7 Haziran 2012 Perşembe

Takke ve Kippa'lar "Kel'i Değil, Damgaları Gizler"!







Takke veya Kippa'lar "keli" değil, eski toplumda başa vurulan totem damgaları gizler... Ve "tek tanrı"ya geçiş aşamasında, "farklılıklar"ın gizlenmesine hizmet eder.

Buradaki "kellik", doğal saç dökülmesi değil, kızgın metal dağlaması, döğme vb. yoluyla, alı veya başa kazınan "kader" damgaaları için hazırlanan "kellik"tir.


Hammurabi yasalarında, berberlere verilen el kesme veya farklı tür cezal
aarın nedeni, "kölenin kölelik belgisini kaybedecek şekilde "saç tıraşı" yapması idi. Günümüzde bile Müslümanlar, Kabe ziyaretinde saç tıraşından sonra, "tıraşları bozulmasın" diye, ellerini bile başlarına dokunduramıyorlarsa, onların bilmedikleri neden, başlarına geçmişte vurulan damgayı gizleme edimini takip ettikleri gerçeğidir.

Bütün ihramlar, pelerinler, baş örtüleri, baş takkeleri özünde, farklı totem ve tanrılara, farklı toplum birimlere ait olan insanların, bir noktadan itibaren "ayıp" hale gelen bu "aidiyet belgilerini" gizleme aracından başka hiç bir şey değildir.

İslami "baş meshi"nde yapılan, başın sadece alın üstü bölgesindeki "gizli damgayı" onaylama işlemidir ama, Muhammed dahil, müslümanlar, "baş meshi" ile, "göz, kulak, burun meshi" ile adaklık organları "temizledikleri"nin farkında değildirler.
























Gündelik veya Dini Kavramların Kökenleri..

Toplumun eski ilişkilerinin ve onun bir parçası olarak dinlerinin incelenmesinde, doğal olarak sadece ilgili dini kitapların "açıklama"larına bağlı kalamayız.


Eski tablet çözümleri ve arkeoloj
ik bulguların yanı sıra dini kitapları "bir tür tarih aktarım tarzı" olarak, sosyolojik bakımdan inceleme alanına almaya çalışıyoruz zaten.
**
Kullandığımız kavramlara şöyle bir dönüp baktığımızda, onlarda bir kaç bin yılın içsellik derinliğini görmeye başlarız.

Örneğin :

- "baş yakmak"
- "sular ısındı"
- “Kazan kaldırmak”
- “çapraz kuşanmak”....

gibi gündelik veya dini, bir çok ilginç deyimimiz var.


**

Kavramlarımızın, kurumlarımızın eski toplumla olan bağlarını tanımadan tarih yazıcılığının, sosyologluğun, ilahiyatçılığın, arkeologluğun yeterince mümkün olamayacağını söyler isek, hiç kimse bundan alınmamalı. Çünkü bugünümüzü tarihteki eski toplumda arama çalışmaları, bu iddiayı her yeni adımda güçlendiriyor.

**

Söylenen bir söz veya davranış neticesinde kullanılan '"başını yakmak" gibi bir deyimin neden ötürü kullanıldığı, ilk bakışta garip görünür.

"Baş yakmak", "kellik", "kelin merhemi olma-ma-sı", "damgalanmak", "kurbanın kusursuzluğu" vb. bir dizi konu, eski toplumun 'damgalama', 'kader belirleme' işlemi ile ilgili olmalıydı.


Toplum birim aidi birey, bir 'geçiş' ritüelinde 'kader'i belirlenerek dövme veya kızgın demirle, tıpkı sürü hayvanlarının damgalanması biçiminde,hem de görünür şekilde, damgalanıyordu.


"Köle”liğe geçişle birlikte, bu işlem sadece kölelere, köle kılınanlara karşı uygulanmaya başlanmış; özgür olanlar değişik sembolik araçlarla bundan muaf olmaya başlamış olmalılar.


Köleliğin erken dönemlerinde, bir insan çok kolay bir şekilde 'köle' olabileceği gibi, kölelikten çıkıp yeniden özgür vatandaş halini de alabiliyordu.


Köleliğin 'tanrıya vakfedilme' biçiminde de kavrandığını da bilmek lazım.


Hammurabi dönemi yasalarında köleliğin, köle damgası vurulmasının “saç tıraşı” ile olan alakasını da görmüştük.


Baş takkeleri veya kapama araçları, başın üst veya arka kısmındaki damgaları, daha sonraki dönemde gizleme araçları olarak da kullanılmışa benziyor. Her topluluk, damga için, başın farklı kısımlarını kullanıyor olmalıydı.


Örneğin Musevilerin Kippa'sı, çok anlamsız bir şekilde başın arka tepe noktasına iliştirilir. Damga yerini örter ve damganın bulunduğu kısımdaki kesilmiş saç bölümünün büyüklüğünü anlatırcasına küçük, avuç içi kadar bir parçadır. Kesilmiş olan saçların bulunduğu bu kısıma, kızgın metalle sembol-damga vuruluyor olmalıydı.


En son yayınladığım(
http://toplumvetarih.blogcu.com/) resimlerde Sargon'un kafasının arkasına takılı “araç” ile Musevilerin 13 yaşına gelmiş erkek çocuklarına takma yükümlülüğü verdikleri bu Tifilah aleti arasındaki benzerlik açıkça görülmektedir.

Bu Tifilah'ın içine Museviler şimdi, Tevrat yazıları koyuyorlar (Müslüman muskası da bunun bir neviidir). Eski tarihte bu alet’in, başa gerektiği biçimde tutturulduktan sonra içine 'ateş konularak' damganın; kurşunun, bakırın vb. ısıtılmış olduğunu düşünmek mümkün görünüyor. Böylece damga/mühür istenilen kısma, istenildiği biçimde vurulabiliyor olmalıydı. "Kurşun dökme" muhtemelen eskiden gerçek olan bu işlemin giderek sembolikleşmiş bir kalıntısıdır...


Hammurabi Kanunlarında "baş'ta kölelik işaretinin silinmesi' gibi hukuki (veya hukuk dışı) bir işlem olduğunu da görüyoruz. 'Kellik merhemi' her halde bu işlemin ardından yapılan tıbbi bir bakımla da ilgili olmalıydı. ( Hammurabi Yasalarının da, toplumbilimciler ve hukukçularımız tarafından çok az irdelenmiş olduğunu ekleyelim..)


Demek ki, "Baş yakmak" gibi bir kavram, normal vatandaşın, kanunlara aykırı davranışı sonunda veya bir “savaşta yenilmesi” ile veya borcunu ödememesi vb. gibi durumlarda "köleleşmesi" sırasında, başına, alnına, koluna vb.. 'kölelik damgası' vurulduğu döneme ait bir kavram olarak ortaya çıkmış olmalıdır ve o tarihlerde, artık, özgür vatandaşa ise ,artık damga vurulmaktan vazgeçilmiş olmalıydı. Onun yerine özgür yurttaş, aidi olduğu topluluğun saç biçimini, işaretlerini, giyim tarzını vb. sembolik olarak taşıyor olmalıydı.


http://toplumvetarih.blogcu.com/gundelik-veya-dini-kavramlarin-kokenleri/2741879





6 Haziran 2012 Çarşamba

'Nuh Tufan'ı Doğal Afet Değil, Bir Ritüeldir...

Amerikalı ressam Edward Hicks'den bir tablo... (1780–1849), Nuh'un gemisine ikişer ikişer hayvanların alınışını gösteriyor.

"Eski Ahit"teki "gemi" tanımı öyle ki, zavallı ressam, "gemi" diye önce "3 katlı ve çatısı, bacası olan" bir "gemi-ev" yapıp, bunu, bir başka gemiye yerleştirerek, durumu "çözmüş"...




























Tufan Bir 'Kıyamet Ayini'ydi !

Kutsal kitaplarda “Tufan”, tanrısal bir afet, “sel-su baskını”, olarak ele alınır.

Şimdi artık biliyoruz ki, “su”, eski ‘yaratılış’ anlatımlarının ilk anlarından itibaren ‘tatlı su’ ve ‘tuzlu su’ olarak karşılaştığımız, daha o zamandan ‘kutsal’ olan kavramların başlarında geliyordu. 

Enuma Eliş anlatımında, “Yukarı”da olan “Kuzey Mezopotamya” ve “Aşağı”da olan “Güney Mezopotamya” temel toplum birimlerinin ( veya “Akkad” ile “Sümer” ) birbirleriyle karşılıklı ilişkileri, “…suların karışıp bir olduğu” bir durum olarak, yani bir çeşit ‘ittifak’ olarak ifade ediliyordu. Bunlardan Apsu “tatlı su okyanusu”nu, Tiamat ise “tuzlu su – deniz”i anlatıyordu ve bu aşamada, daha tanrılar bile henüz “yaratılmış” değildi.

Tam da bu nedenle, Eski Ahit'teki “yaratılış” anlatımının tanrısı veya tanrıları, 'su'ları yaratmayı hiç düşünmemişlerdi. Eski Ahid’in tanrısı, 7 günlük o “kutsal yaratış serüveni”ne, yani “kutsal tarih” sahnesine, “ruhu’nun sularda dalgalandığı” bir andan itibaren çıkmıştı.İslam’ın Muhammed’i de, aynı temel aktarım tarzına bağlı kalarak, farklı “yaratış elementleri” arasında, Kuran’da, tanrının bütün canlıları “sudan” yarattığından da bahseder. Bu bakımdan, bir ‘sel' olarak; suda boğarak öldürme biçimli bir Tufan’dan bahsedildiği noktada 'su' kavramının geçmişteki kullanım değerlerini bilmek gereklidir ki, tarih sahnesine çıkarken Tanrı’nın “ruhunun” neden gök’lerde değil de “suların üzerinde dalgalandığı” anlaşılabilsin!

Tanrısal bir “afet”, “kıyamet” haliyle ve anlamında 'Tufan'ın, kutsal yazılarda, sadece ‘İnsanoğlu’nun değil, öteki canlıların bazı türlerinin de ‘cezalandırıldığı’ bir olay olarak anlatılması da, eski insan toplumunun totem dönemindeki kurban sunum geleneklerinin anlatımını vermekteydi. Çünkü, Tanrı, “İnsan oğlu”nun suç ve kan dökücü günahlarından ötürü “kuşların”, “sürüngenlerin” ve öteki “ehli ve yabani hayvanların” (en azından bir bölümünün), cezalandırılmasının hiç doğru olmayacağını bilecek kadar adaletli olmalıydı.

Gelgelelim, dinsel anlatımlara göre, Tanrı, bu noktada “adalet” konusunu hiç dikkate almaz: Nuh’un “gemi” (*1) sine örnek olarak bindirmesini öğütlediği (sayıları değişik verilen) “topraktan yaratılmış” hayvanları, kuşları, öteki (bazı) sürüngeler dışında kalanları da, “sel taşkını” olarak yorumlanan bir ‘Tufan’ yoluyla tamamen yok eder!Burada, söz konusu olanların "totem hayvan"larla ifade edilen insan toplulukları olduğu çok açıktır. “Topraktan yaratılmış hayvan, sürüngen ve kuşlar” ifadesi, bu tür hayvan totem sembolleriyle ifade edilen “Toprak”, yani ön Assur topluluklarının bir bölümünü anlatıyor olmalıydı.Göbekli Tepe’de, Domuz’dan Eşeğe, Leylek'ten Turna'ya, Kertenkele'den Akrep ve Örümceğe kadar karşılaştığımız bu tür totem hayvanlarla ifade edilen gerçek insan toplulukları bulunuyorlardı ve Tanrı'nın "cezalandırdığı" hayvan veya sürüngenler ile kuşlar, işte, gerçekte, bu insan topluluklarını ifade ediyordu!

Bu nedenle de, Nuh, Tufan’dan “kurtulur kurtulmaz”, anlatıma göre, elinde kalmış bu bir kaç hayvanı da Tanrı(lar)a adak sunusu olarak, hemen kazanlar kurup kurban etmektedir, vb.

Bu anlatımlarda, hayvan veya bitki totemler aracığıyla ifade edilenler, kuşkusuz, gerçek eski Mezopotamya topluluklarıydı. Bu bakımdan, anlatımda ‘cezalandırılan’ “insan ve hayvan”lar, ‘Toprak’tan (*2) ‘yaratılmış’ olan, yani “Kara başlı”lar topluluğunun totem hayvan ve bitkilerle temsil edilen bir kesimi idi ve bu ayin esnasında, “kıyamet töreni” sırasında Kıyıma, Kıyama, Kıyamet'e uğratılan topluluklardı. (*3) Eski toplumda bu tür “Tufan”lar birer “ayin, tören, bayram, kıyamet” olduğu için de, eski Akado sammaru ilahilerindeki Tufan, her şeyden önce “tapınaklarda başlamakta”ydı. (*4)

Su-sel baskını haliyle bilinen anlatılan Tufan’ın, eski toplumda bir kutsal ayin türü olduğunu artık tamamen açığa çıkarmış durumdayız. (*5) Enki veya Apsu, ‘su’lar, ‘tatlı su okyanusu’ vb. olarak ifade ediliyorlardı.

Enki sembollerinde, Enki’nin çizimi, elinde iki sürahiden omuzlarına yükselen ‘nehir’ (‘su’-A/ab) biçimlerinde idi. Bunu, omzunda taşıdığı iki nehirden ellerindeki sürahiye dolan su olarak da algılayabiliriz.Zamanla, bu karşılıklı ittifak şöleninin ‘sel-su baskını’ şeklinde algılanmaya başlandığını; 'deniz’, ‘okyanus’ gibi kavramların şimdiki anlamlarına doğru evrildiğini ve eski kavramların bir ‘sel felaketi’ halinde yorumlanabilmesinin yazınsal temelini oluşturmuş olduğunu görüyoruz. Tufan’ın bir 'sel' felaketi halinde dönüştürülmüş yorumunda, eski insan kurban ritlerinin, toplumsal bellekten silinmesi için bilinçli çabaların da rol oynamış olabileceğini düşünmek gerekir.Burada ilginç olan, bir "Tanrısal afet" fikrini doğru bulmayanların da, Tufan kavramıyla anlatılan olayın bir "doğal afet" olduğundan yola çıkmalarıdır. (*6)

Bu durumda, ‘tanrısal afet’i savunanlar ile ‘doğal afet’ yorumuna dayananlar arasında, bu noktada Tufan’ın bir ‘afet’ olduğunda görüş birliği ortaya çıkmaktadır... Karadeniz’de tsunami afeti, ya da Ağrı dağında ‘gemi’ kalıntısı arama çabaları bu aynı ‘afet’ fikrine dayanıyor. Ama şu kesin: eski doğal afetlere ilişkin bulgulara ulaşılsa bile, eski tabletler ve onlara dayanan Eski Ahit yoluyla bize aktarılan bir dizi Tufan anlatımı arasında öne çıkan çok somut bir ‘afet’tir ve bu “afet, tufan, kıyamet, bayram”, eski toplumda, belirli somut bir tarihte, önce tapınaklarda başlatılmış ve ilgili topluluklar tarafından uygulanmış, kutsal, geniş katılımlı bir insan kurban ritüeli, eski tür bir “anlaşma toplantısı”ydı. Çok somut bir süre devam ediyor ve çok somut bir tarihte biteceği de önceden biliniyordu; yani tipik bir ritüeldi. Böylece, İsa’dan Önceki 3. binli yılların başlangıç döneminde, bir ‘sel’ felaketi vb. olarak değil, günümüzden 4100 yıl kadar önce (Tevrat'a göre, yılı, ayı, günü ve hatta saati bile belirlidir), (*7) Musevi atalarının sürgünüyle de sonuçlanacak olan, kutsal bir ayin haliyle gerçekleşmiş olan “Tufan ritüeli” ile karşılaşıyoruz.

Mozaiğin tam ortasında bir masa veya sehpa şeklinde yapılmış bir kümes ve etrafında Nuh'un Tufan'da gemisine aldığı 23 adet kuş ve kümes hayvanları, bu grubun etrafında ise vahşi ve evcil hayvanlar yer almaktadır. Eser M.S. 4. yy.'a aittir.


http://toplumvetarih.blogcu.com/tufan-bir-kiyamet-ayini-ydi/2722773
Din kitapları, Tufan'ın ‘araç’ını ‘gemi’ ve Tufan olayını da ‘su taşkını’ haliyle bir "Tufan" olarak yorumlasa da , yazılı metinler, "gemi"den değil ‘ark’, ‘arca’, küp, tabut, ‘sal’ falan gibi anlamlardaki kelimelerden bahseder.

MS. 4. yy'da bile "Nuh'un "gemisi" yerine, bir "Nuh sandukası; kümesi, tabutluğu" motifi kullanılmaya; bu "araca" da, tüm hayvanlar değil, sadece "23 adet kuş ve kümes hayvanları"ndan aldığı inancı işlenmeye devam edilmektedir.

Bu motifleri kullanan Misis Mozaikleri, "Nuh Tufanı" algısının 2000 yıl önceki durumu hakkında önemli bir belge sunmaktadır.







Sayın Çığ’ın Hatalı Tufan Kavrayışı

Muazzez İlmiye Çığ, “Nuh Tufan’ı” bağıntısında, geçen yıllarda, “Karadeniz Tufan’ı” tezine yakın duruyordu; daha sonra ise bu görüşünden vazgeçerek, “Sumerlilerin Tufan’ı”nı Orta Asya steplerinde aramaya başlamış olduğunu, kitabında, şöyle özetliyor:

“Ben Karadeniz’de olan bu Tufan olayını ilk kez İstanbul Üniversitesi Prehistorya bölümünde Walter Pitman’ın bu konuda verdiği Konferansta duymuştum. Daha sonra Cumhuriyet Bilim Teknik dergisinde bu konuyu okuyunca Sumerlilerin yazdıkları Tufan olayının bundan kaynaklanmış olabileceğine oldukça aklım yatmış ve Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sumer’deki Kökeni kitabımın 51. sayfasında not olarak vermiştim. Fakat olayın Sumerlilere geçiş varsayımı beni pek tatmin etmiyordu. Çünkü bu büyük olayın etkisinin Sumerlilere gelinceye kadar, Karadeniz’in etrafında ve Anadolu’da yaşayanlar arasındaki yerel söylencelerin bulunması, oraların Sumerlilerle bir bağlantısı olması beklenirdi. Hatta oradan Avrupa’ya gidenler bu olayı anlatmış olmalılardı. Halbuki buna ait bir iz olmadığı anlaşılıyor. Bu yüzden Sumerlilerle bu olay arasında bir bağlantı kuramıyor; ama bir bağlantının gerekliliğine inanıyordum. İşte Önsöz’de sözünü ettiğim kitaplar [ Benim Notum: ( “Ufkumu açan kitaplardan biri Begmyrat Gerey’in Beş Bin Yıllık Sümer- Türkmen Bağları adlı kitabı…. İkincisi Doç. Dr. Tahsin Parlak’ın Tufan’dan Turan Denizi’ne, Turan Denizi’nden Günümüze Aral’ın Sırları adlı kitabı… M. İ. Çığ sf.9/10) ], diğer araştırmalarımın sonuçları bana Sumer Tufan olayının Orta Asya’daki taşkınlıklardan kaynaklanmış olabileceğini, Sumerlilerin oralar ile bağlantıları olduğunu açıkça gösteriyordu. “ (M. İ. Çığ, adı geçen kitap, sf. 73/74)

Her şeyden önce, “Sümer Tufan” anlatımının kaynakları konusunda, “Karadeniz Tsunamisi”nden “Orta Asya Taşkınlarına” doğru bir görüş değişikliği için Sayın Çığ’ın, Cumhuriyet Bilim Teknik dergisi gibi, başvuru kaynaklarının ne ölçüde “bilimsel” bir taban oluşturabileceğini akademi dünyamızın değerlendirmesine sunalım. Bizce bu “görüş değişikliği” süreci ve dayanılan “kaynak”lar, yıllarını Akado sammaru tablet çözümlerine hasretmiş bir bilim insanı için oldukça üzücüdür.

Fakat bütün bunlar işin sadece bir yanıdır.

Her şeyden önce, Sayın Muazzez İlmiye Çığ, öteki bir dizi “realist”, “gerçekçi”, “doğacı” bilim adamı veya tez sahibi gibi, Tevrat’taki haliyle Tufan anlatımının “doğal bir sel afeti”, “tsunami” olayına; tarihteki doğal bir felaketin insan belleğindeki izlerine dayanmış olabileceğinden yola çıkmaktadırlar.

Onlar için, anlatımlardaki “sel”, bildiğimiz anlamıyla bir “su taşkını”; anlatımlardaki “insan toplumu” , bildiğimiz anlamıyla “yeryüzü”nün bütün insanlığı” ; anlatımlardaki “yeryüzü”,”dünya”, “toprak” ise, şu anda bilinen haliyle “yer küremiz” ; anlatımlardaki “gemi” ise, şu anda da bildiğimiz haliyle bir “kayık”, “gemi”, “sal” idi…

Çalışmalarım içinde göstermeye çabaladım ki, Akado-sammaru kayıtlarında ve ondan kaynaklanan “kutsal tufan” anlatımlarında bahsedilen “Su taşkını haliyle Tufan”, aslında bir dizi farklı türü bulunan “kıyamet ayinleri”, “insan kurban edimli ziyafet bayramları”nın sadece biri idi. Bu nedenle de, anlatımlardaki tanrı, böyle bir “tufan” ile, mutlaka suda boğma yoluyla bir “tufan” tanımlıyor ve gerçekleştiriyordu.

Mezopotamya’da birbirinden farklı bir dizi Tufan, yani “kıyamet” biçimleri bulunuyordu. “Suda boğma” veya Cehennem’in “ kaynar sularda haşlanma” motifleri bulunduğu kadar “veba salgınları”; “karakış” kıyametleri; “yangın afetleri” de, tıpkı, Mezopotamya’daki toplum birimlerden sadece bazılarının katıldığı “insan kurban edimli ittifak toplantıları”nın farklı türlerini oluşturuyordu.
Kurban veren topluluk için “felaket”, kurban alan toplum için ise “bayram” yönleriyle öne çıkan Kıyamet-Bayram toplantıları birer ritüel olduğu için, tamamen takvimsel bir zemine, takvimsel bir değere oturmaktaydı. Akado Sammaru kayıtlarında ve onlara dayanan sonraki dinlerdeki “kıyamet – bayram ayinleri” genellikle, en az üç günlük bir takvimsel değere sahiptir. “Yaratılış” olarak tanıdığımız olay da, tam olarak bir “kıyamet- bayram ayini” olduğu için, o da “6 gün, 6 gece” sürmüştü.
Bizim tanıdığımız “İnsanoğlu”, genel olarak “insan”ların sadece bir bölümünü; bizim tanıdığımız “yeryüzü”, “toprak” , “dünya”, “küre”, Mezopotamya’nın tarım yapılan “toprak”larını ifade ediyordu. Eski tabletlere göre, “Yukarı Mezopotamya” , zamanla “Gök” ve “Cennet” kavramlarıyla eşitlenmiş ; “Aşağı Toprak”lar ise, “Dünya”, “Toprak” ve “aşağılık insan”ların yerleştiği alanlar olarak ifade edilmeye başlanmıştı. “Yüce Varlıklar” ve “Aşağılık, Kusurlu, Günahlı İnsanoğlu” ayırımın da dayandığı bu ikilemin tarihteki özelliklerine değinmiştik.

Akado-sammaru topluluklarını ve onların kültürlerini birer uydurmalar manzumesi olarak ele almaz; Mezopotamya topluluklarının gerçek varoluş ve yaşayış anlatım biçimleri olarak ele almaya başlarsak, aslında, bütün “hurafeler”, bir şekilde, bizi, geçmiş toplulukların yaşam ve kült biçimlerine taşır. Bunlara ait son derece canlı örneklerin bir bölümünü ele almaya çalışmıştık. Bir topluluğun “marul yemeyi günah” addetmesi veya Paskalya sırasındaki bir günde mutlaka “marul yemesi” gerektiği gibi kurallar, hiç de “aptallık” veya “cehalet” göstergesi sayılmamalıdır. Hıristiyan yortusunda mutlaka “mercimek” (onun da “yeşil” ve “kırmızı” mercimek ayrımı bile bulunuyor!) yemek, “mercimeği fırına vermek”, nasıl ki, cinsel içerikli bir “festival”, “düğün”, “ittifak şenliği” edimini ifade ediyorsa, marul, fasulye, nar veya “kurban eti” yemek veya yememek de bu tür “kıyamet – bayram” etkinliklerine “sunucu toplum” veya “sunulan toplum” olarak katılmış olmak veya olmamayı anlatıyordu.
Bunlarla ilgili daha geniş bilgilere, Tufan ile ilgili yazılarımdan ulaşılabilir.

“Tufan” olayına bir kez, “sel baskını”, “Nuh gemisi”ne de, bilinen “gemi” olarak bakmaktan vazgeçtiğimiz andan itibaren, Akado-sammaru tabletlerindeki “Tufan”dan, “kutsal kitap” denilen “kitaplar” a kadar uzanan bütün Tufan anlatımlarının, aslında ne zaman başlayacağı, ne zaman biteceği belli olan, tapınaklarda icra edilen, insan kurbanlı birer ritüel olduğu ve tek sefere mahsus bulunmadığı anlaşılır.

Gemi artık bir “gemi” değildir. Eski Kudüs tapınağı önündeki “arınma havuzu”, “tunç kazan”dır! Dolayısıyla, Muhammed Kuran’ındaki gibi, Nuh döneminde “kazanı kaynayan gemi” gibi “buharlı gemi” saçmalıklarıyla uğraşmaya da gerek kalmaz.

Tevrat’ın buluşma çadırı veya eski Kudüs tapınak yapısı ve ölçüleri, sanki birebir, “Nuh’a yapılması” emredilen “Üç katlı”, “üçüncü katında mutlaka çatısı olan”, “eni boyuna eşit” vb. ölçü ve plandaki bir “tapınak” yapısı olduğunu açığa çıkmaya başlar.

Türkiye’nin bilim adamları, ateistleri, konular üzerine düşünen, tezler hazırlayan akademisyenleri, dünyanın en şanslı kesimleri arasındadır aslında. Çünkü, anlatılan Tufan’lar bizim topraklarımıza referans vermektedir. Anlatılan Tufan’ların “gemisi” ya, Cudi’ye, ya da “Ararat”a gelip konarlar!

Bu kadar da değil! “Toprağın adamı” olan “çiftçi Adem” bile, muhtemelen eski Asur tarım alanlarında “yaratılmış”tı. Tabii ki, burada dindarların düşündüğü şekilde bir “yaratma” yoktu. Bir tanımlama, “ad verme”, “sınıflama”, karşılıklı birbirini tanıyıp var kabul etme anlamlarında bir “yaratma” idi. Bir meselenin “adını koyalım”, “bu iddianın adını koyalım” dediğimizde, nasıl ki, olayı tanımlamak, tanımak ve tanıtmaktan bahsetmek istiyor isek, eski tanrılar ve eski farklı Adem’ler durmadan “eşyaya ad vermekten”, “varlıkları tanımlamaktan” vb. bahsediyorlar ise, bu aynı zamanda onların “yaratma” edimleri anlamına geliyor olmalıydı.

Bize ulaşmış haliyle Mezopotamya kaynaklı Tufan anlatımlarını eski dünyanın doğal felaketlerinde aramak, bütün “gerçekçi” ve-ya “ateist” görünümüne rağmen, büyük bir yanılgıdır. Orada anlatılan “Tufan”lar, insan kurbanlı ittifak edimleri, felaket, kıyam günleri, kıyamet ve dolayısıyla bayram ritüelleriydi.

http://toplum-ve-tarih.blogspot.com/2009/12/sayn-cgn-hatal-tufan-kavrays.html






“Geçmiş günlerde,

Geçmiş uzak günlerde,

Geçmiş gecelerde,

Geçmiş uzak gecelerde,

Gerekli her şey var edildikten sonra,

Gerekli her şey emredildikten sonra

Tapınaklarda ekmek yendikten sonra

Fırınlarda ekmek piştikten sonra,

Gök Yer’den uzaklaştıktan sonra,

Yer Gök’ten uzaklaştıktan sonra,

İnsan’a ad verildikten sonra,

An Gök’ü aldıktan sonra,

Enlil Yer’i aldıktan sonra

Ereşkigal’e ölüler diyarı (yeraltı) verildikten sonra,

Yelken açtıktan sonra,

Yelken açtıktan sonra,

Enki Baba, Kur’a (ölüler Diyarı-Yer Altı’na)

Yelken açtıktan sonra,

Kırala (Enki Baba’ya) karşı küçükler atıldı

Enki'ye karsıbuyukler fırlatıldı.

Küçükler, elin taşları,

Büyükler, kamışların, dans eden" taşları,

Enki'nin gemisinin omurgası,

Savaşta hücum eden fırtına gibi gômüldù;

Kırala karşı sular geminin tepesinde

Kurt gibi yuttu,

Enki'ye karşı sular geminin arkasına

Arslan gibi çarptı.“

ENKİ’NİN TAŞLANMASI

http://toplumvetarih.blogcu.com/nuh-gemisi-nden-musevi-sandigi-na-2/6802034















'Sümer-Akkad' Metinlerinde "Gemi"nin Ölçüleri

Şuruppak'lı adam
Ubar-Tutu'nun oğlu,
değiştir yurdunu!

Bir gemi yap!
Zenginlikleri bırak,
kurtar yaşamını!
İnşa edeceğin bir gemiye
yükle tüm yaşam tohumlarını!

- Geminin ölçüleri ne olsun?

- İnşa edeceğin geminin tam olsun ölçüleri!
Denk olsun genişliği uzunluğuna!
Ört üstünü de bir çatıyla!
Okyanus üzerine yerleştir onu!
Bu gemi bir yarış gemisi,
Adı da 'Hayat kurtaran!' olacak!
Öyle olsun ki…

(kırık)

Alt kısmı da üst kısmı da kuvvetli olsun.

…zamanı sana bildirdiğimde,
….gireceksin gemiye,
örteceksin kapısını,
Yerleştir içine tohumlarını, eşyalarını,
zenginliklerini,
karını, çocuklarını, akrabalarını, zanaatkarları,
hayvanları,yabani yaratıkları ve ova bitkilerini"

Açtı ağzını bilge Um-napişti
Tanrısı EA’ya dedi ki;
'Ben hiç gemi yapmadım ki,
Bilmem nasıl inşa edileceğini..
Toprağa çiz de şeklini,
şekile bakarak yapayım gemiyi..'

(.........kırık.........)

'Baktım o şekile ve
Tanrım, sahibim EA'ya dedim ki:

-….sahibim,sözlerini yerine getireceğim, yapacağım ben,onu

(.........kırık......)

http://toplumvetarih.blogcu.com/sumer-akkad-metinlerinde-kutsal-tufan-anlat/2524088

http://toplumvetarih.blogcu.com/tapinak-veya-nuh-un-gemisi/6822677







Tevrat'ta 'Gemi'nin Ölçüleri

"Ve Tanrı, Nuh'a dedi:

"Bütün yaratılmışların sonları yaklaşmıştır,..şimdi artık yeryüzünden hepsini yokedeceğim.

Kendine ağaçtan bir Gemi (‘Arche’) yap.Onu bölmelere ayıracaksın ve içini-dışını ziftle kaplayacaksın.

Gemi’nin uzunluğu 300 (150 m.) genişliği 50 (25m), yüksekliği de 30 (15 m) dirsek olacak.

Gemi'de (Arche) 0,5 m. yüksekliğinde bir baca yapacaksın.İki yanına kapılar koyacaksın, bunu birinci, ikinci ve üçüncü katlarda yapacaksın.

http://toplumvetarih.blogcu.com/kuran-ve-tevrat-ta-kutsal-tufan-2/2524092

***

Avesta'da 'Kara Kış' Olarak Tufan

Avesta'nın Tufan için hazırladığı tapınak türü:

22. Ve Ahura Mazda Yima’ya hitap ederek şöyle dedi:

"Ey Vivanğat’ın oğlu dürüst Yima! Maddi dünyaya öldürücü kışlar çökecek, (söz konusu kışlar) beraberinde son derecede kötü, bozuk soğuklar getirecek. Maddi dünyaya öldürücü kışlar çökecek, o (gelecek olan kışlarla birlikte) dağların en yüksek tepelerinde bir aredvi (1) derinliğinde kar tabakaları (oluşacak).

23. Ve hayvanların her üç türü de ölecek, (yani) şu kırda yaşayanlar, şu dağların tepelerinde yaşayanlar ve şu vadilerin içlerindeki ahırlarda barınanların tümü (ölecek).

24. O kıştan önce şu tarlalar sığırlar için otla dolacak. Şimdi (yani söz konusu kıştan önce) dereler taşıyor, karlar eriyor, bu ülke dünyada mutlu bir ülke gibi görünüyor olacak, ki burada koyunların dahi ayak izleri (1) görünecek.

25. Bundan dolayı Sen, her kenarı bir koşu alanı uzunluğunda (1) olacak (kare) şeklindeki bir Vara (2) inşa et. Buraya koyunların ve öküzlerin, erkeklerin, köpeklerin, kuşların ve kızıl alevli ateşin tohumlarını (3) yerleştir.

Bundan dolayı Sen, her kenarı bir koşu alanı uzunluğunda olacak (kare) şeklinde bir Vara inşa et. (Bu) insanlar için oturulacak bir yer olsun, bir Vara, her kenarı bir koşu alanı uzunluğunda, sürüler için bir ağıl.

26. Sen oraya; bir hâthra uzunluğundaki yatağında akacak olan suları yerleştireceksin, sen; (bu suların) her zaman yeşil kalacak ve tükenmez gıdalarla dolu olan kıyılarına kuşları (1) yerleştireceksin. Sen orada; balkonlu bir ev, bir avlu ve bir dehlizden oluşan barınaklar inşa edeceksin.

http://toplumvetarih.blogcu.com/avesta-da-kara-kis-olarak-tufan/3148455

***
Tufan Anlatımlarının Gerçek Yorumları

"Üç katlı, çatısında mutlaka bacası olan Gemi" tarifi aslında Gemi değil, tapınak tarifi idi. Avesta'da, Eski Ahit'te, belirli ölçülere göre yapılan tapınak tariflerini incelemiştik.

http://toplumvetarih.blogcu.com/tapinak-veya-nuh-un-gemisi/6822677














İmam Kayığı’ndan ,Ekmek Teknesi’ne...

Museviliğin en önemli kutsal aracı olan ‘Mukaddes Sanduka’, ‘Kutsal Tabut’, Museviliğin, kendi erken tanrılarının böyle bir ‘şehadet’inin kanıtı idi. Bu Sanduka,‘buluşma çadırı’nın ‘en kutsal yer’inde muhafaza ediliyor, herhangi bir ters iddiaya karşı bu Şehadet’e şahitlik etmek üzere,en büyük hassasiyetle korunuyordu. İslam’ın Kuran’ı, bu Kutsal Sanduka’nın içinde, kendi temsilcisini kurban olarak sunmak yoluyla hükümranlığını meşrulaştırdığını düşünen bir topluluğun, şehit edilen Tanrı’dan arta kalan ve kanıt olsun diye de saklanan artıklar (kemik, kalp, giysi, kanının içildiği tas,sürhi vb. olmalıdır) bulunduğunu,pek berrak ve doğru olmasa da,aşağıdaki şekilde vermekteydi:

“Ve (Nebileri) Peygamberleri onlara şöyle söyledi: ‘Bakın, (Tanrının) meşru hükümranlığının, bir işareti olarak size, içinde Rabbiniz tarafından bahşedilmiş …. bir iç huzuru mirasının bulunduğu, meleklerce taşınan, (bir tâbût, sandık, sanduka, kalp) bağışlanacaktır. ..’ dedi.”

(Bakara 248)

Musevi tanrısı ile de eşitlenmiş bu Kutsal Sanduka, ‘Buluşma Çadırı’ ile birlikte,bu Çadırı’ın en önemli parçası olarak, Musa’nın dini görevlilerince, iki yanından özel sırıklara geçirilmiş bir vaziyette, muhtemelen dört kutsal görevlinin omuzunda,çölden çöle dolaştırılıyordu. Kuran’da bu ‘tabut’u taşıyanların ‘Melek’ler olduğu söylenirse de, bu Melek’ler, Malik’ler, Eski Ahit’te basbayağı etten kemikten dini görevliler olarak şekillenirler. Kendilerine ‘tanrı evlatları’, ibn’ullah, diyen Musevilerin bu kavramını Kuran, Melek, Malik olarak terennüm ediyor olmalıydı. Bu Kutsal Sanduka, daha sonra içine,Tanrının Musa’ya dağda verip yazdığı bazı taş levhalar konulmuş olarak,Kudüs tapınağına yerleştirilecekti.

Sanduka’nın çöllerde taşınması işlemi omuzlarda tabut taşımaya benzer bir ritüeldi. Bütün bir “Mısır’dan Çıkış” anlatımında bu sandukayı, buhurdanlıklar, ateş dumanları arasında çöllerde dolaştırılıyor olarak hissederiz. Tanrılar bakımından farklı toplumlarda bu, Tahterevan, Kızak veya Tekerlekli kağnı gibi araçlarla veya omuzlarda taşınıyordu.

Fırınların ‘ekmek Tekne’sine benzer bir tabut, sandık, küp, tekne gibi farklı biçimleri bulunuyor olmalıydı. Kurban edilmiş Tanrı etinin, kanının, kemik kalıntılarının taşındığı bu somut araç biçimleri,daha sonra, herhalde, ‘Gök Teknesi’, ‘Yer Kayığı’ vb. halini alarak ilerlemiş ve tek bir su zerresinin bulunmadığı çöllerde, Nuh’a kurtarıcılık eden Gemi’ye dönüşmüş olmalıdır.Tufan sırasında da, Kuran’da neredeyse ‘kazanlı gemi’ özelliğiyle, denizlerde, taşkın sular üzerinde dalgalanıp duracaktır zaten.

Bütün bu anlatımlarda sözü edilen ‘deniz’lerin Atlantik veya Pasifik okyanusu, Ak ve Kara deniz anlamındaki deniz’ler olmadığını anlamak için çok beklememiz gerekmiyor. Bu ‘Deniz’in, Efes’in, Apsu’nun, örneği Kudüs tapınağının önüne on iki boğa heykeli üzerine oturtulan ve kutsal bronzdan özel olarak yapılmış olağanüstü ölçüleriyle yaklaşık 44 000 litre su aldığı yazılan bir ‘havuz’ olduğunu anladığımızda, Nuh’un ‘gemi’si veya ‘kayık’ının bayrak direkleri de, uzak ufuklarda değil, Kudüs tapınağının kutsal avlusunda belirmeye başlamış olur. Çünkü, eski geleneklere bağlı olarak Musevi ataları, içine kurbanlar atılıp kaynatılan işte bu ‘havuz’a somut olarak ‘Deniz’ adını veriyorlardı.

http://toplumvetarih.blogcu.com/nuh-gemisi-nden-musevi-sandigi-na-4/6802740










"Kutsal Sanduka"dan "Nuh Gemisi"ne!

Nuh döneminde "sel" biçimli bir Tufan'dan "kurtulma" aracı olarak "Gemi"/ "Kayık" motiflerinin erken ve geç dönem dinsel metinlerdeki yansımaları üzerine...

Aşağıda bu konuyla ilgili değişik kitap veya makalelerde yer alan yazılardan oluşan bir "Derleme" bulunmaktadır.

Nuh Tufanı bağıntısında Ark, Arkhe, Arca, Arka, Arche, Kürsü, Makam, Kayık, Gemi kavramlarını daha yakından tanımaya çalışalım:

Antlaşma Sandığı

(Çık.37:1-9)

10 Akasya ağacından bir sandık yapsınlar. Boyu iki buçuk*, eni ve yüksekliği birer buçuk arşın* olsun.

11 İçini de dışını da saf altınla kapla. Çevresine altın pervaz yap.

12 Dört altın halka döküp dört ayağına tak. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olacak.

13 Akasya ağacından sırıklar yapıp altınla kapla.

14 Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçir.

15 Sırıklar sandığın halkalarında kalacak, çıkarılmayacak.

16 Antlaşmanın taş levhalarını sana vereceğim. Onları sandığın içine koy.

17 Saf altından bir Bağışlanma Kapağı* yap. Boyu iki buçuk, eni bir buçuk arşın olacak.

18 Kapağın iki kenarına dövme altından birer Keruv* yap.

19 Keruvlar`dan birini bir kenara, öbürünü öteki kenara, kapakla tek parça halinde yap.

20 Keruvlar yukarı doğru açık kanatlarıyla kapağı örtecek. Yüzleri birbirine dönük olacak ve kapağa bakacak.

21 Kapağı sandığın üzerine, sana vereceğim taş levhaları ise sandığın içine koy.

22 Seninle orada, Levha Sandığı`nın* üstündeki Keruvlar arasında, Bağışlanma Kapağı`nın* üzerinde görüşeceğim ve İsrailliler için sana buyruklar vereceğim.”

* Keruv: Muhtemelen Boğa/Öküz ..

[ Eski Ahit'te bir Adem tanımı ve Aden!]

L'Arche d'alliance, en hébreu אֲרוֹן הָעֵדוּת, Aron ha'Edout, "Arche du témoignage" est le coffre qui, dans la Bible, contient les tables de la Loi (Dix Commandements) données à Moïse sur le mont Sinaï. C'est un coffre oblong de bois recouvert d'or. Le propitiatoire surmonté de deux Kérubim, qui en forme le couvercle, est considéré comme le trône, la résidence terrestre de YHWH (Exode 25:22). Lorsque le tabernacle fut terminé, l'arche fut mise dans le Saint des saints (1 Rois 8:1–8).

[ Burada çok açık olarak, "Şehadet Sandukası"na, "Şahitlik Tabutuna", "Kutsal Tabut"a, Fransızca'da Arche d'alliance veya L'Arche du témoignage denildiğini; fakat aynı kavramın "Arche de Noé" bağıntısında "Nuh'un Gemisi" olarak kavrandığını saptayalım.

Sözkonusu olan "Gemi" değil, basbayağı bir sandık, Küp, Sandık, Tabut, Kazan türü bir araç olmalıydı!]

http://toplumvetarih.blogcu.com/nuh-gemisi-nden-musevi-sandigi-na-1/6802570










Kuran ve Tevrat'ta 'Kutsal Tufan' ...(2)

KURAN:

Haberiniz olsun ki, Biz Nuh'u: ‘Kendilerine elim bir azap gelmeden önce uyar!’ diye kavmine gönderdik.

Nuh'u kavmine gönderdik de içlerinde, elli eksik bin (Dokuz yüz elli) yıl kaldı.

Nuh dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin. O'ndan başka bir tanrınız yoktur. Hala sakınmayacak mısınız?

Dedi ki: "Ey kavmim, haberiniz olsun, ben size açık bir uyarıcıyım!

Allah'a kulluk edin, O'ndan korkun ve bana itaat edin!

Nuh kavmi, gönderilen peygamberleri yalanladı:

"A! Senin ardına hep o reziller düşmüşken, biz sana hiç inanır mıyız?" dediler.

(Nuh) "Benim onların yaptıklarına dair ne bilgim olabilir?

Sizin şuurunuz olsa onların hesabının ancak Rabbime ait olduğunu bilirdiniz.

Hem ben iman edenleri kovmaya me'mur değilim.

Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım" dedi.

Dediler ki: "Ey Nuh, eğer vazgeçmezsen, kesinlikle taşlanmışlardan olacaksın!"

Bunun üzerine kavminden küfreden kodaman güruh: "Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir, üstünüze geçmek istiyor. Eğer Allah dileseydi, elbette bir takım melekler gönderirdi. Biz eski atalarımız içinde bunu işitmedik.

Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir adamdır; Onun için bunu bir süreye kadar gözetleyin!" dediler.

Nuh: "Ey Rabbim, bana yalancı demelerine karşı yardım et bana!" dedi.

Dedi ki: "Ey Rabbim, ben kavmimi gece gündüz davet ettim.

Sonra ben onları yüksek sesle çağırdım.

Sonra hem ilan ederek söyledim onlara, hem gizli gizli söyledim.

"Gelin, Rabbinizin bağışlamasını isteyin, çünkü O, bağışlaması çok bir bağışlayandır!" dedim.

Nuh dedi ki: "Ey Rabbim! Biliyorsun onlar, bana isyan ettiler, malı ve çocuğu kendisine hasardan başka bir şey arttırmayan kimsenin ardınca gittiler.

Büyük büyük hilelere giriştiler.

"Sakın ilahlarınızı bırakmayın; ne Vedd'i ne Suva'ı, ne Yağus'u, ne Yeuk'u ve ne de Nesr'i" dediler.

Çoklarını şaşırttılar. Sen de zalimlerin ancak şaşkınlıklarını artır!"

(Nuh): "Ey Rabbim, anlaşıldı ki, kavmim beni yalanladı.

Artık benimle onların arasını nasıl ayırt edeceksen et de, beni ve beraberimdeki müminleri kurtar!" dedi.

"Ben yenik düştüm, bana yardım et!" dedi.

"Ey Rabbim, yeryüzünde (yurt sahibi) hiç bir kimse bırakma!"

Çünkü Sen, onları bırakırsan, kullarını yoldan çıkarıyorlar ve nankör facirden başkasını doğurmuyorlar.

Ey Rabbim, beni, babamı, annemi, mümin olarak evime gireni, bütün inanan erkekleri ve inanan kadınları bağışla! Zalimlerin ise ancak helakını artır!"

Biz de Nuh'a şöyle vahyettik: "Bizim gözetimimiz altında ve vahyimizle gemiyi yap sonra emrimiz gelip de tandır (kazan) kaynayınca hemen ona topundan bir iki çifti ve aleyhinde önceden hüküm verilmiş olanların dışında aileni bindir ve o zulmedenler hakkında bana yakarışta bulunma; çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır!

Sen yanındakilerle birlikte geminin üzerine çıktığında: "Hamd o Allah'a ki, bizi o zalim topluluktan kurtardı" de.

Ve de ki: "Ey Rabbim, beni mübarek bir yere kondur; Sen konuklayanların en hayırlısısın."

Denildi ki: "Ey Nuh, sana ve beraberindeki kimselerden birçok ümmetlere tarafımızdan bir selam ve birçok bereketlerle in! Daha birçok ümmetleri de ileride faydalandıracağız. Sonra Bizden onlara acı bir azap dokunacaktır.

O, gemiyi yapıyordu ve kavminden herhangi bir güruh da yanından geçtikçe onunla eğleniyorlardı. Nuh: " Eğer bizimle eğleniyorsanız, biz de sizin eğlendiğiniz gibi eğleneceğiz sizinle!

İleride rüsvay edecek azabın kime geleceğini ve kalıcı ahiret azabının da kimin başına ineceğini bileceksiniz!" dedi.

Nihayet emrimiz gelip de tennür (geminin kazanı) kaynayınca Nuh'a: " Her birinden ikişer çift alıp, aleyhinde hüküm geçmiş olanların dışında aileni ve iman edenleri gemiye yükle!" dedik. Zaten onunla birlikte pek azı dışında kimse iman etmemişti.

Nuh: " Binin içine, yürümesi de durması da Allah' ın adıyladır. şüphe yok ki, Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." dedi.

Bunun üzerine göğün kapılarını şakır şakır dökülen bir su ile açtık.

Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık, derken sular önceden takdir edilmiş bir iş için birleşti.

Ve onu elvahlı ve kenetli (tahta ve çivilerden yapılı) bir gemi üzerinde taşıdık, gözetimimiz altında yürüyüp yol alıyordu, inkar ve nankörlüğe uğramış kimseye mükafat olmak üzere.

Gemi, içindekilerle birlikte dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu ve Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna: " Ay oğlum, gel bizimle beraber bin, kafirlerle beraber olma!" diye seslendi.

O: " Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım." dedi. Nuh: " Bugün Allah'ın emrinden koruyacak yok; meğer ki O rahmet ede!" dedi, derken dalga aralarına giriverdi ve o da boğulanlardan oldu."

Nuh Rabbine seslenip: "Ey Rabbim, " elbette oğlum benim ailemdendir, Senin va'din de kesinlikle haktır ve Sen hakimlerin en iyi hükmedenisin!" dedi.

Allah: "Ey Nuh, O, asla senin ailenden değildir. O, doğru olmayan bir iştir. O halde bilmediğin bir şeyi benden isteme! Ben, seni cahillerden olmaktan men ederim." buyurdu.

Nuh: " Ey Rabbim, senden bilmediğim şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer sen, beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen hüsrana düşenlerden olurum!" dedi.

Bir de: "Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de suyunu tut!" denildi ; su çekildi, iş bitirildi, gemi Cudi üzerinde durdu ve bu zalim topluluğa: "Defolun!" denilmişti.

Biz de onu, gemide kendisiyle beraber olanları kurtarıp, yeryüzünün halifeleri yaptık; ayetlerimizi inkar edenleri ise suda boğduk. Bak işte uyarılanların akibeti nasıl oldu?

Bir çok günahları yüzünden suda boğuldular da ateşe atıldılar ve kendilerine Allah'tan başka yardımcılar bulamadılar.

http://toplumvetarih.blogcu.com/kuran-ve-tevrat-ta-kutsal-tufan-2/2524092











2 Haziran 2012 Cumartesi

Fazıl Say Davası Tüm Ateistlerin Davasıdır!







****





***

SEVK MADDESİ                       T.C.K.nun 216/3, 218/1, 53/1. maddeleri




Soruşturma evrakı incelendi:
----------------------------------------

Şikayetçiler muhtelif tarihlerde verdikleri dilekçelerinde, şüpheli Fazıl Say’ın suç tarihinde internette www.twitter.com isimli sosyal paylaşım sitesindeki adresi üzerinden yazdığı ve başkalarından alıntı (retweet) yaptığını iddia ettiği yazılarında;

”Tanrı, uğruna yaşayacağım bir şey mi, öleceğim bir şey mi, yoksa hayvanlaşıp öldüreceğim bir şey mi? bunu da düşün”

”Rakı cennette varsa ve cehennemde yoksa ama chvas regal cehennemde var, cennette yoksa? O zaman ne olacak?Asıl önemli soru bu?”

"Bilmem fark ettiniz mi nerede yavşak, adi, magazinci, hırsız, şaklaban varsa hepsi Allahçı. Bu bir paradoks mu?”

"Müezzin 22 saniyede okudu akşam ezanını yahu.Prestis simmo con fuca!!! Ne acelen var? Sevgili? Rakı Masası?"

“ateistim ve bunu bu kadar rahat söyleyebildiğim için gururluyum.”

“Ben ateistim, diğer yarısını bilmem?”

“Sanki memleketin yarısı harbi ateist, diğer yarısı travmatik ateist!”

“Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun, cenneti ala meyhane midir? Her mümine iki huri vereceğim diyorsun, Cenneti ala kerhane midir?”

“ Bu akşam çok kişi ateist olmuştur, sağolsunlar”

şeklindeki yazılarıyla İslam dinine, bu dine mensup Müslümanlara yönelik ağır hakaretler ederek dini değerleri alenen aşağıladığını iddia ve şikayet etmeleri üzerine yüklenen suçtan başlatılan soruşturmada;

Şüpheli 15.05.2012 tarihli yazılı ve sözlü savunmasında şikayete konu olan yazıları www. twitter.com isimli sosyal paylaşım sitesindeki adresi üzerinden kendisinin yazdığını, yazılanların çoğunun başka kişilerden alıntı olduğunu, bunların hiçbirinde aşağılama ve hakaret kastı bulunmadığını, tam aksine dini değerlerin istismar eden kişilerden rahatsızlığını belirtmek istediğini, ayrıca yazılarını sadece özel olarak takip etmek isteyen kişilerin görebileceği için aleniyet unsurunun gerçekleşmediğini, amacının bir sanatçı ve bir birey olarak düşüncelerini twitter adlı sosyal paylaşım sitesinde kendisini takip edenlerle paylaşmak olduğunu,bunuda anayasanın düşünce ve kanaat hürriyeti, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti ve yine AİHS md. 10. ile güvence altına alınan ifade özgürlüğü çerçevesinde yaptığını, yazılarından dolayı kamu barışını tehlikeye düşürmediğini beyan ettiği görülmüştür.

Bu bağlamda,

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 19. maddesinde “herkesin görüş ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır” Yine İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 9/1. maddesinde “herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir”, 10/1. maddesinde “herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir” şeklindeki düzenlemelere paralel olarak Anayasamızın 24. maddesinde “herkes, din, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir”, 25. maddesinde “ herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir”, 26. maddesinde “herkes, düşünce ve kanaatlerini ….. açıklama ve yayma hakkına sahiptir.” şeklindeki yasal düzenlemeler karşısında kişilerin din dahil her türlü konuda düşüncelerini, eleştirilerini özgürce ifade edebilmesinin temel insan hak ve hürriyetleri kapsamında değerlendirilerek güvence altına alınmış olduğu açıktır.

Bununla birlikte uluslar arası alanda İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 9/2, 10/2 ve 17. maddelerindeki yasal düzenlemeler ile aynı doğrultuda düzenlenmiş ulusal


alandaki Anayasamızın 14. ve 26/2. maddelerindeki yasal düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde, demokratik toplumlarda bu hürriyetlerinde ulusal güvenlik, kamu güvenliği ve düzeni, kamu sağlığı ve ahlakının korunması ve suç işlenmesinin önlenmesi ve benzeri gerekçelerle sınırlama ve yaptırımlara bağlanabileceği belirtildiği gibi yine AİHM.nin “Otto- Preminger İnstitut” isimli davasının gerekçeli kararında “ AİHS.nin 10. maddesindeki hakların kullanılması çeşitli ödevler ve sorumluluklar yüklediğinden, bu sorumluluklar arasında başkalarını sebepsiz yere inciten ve insan ilişkilerinin gelişmesine yarayan kamusal tartışmaya hiçbir şekilde katkıda bulunmayan davranışlardanda kaçınmak gerekir. Bu nedenle meşru amaçla orantılı bir biçimde dinsel açıdan kutsal sayılan nesnelere yönelik gereksiz saldırıları önlemek ve yaptırıma bağlamak gerekli olabilir.”şeklindeki kararıda temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasını gerektiren koşullarıda açıkça göstermektedir.

Yukarıda sayılan ulusal ve uluslar arası alanda kabul görmüş düzenlemeler karşısında, TCK.nun 216/3. maddesinde halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama suçuna ilişkin düzenlemede, yasa koyucunun korumak istediği hukuki amacında kişilerin kendilerini mensubu olarak kabul ettikleri ve gönül bağıyla bağlandıkları dinlerinin kutsal saydığı Allah, melekler, peygamberler, kutsal kitaplar, hesap günü,cennet,cehennem gibi kavramlar ve bu dinlere ait ibadete çağrı, ibadet yerleri ve ibadet şekillerine yönelik hislerini koruma altına almak suretiyle toplumsal barışın bozulmasına engel olmak olduğu anlaşılmaktadır.Bu sebeple sadece İslam dininin değil, Hristiyanlık ve Musevilik inanışlarınında ortak değerleri olan bu kavramlarla ilgili kişilerin düşüncelerini ve eleştirilerini özgürce yaparken bu dinlerin mensubu olan kişilerin dini inançlarının gereği olan ve önem atfettikleri bir kısım değerleride aşağılamaktan ve bu şekilde kişileri incitmekten kaçınmaları gerekir.

Somut olayda, şüpheli tarafından bir sanatçı ve birey olarak düşüncelerini kendisini takip eden kişilerle paylaşmak için yazdığını ve başkalarından alıntı yaptığını kabul ettiği inanç ve dini değerler hakkındaki şikayet konusu yazıları yukarıdaki açıklamalarla birlikte incelendiğinde ulusal ve uluslar arası yasalarla korunan düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde açıklanmış bir eleştiriden ziyade AİHM. kararınada konu olduğu şekilde insan ilişkilerinin gelişmesine yarayan kamusal tartışmaya hiçbir katkıda bulunmayan ve yeryüzünde yaşayanların büyük çoğunluğunun mensubu oldukları üç büyük dinin mensuplarının ortak değerleri olan Allah, cennet ve cehennem gibi kavramlara yönelik hisselerini nedensiz yere incitecek ve bu kavramların anlamsız, gereksiz ve değersiz olduğu kanaatini uyandıracak şekilde dini değerleri aşağılamak kastıyla yazıldığı kanaatine varılmıştır.

Her ne kadar şüpheli ve müdafilerin yazılı savunmaları yazıların yayınlanma şekli itibariyle aleniyet unsurunun gerçekleşmediğini ileri sürmüş iseler de günümüzde sosyal paylaşım sitelerinin insanların birbirleri ile haberleşmesinde ve kişilerin düşüncelerini kitlelerle paylaşmasında kolaylıkla ulaşılabilir, sınırsız, etkili ve çok önemli yere sahip olması ve şüphelinin twitter isimli sosyal paylaşım sitesindeki hesabına dileyen herkesin hiçbir kısıtlama olmadan girmesinin mümkün bulunması karşısında şüphelinin bu sitedeki kendi hesabında düşüncelerini yazmasıyla aleniyet unsurunun gerçekleştiğinde kuşku olmadığı gibi şüphelinin şikayet konusu yazılarının internetteki sosyal paylaşım sitesinde yayınlanmasından sonra ülkemizdeki yazılı ve görsel medyada bu yazı içeriklerine değişik kesimlerden çok sayıda kişi ve sivil toplum örgütleri tarafından günlerce gösterilen tepki ve tartışmalarda göz önüne alındığında şüphelinin şikayet konusu yazılarının kamusal barışı bozmaya elverişli olduğuda açık şekilde anlaşılmaktadır.

Yukarıda açıklanan gerekçelerle şüphelinin yüklenen suçtan yargılanmasının yapılarak eylemine uyan TCK.nun 216/3, 218/1. maddeleri gereğince cezalandırılması, hakkında …








http://dosyalar.hurriyet.com.tr/fazil-say-iddianame.jpg


**



Fazıl Say'a Destek Girişimi tarafından başlatılan kampanya kapsamında hazırlanan bildiri imzaya açıldı.

İşte o bildiri:  

Fazıl Say bu ülkenin yetiştirdiği ender değerlerden biridir. Sanal ortamda “tweet “ ve “retweet” denilen yazışmalar nedeniyle hakkında soruşturma açılmış olması, 1,5 yıl hapis cezası istemiyle iddianame hazırlanıp İstanbul Sulh Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesi, demokrasiye, insan haklarına, düşünce ve ifade özgürlüğüne aykırı, dahası utanç vericidir. Kaldı ki sanal ortamdaki o yazıları okumak ya da okumamak bireyin tercihine kalmıştır. Sadece uluslararası arenada değil, kendi ülkemizde de bu utancı hiçbir savcının, hiçbir mahkemenin bize yaşatmayacağına inanmak istiyoruz. Başta düşünce ve ifade özgürlüğü olmak üzere, laiklik, çağdaş hukuk devleti gibi demokrasinin gereği olan kavramlarla uyuşmayan bu girişimin derhal durdurulması konusunda tüm hukukçulara, sanatseverlere ve kamuoyuna çağrıda bulunuyor, bu amaçla Fazıl Say’ın yanında olduğumuzu belirtip, ülkemizin aydınlık düşünceli insanlarını, tüm kamuoyumuzu imzalarıyla destek vermeye çağırıyoruz.    

FAZIL SAY'A DESTEK GİRİŞİMİ 



----



"Fazıl Say'a İmzalar ile Destek" Kampanyası Hakkında Açıklama:

TBAB sayfası olarak, Fazıl Say'ın ateist özgürlüğüne en başından itibaren sahip çıkmaya çalışıyoruz.


Bu kapsamda, "Fazıl Say'a Destek Girişimi" tarafından başlatılan kampanya
kapsamında hazırlanan "bildiri"yi de imzalıyor; en geniş alanlara yayılması için çaba gösteriyoruz.

Fakat, şimdiden açıkca ortaya koymalıyız ki, imzaya açılmış olan bildiri metni, Fazıl Say'a ve Fazıl Say ile birlikte ülkemizin yüzbinlerce ateistine, onların özgürlüklerine karşı son derece geri bir savunma çerçevesi içinde kalmaktadır.


Bu bildiride, Fazıl Say hakkında açılan davanın özelliği açıkça ortaya konulmamakta; Fazıl Say hakkında "1,5 yıl hapis cezası istemi"nin dayanakları soyut cümlelerle aktarılarak, "sanal ortamda “tweet “ ve “retweet” denilen yazışmalar" diye gösterilmektedir. Konuyu, yazışmaların içeriğinden uzak tutarak, “tweet “ ve “retweet” alanına hapsetme tutumunu kesinlikle doğru bulmuyoruz.


"Bildiri"nin Fazıl Say'ın “tweet “ ve “retweet” lerde yazdığı ateist özellikteki ifadelerini belirtmekten çekinen bu tutumun tam nedenlerini bilmiyoruz. Fakat, Türkiye'de yaşayan herkes bilmektedir ki, Fazıl Say hakkındaki bu dava, doğrudan doğruya dinsel alandaki bir ifade özgürlüğü davasıdır.


Bu dava TCK’nın 125’inci ve 216’ncı maddelerine dayanılarak açılmıştır ve bu davalar daha önce Muazzez İlmiye Çığ'a, Nedim Gürsel'e karşı açılan davalarda da olduğu gibi, "basın yoluyla kişinin mensup bulunduğu dine göre kutsal sayılan değerlere hakaret" ve "halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama” gibi maddelere dayandırılmaktadır.


Dolayısıyla, bu dava sadece, genel bir "ifade özgürlüğü" kapsamında değil, onun ötesinde " tüm dinlere karşı eleştiri özgürlüğü" davasıdır ve sadece Fazıl Say'ın değil, tüm Türkiye ve Dünya ateistlerinin davasıdır.


Fazıl Say davası, tüm ateistlerin ve inanmama özgürlüğünü savunan herkesin davasıdır.


Bu dava, sadece Fazıl Say'la sınırlı kalmamakta; tüm ateistlerin ve inanmama özgürlüğünü savunanların başlarında demokles kılıcı gibi sallandırılıp duran TCK'nın 125. ve 216. maddelerin kaldırılması için mücadele etme davasıdır.


Fazıl Say aleyhine açılan bu dava, " Ateist nesil mi yetiştireceğiz diye" höykürmenin serbest ve yasal sanıldığı; fakat İslami eleştirilerin tamamen yok edilmek istendiği Türkiye'nin şu anda geçirmekte olduğu "İslamizasyon süreci"nin davasıdır.


"Fazıl Say'a Destek Girişimi"nin kaleme aldığı ve imzaya açtığı bu "bildiri"yi desteklemekle birlikte, yukardaki noktalar etrafında yeniden düzenleneceği umudumuzu da belirtmeyi bir uyarı görevi sayıyoruz.


Saygılarımızla