “Yer” değil; “Yukarı Mezepotamya” (Gök) ile “Aşağı Mezopotamya” (Yer-Toprak) ilişkisi ele alınıyordu ve “Kazma” denilenler, toprağı çapalayan, kazma ile kazan topraksız, cahil, “kazma” köylülerdi.
Buradaki anlatımlar, sanılan anlamıyla “Gök” ve “Yer” ile ilgili değil; çok somut olarak “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” topluluklarının ilişkilerinin düzenlenmesiyle ilgiliydi.
Zaman içinde “Yukarı Mezopotamya”= Yukarı, “Gök” ile eşitlenerek; “Aşağı Mezopotamya”= Aşağı, “Yer” ile eşitlenerek kullanılmaya başlanmıştır. Ama biliyoruz ki, “Aşağılık İnsan” tanımlaması ile “Yüceler Yücesi= Semavi Varlıklar” vb. türü kalıpsal kavramlar da, yine bu “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” ilişkisi içinde anlam bulmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder