4 Ekim 2013 Cuma

Museviliği Tanımadan Mezopotamya Erken Dinleri Anlaşılamaz!


Tarihsel bakımdan Ortadoğu - EY İsrail,Sus ve Beni Dinle-2

Sinagog örgütlenmesinin çekirdeği olan Levililerin düzenlenişini (Bektaşi – Alevilik Ehli Beyt örgütlenmesi de onun bir başka biçimidir ),tapınak özel görevlilerinin bir örgütlenme tarzı olarak, erken “Sümer-Akkad” döneminden itibaren tanıyoruz. İlk tanrılar da aslında, bu dini görevlilerin içinden, temsil ettiği topluluğun ortak yükümlülüğü olarak kurban edilmiş bir ‘din ulusu’ olarak beliriyorlar. Onlar, kendilerini kurban sundukları ölçüde ölümsüzleşir ve tanrılaşırlar. Ölen krallarını ‘tanrı oldu’ diye tanıtan Hitit geleneğine de dayanan İsacılıkta,özel bir topluluğun tanımı olma anlamındaki “İnsanlık”ın namına “kurban edilme” motifinin ne kadar önemsediği hesaba katılırsa, “Sümer” döneminin, yakılarak veya kazanda kaynatılarak kurban edilmiş kutsal şahsiyetler geleneğinin,buna bağlı tanrısallık ve tanrılaşmanın, eski toplumdaki güçlü etkileri, az çok anlaşılır.

Eski toplum, hayvan veya bitki totem - kutsal varlığına taparken ve önünde saygıyla eğilirken, ne cehaletinden ötürü, ne de kendine olan saygısızlığından ötürü böyle davranır. İster hayvan, ister insan, ister bitki-meyve biçimli olsunlar, eski toplumun bu totem tanrıları, ilgili topluluklar yerine geçerek, kendine tapanları kurban edilmekten kurtarmış oldukları için tapılmaya hak kazanan varlıklar olarak yücelirler. Eski toplum, gerekçesiz veya saçma gerekçelere dayanarak herhangi bir varlığa tapmış değildir, hiç olmazsa başlangıçta.

* * *

Musa döneminin Esrael topluluğu, Mısır’dan çıkış döneminden sonra, bir dizi iç katliamdan da geçirilerek, yeniden şekillendirilmişti. Musa’yı öne çıkaran da budur zaten. Eski Ahit bunu, dini ifadeler altında, oldukça açık olarak anlatıyor. Bununla birlikte, bu durum, içerisinden Musa’nın da ortaya çıktığı dinsel ruhani kastın, Nuh ve bizim simdi ‘ilk insan’, ‘ilk adam’, ‘ilk kadın’ vb. olarak tanıdığımız, “Sümer” erken döneminin Dumuzi -İnanna kült kaynaklarına değin uzanan bir geleneğin takipçileri olduğunu saptamamıza engel değildir. Çünkü Musa döneminin dini ve idari kuralları, kesin çizgilere bağlı yeni iç düzenlenişte başvurulan kurumlar, erken Akado-Sammaru kurumlarının 2000 yıl kadar sonra, İsrail topluluğu içinde, birçok toplumsal kurum bakımından, adeta yeniden bir canlandırılışı olarak beliriyor. Bizim ancak 19. ve 20.yüzyılda tabletleri bulup çözümleyerek saptadığımız kurum veya kavramları, Musa kendi döneminde tanıyabiliyor ve benzer bir şekilde uygulamaya koyabiliyorsa, bu, ancak Musa’nın da içinde bulunduğu dini kastın, geçmişin sağlam bir izleyicisi olabilmesiyle mümkündü. “İlk oğul” kurbanı ve fallus kültünün sembolik gerilemesi olarak erkek çocuk “sünneti”,herhalde, daha sonra bir şekilde aşılmış erken Akado-Sammaru kurumlarından bazıları olmalıydı.

Buradaki ‘erken dönem’in, insan kurbanının ve bunun daha önceki biçimi olan insan yamyamlığının henüz devam ettiği bir dönem olduğunu saptamalıyız. Bu toplulukları, o sırada ötekilere göre uygar kılan, onlarda yamyamlığın bulunmuyor olması değil, bunu toplumsal olarak aşabilme araçlarını yaratabilmiş olmalarıydı. Din kurumu, zaten özünde, başlangıçtaki kaynakları itibariyle, bütün eski barbarlıkların, sembolik tarzda aşılma çabalarının, süreç içindeki toplamından başka bir şey olarak ortaya çıkmaz. Mesela, şimdi “Tufan” haliyle bildiğimiz ve “sel su baskını” olarak tanınan Tufan, hiçbir şekilde, eski “Sümer-Akkad” kayıtlarının anlattığı içerikteki bir Tufan değildir. Eski tabletlerin biçimlendirdiği Tufan, doğal bir afet konusu olarak ele alınmaz. Tersine orada Tufan, tapınaklarda gerçekleşen bir ayinle ilgilidir; kutsal kazan, kutsal ateş vb. aracılığıyla, insan kurbanı ve bu kurbanın törensel yenilişiyle taçlanan ittifak edimleri olarak yer alır. Düzenli başvurulan bir ayin olarak Tufan, eski “Sümer-Akkad” toplumunda, bu iki ana topluluk arasında kurulan ittifakın, ‘din’in, antlaşma’nın insan kurbanı aracılığıyla noktalanması eylemi, nasıl ve ne zaman yapılacağı takvime bağlanmış bir ritüeldi. O tarihlerden 3500 yıl kadar sonraki İsa, etrafındaki havarilerine, kutsal ‘yaşam ekmeği’ni verdiğinde “yiyin, bu benim etimdir”; kutsal ‘yaşam suyu’ olarak şarabı verdiğinde, “için, bu benim kanımdır” dediğinde, eski gerçek geçmişte, kurban edilmiş insan kanı ve eti aracılığıyla gerçekleşen kutsal Tufan tören geleneğinin, artık eski değerlerin bilincinde olunmadan kullanılan, soyutlanmış, ruhani içerik kazanmış sözcüklerle, gerçek anıları da yansıtılmış oluyordu. (*3)

Nuh, gerçek tarihte, ölmeyerek ölümsüz olanın değil, kurban edilerek ‘ölümsüzlük’ elde edebilmiş olanın bir anlatımıydı. O,şimdiki İsraillilerin belki uzak semitik atalarının kurban edilmiş kutsal dini liderlerinden biri olarak şekilleniyor. İslamın cehennem tanımında, eğer hep ‘kaynar kazan’, ‘kaynayan su’, ‘kavurucu ateş’, ‘kan, irin’ vb. motifleri bulunuyorsa, bu, günümüzden 5500 yıl kadar önceki bir dönemin gerçek toplumsal uygulamalarından, ‘kazan’, ‘kaynar su’, ‘kan-irin’ gibi araçlarla yürüyen insan kurban ayinleriyle  ilgili anlatımlardan oluşan ilahilerin giderek anlamı bozulmuş kavramlarının, toplumsal bilinçte muhafaza edilmesindendir. (*4)

İster etnik bir bağlantıya sahip olsun, isterse olmasın, şurası açıktır ki, Esrael oğulları, atalarını Nuh’a kadar dayandırmakta tereddüt etmemişler; kendi topluluğunun kurtuluşu uğruna kendini feda eden, kurban sunan Nuh’un “Tufan”ını, ay ay, gün gün eski kayıtlara nakşedecek kadar bu tarihe de bağlı kalmışlardır.

Bir insan kurban ritüeli, bir dini edim, kurum olarak bize ulasan Tufan, son ortak Tufan’lardan biri olmalıydı ve bu Tufan, artık bir daha “Tufan yapmama”  kararının alınmasıyla da öne çıkıyordu. Bu yüzden de Akado-Sammaru kayıtlarında,-3500 yıllarını işaret eden bir başlangıç değeri, bir milat haliyle kullanılmaya başlanmıştı. “Sümer kraliyet listesi”nin düzenlemesinde Tufan ‘milat’ olarak kullanılmış; Sümer-Sami rotasyonel yönetimleri “Tufan’dan önce”, “Tufandan sonra” biçimindeki  bir ayırımla aktarılmıştı. Tarih çeteleleri, şimdiki Hicri veya İsacı takvim milatları gibi, “Tufan’dan önce” ve “Tufan’dan sonra” diye ayrıldığına göre, bu olay, eski tarihte ciddi bir yer tutmuş olmalıydı. Doğal afet anlamıyla değil… Çünkü “Sümer kraliyet listesi”nde, Tufan’dan önce ile Tufan’dan sonrası arasında en küçük bir kesinti bulunmaz. Sadece, “İsa’dan önce” ve “İsa’dan sonra” der gibi süre giden bir tarihleme metodu görürüz orada. Diğer yazılarımda, kazıt bulguları ışığında, “Sümer kraliyet listesi”, yüz binlerce  ‘yıllık’ ölçüler kullansa da, orada söz konusu edilen Tufan’ın yaklaşık olarak M.Ö 3500 yıllarında gerçekleşmiş;  geniş, toplu ve o haliyle muhtemel son ortak Tufan olduğunu açıklamıştım.

Eski Ahit’in Tufan’ın gerçekleşmesine ilişkin tarihleme değerlerinde on binlerce yıl kullanılmış olması, bu bakımdan bizi yanıltmamalıdır.Çünkü Musevi takviminde “Evrenin yaratılışı”nın tarihi  zaten 5790 yıl kadardır.  Bunlar, büyük olasılıkla okuma değerlerindeki değişimlerden ötürü Musevi din adamlarının bir yanılgısına, konuya biraz ruhani yaklaşmalarına bağlı olmalıydı. Fakat Eski Ahit’in, Tufan’a ilişkin çok kesin ifadelerle ortaya koyduğu tarihleme değerlerini 2500 yıl kadar sonra bile korumuş olması, bizi, bu topluluğun yukarıda sözünü ettiğimiz türdeki bir Tufan’ın doğrudan bir tarafı olabileceği sonucuna ulaştırıyor. Bu topluluğun, nerede ise 5000 yıl boyunca ‘sürgün, topraksız  bir toplum’ olarak bulunması, “Sümer-Akad” Tufan anlatımlarında yer alan Siusudra (Utnapistim) Nuh soyunu sürgün etme kararıyla uyum sağlıyor. Öyle görünüyor ki, şimdiki Musevi toplumu, kurban edilen ve sürülen o günkü Utnapistim-Nuh topluluğunun doğrudan etnik uzantısı değilse bile, dini inancını doğrudan devraldığı kaynak orasıdır.

Tarihteki Tufan’ın milat olarak kullanılmasının tek nedeni, o ritüeli hazırlayan topluluk tanrılarının “bir daha Tufan yapmayacağız” diyerek yamyamlık edimini yasaklama yönündeki büyük uygarlık adımı değildir. Bunun yanı sıra, MÖ. 3500 yıllarındaki bu genel, ortak toplantının, izlerini Musevilerde bulacağımız, sürgün etme kararı ve sürgün edilenlere toprak vaad etme kararıdır. “Vaad edilmiş toprak”lar kavramını tanımadan, Musevilerin bu kavrama verdikleri önemi saptamadan, bugünkü Esrael-Filistin veya Arap kavgası hiçbir şekilde  anlaşılamaz.


Modern dünyaya bağlanmış tarihte, biraz farklıca sadece Çingene toplumunda saptanabilen, bir başka eşi de bulunmayan bu örnekte, Musevi toplumuna 5000 yıldan fazla, yok olmadan dayanma gücü veren bu “ vaad edilmiş toprak” gibi dini-ideolojik motifin, bugünkü “Filistin-İsrael savası”nı anlamak bakımından büyük önemi var. Zaten, Arap-Yahudi savaşını, en fazla,18. yüzyıldaki, ilk Siyonist kongrelere değin uzatan, genellikle ise İsrael devletinin kuruluşundan itibaren ele alan yorumlar, bu savaşın derinlerdeki dinsel kökenlerini hiç bir şekilde kavrayamaz. Hatta belki, bu dinsel zemini biraz gizleme çabası bile bulabiliriz bu tür açıklama tarzlarında...

Bir kaç yüzyıllık geçmişe sahip bir emperyalist düzenleme ve amaç perspektifiyle bu savaşın 5000 yıllık dinsel ideolojik kökleri açıklanabilir mi?

Daha Abraham ve Musa döneminde, bu topluluğun dininde,“vaad edilmiş toprakları” ele geçirme gibi, eğer kullanmak uygun ise,“emperyalist”,güçlü bir işgal ve egemenlik motifi yer alıyordu. Museviliğin tanrısının verdiği  bütün sözlerin tamamı, bu temel hedef etrafında şekilleniyordu.

Musa döneminde de Mısır’dan çıkarken, yapılarını yeniden şekillendirirken ilan edilmiş olan tek amaç; Tanrının onlara, durmadan vaaz ettiği ,işte bu “vaad edilmiş toprakları ele geçirme” idi.

Bu “vaad edilmiş kutsal toprak” kavramı, günümüzde bir dizi güncel politikanın çıkarları doğrultusunda yeniden ve yeniden şekillendiriliyor olsa da Musevi toplumunun dini kitaplarının derinliklerinde, ruhsal  inançlarının en küçük gözeneklerinde yaşamış, yaşatılmış ve yaşatılmakta olan bir olgudur ve bunsuz bir  İsrael olgusu da açıklanamaz. Musevilik dini var olduğu sürece de, bu “vaad edilmiş toprak”lar konusu, sadece yöre toplulukları bakımından değil, az sonra göreceğimiz gibi, daha geniş bir çerçevede dünyasal bir sorun olarak kalmaya devam edecektir kaçınılmaz olarak.

“Vaad edilmiş toprak” kavramını, ‘Kenan toprakları’deyimini tam olarak coğrafi bakımdan saptamak, belki Türkiye’de bay ve Bayan Ecevit’lerin bile kafalarını kurcalayan ‘İsrail tehdidi’nin, Harran’da toprak alımları üzerine yürüyen tartışmaların bazı yönlerine de  açıklık getirebilir. Bununla ben ne özel olarak Musevi düşmanlığını amaçlıyorum, ne de İslami motiflere sahibim. Dini bir inanca sahip olmayışım ve politik düşüncelerim, beni bu tür basit kışkırtıcı duygulardan uzak tutar...

Bununla birlikte şuna inanıyorum ki, “dinimiz insan öldürmeyi reddeder” gibi sağlam olmayan savunma araçlarıyla din kaynaklı şiddeti ortadan kaldırmak nasıl mümkün olamayacak ise, üzeri örtülmüş her dini motif de şimdi ve gelecekte, sorun olarak kalmaya devam edecektir.

Bu bakımdan, din kurumunun kaynaklarını anlamaya ve açıklamaya çalışırken, gündelik yaşamın içinde toplumlara sorun yaratacak yaşamsal noktaları bilince çıkarmak kadar yararlı bir çaba olamaz.


“Vaad edilmiş topraklar” kavramına, en açık haliyle, Eski Ahit’in daha Abraham-Avraham-İbrahim dönemi anlatımlarında rastlamaya başlarız. Şimdiki ‘kutsal topraklar’ın çöl yollarında, bir ayin sırasında, güneş batıp da karanlık çökünce, dumanlı bir mangal içinde alevli bir meşale olarak görünüp, kesilen kurban hayvan parçalarının arasından süzülüp gelerek Abraham ile buluşan Tanrı, daha önce gördüğümüz gibi, ilkin onun “adını” yüceltmiş, ona peygamberlik, elçilik payesi vermişti. İkinci olarak ise, ona, "Bu toprakları sana miras olarak vermek için Kildaniler'in Ur Kenti'nden seni çıkaran Rab Tanrı benim" demişti.

O sıralarda genellikle ateş haliyle görünen Musevilerin bu tanrısı, bir ayin yoluyla, Abraham topluluğu ile karşılıklı bir anlaşma yapıyor; daha doğrusu, çok daha önce Abraham’ın da atası olan Nuh ile yapılmış ‘antlaşmamsını güncelliyordu. Bu karşılıklı “antlaşma”, yemin, ant, iman, itikat, ittifak çok somut olarak yapılıyordu. Hatta Avram -Abraham peygamber , "Ey Egemen RAB, bu toprakları miras alacağımı nasıl bileceğim," diye kuşkularını açıkça sormaktan da çekinmiyordu.

Bu ifade tarzlarından, “vaad edilmiş toprak” kavramının, Abraham dönemine devredilmiş bir geleneğe dayanıyor olup olmadığı tam olarak anlaşılamıyor. Fakat bilmek gereklidir ki, daha önce yayınladığım “Sümer-Babil” Tufan anlatımlarında, Sümer veya Babil Nuh’u, daima “Enki, E-A tanrının topraklarında yaşamaya gitmekten” bahsediyordu. Bu Enki veya E-A, o sırada Basra kıyısında bulunan Eridu yerleşiminin ‘Kara’ renkli ‘Yer,Kara’  tanrısıdır. Bu  coğrafi alan, şimdi büyük ölçüde Irak Şiilerinin bulunduğu kısma denk düşüyor.

Fakat öte yandan, biliyoruz ki Musevilik’de Yehva, Yehova okunuşuyla da var olan bu aynı tanrı (eski E-A okunuşunun semitik ses değer üzerinden yeniden yazımı olmalıdır, çünkü bu toplulukların gelişigüzel tanrı adı yarattıkları tezi doğru değildir) ,Musevi din adamlarının bir başka bölümünce “Elohim” olarak da kullanılmıştı ve bu haliyle de Eski Ahit’te yer alır.

En-ki, bir “Sümer” kavramı idi ve “Sümer” dilinin dönüştürülmesinde, semitik din adamlarının, eski Yunan din adamlarının da, bazen anlam, bazen okuma veya ses değerine bağlı kalan dönüştürmelerde bulunmuş olduklarını görüyoruz. İçerik değerleri hesaba katılarak izlendiğinde, Enki’nin  ‘kara’ renkle belirlendiğini bildiğimize göre ve Sümerce ‘En’,Büyük, Ulu (ve giderek ‘tanrı’ yı da içerecek şekilde ) karşılığı olarak kullanıldığı için, Akadca “Bel” (El, İl, Yel) olarak ifade ediliyor olmalıydı. Bunu açık olarak Sümerlerin En-Lil’ inin Akadca karşılığının Bel-Lil (Yel) olarak verilmesinde de görüyoruz. Bu durumda, Kabil, Kâin, Kenan, Kibele, Kâbe okunuşlarının, farklı dil veya lehçelere bağlı olarak, Sümer yazımını, birçok halde olduğu gibi tersten okuyarak,  ‘Sümer’leri temsil etmek üzere ‘kara’ renk ve  ‘toprak’ motifleri merkezinden uzaklaşmamak koşuluyla, oluşmuş olması gerektiği sonucuna varabiliriz. Enki tanrının, Sümer Eridu yerleşiminden, Kabel, Kible, Kâbe, Kenan olarak şimdiki kutsal alanına nasıl gelmiş olabileceğini tam bilmiyoruz. Ama bu bir şekilde gerçekleşmiştir. Sümer-Akkad Tufan ilahilerinde, eğer o zaman ki Nuh, Utnapistim “ben gidip Enki, E-a’nın topraklarında yaşayacağım” sözü, Eridu’yu değil de, daha somut anlamıyla şimdiki üç dinin kutsal alanını anlatıyor idi ise, bu durumda, Eski Ahit, bu toprakları “Kenan toprakları” olarak nitelerken bir yanlışlık yapmış olmamakta, bizim, eski Tufan anlatım yorumlarımızı düzeltmemize yardımcı olmaktadır.

“Kenan toprakları”,Eski Ahit’de, bazen dar anlamıyla, şimdiki kutsal alanların yer aldığı coğrafi bölgeyi ifade etmek için, bazen de Mısır Irmağı’ndan büyük Fırat Irmağı’na kadar uzanan Akdeniz kıyısı boyunca var olan bütün bir coğrafi alanı kapsayacak biçimde kullanılmaktadır.

Abraham zamanında Musevilerin, o sırada daha çok ‘ateş’le olan bağının vurgulandığı ve ‘ateş’ görünümlü olarak karşımıza çıkan, Musa’ya gelinceye değin “adı” üzerinde muhtelif yorumlara uğrayacak olan, kendini farklı adlar altında tanıtan, ‘altın dana’ veya ‘dağlar tanrısı’ olma gibi özellikler gösteren, ‘adını gizleyen’ bu tanrı, anlaşılıyor ki aynı zamanda, Musevi topluluğun geçirdiği dini çizgideki sapma, değişme ve dönüşümlere bağlı olarak böyle hareket etmek zorunda kalıyordu. Bununla birlikte Abraham’ın tanrısı, Abraham’ın emin olmak için sorduğu soruya, çekinmeden ve büyük bir açıklıkla yanıt vermiştir:

"Mısır Irmağı’ndan büyük Fırat Irmağı’na kadar uzanan bu toprakları, Ken, Keniz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgas ve Yevus topraklarını, senin soyuna vereceğim."

Bu coğrafi tanım, zaman zaman daraltılmış haliyle sadece ‘Kenan toprakları’ olarak yorumlanmış olsa da Tanrının, kendi için seçtiği bu üstün kullarına, Musevi topluluğuna bahşettiğine dair hiç bir şüphe bırakmaz.

Fakat bu coğrafi tanım, aynı zamanda Musevi toplumunun her dini ayininin, her duasının bir konusu olarak yaşadığı ve yaşatıldığı için, bu coğrafi tanım içinde kalan topraklarda yaşayan halklar bakımından her zaman ciddi bir tehdit unsuru olarak kalabilecektir. Gerçekten de Musevilerin başka topraklarda gözleri yoktur ama bu topraklar zaten onlara tanrı tarafından, en azından 3500 yıl önce verilmiş durumdadır, bu gün orada bulunanlar İsrail’in topraklarının işgalcileridir aslında! Dini kitabın bu kısmını başka türlü yorumlamak, ondan başka sonuçlar çıkarmak, inançlı bir Musevi bakımından, olanaksızdır!

İşin daha kötüsü, sadece inançlı Musevileri, Hıristiyanları değil, inançlı Müslümanları da çok zor durumda bırakacak bir konudur bu. Eski Ahit’in ‘hak kitap’ olması, bu ideolojik hâkimiyeti katmerler ve bu düşünsel hâkimiyet her gün, her an kutsal bir vasiyet haliyle beyinlerde tazelenir.

***

Musa dönemi toplumu, Mısır’dan çıkıp geldiklerinde, o anki güç oranlarına bağlı olarak, bu geniş coğrafi tanımı daraltmış, bu tanımın o günün şartlarında sadece bazı kısımlarını uygulanabilir bularak, kendilerini dar anlamıyla bir  ‘Kenan toprakları’ hedefi ile sınırlamış olsalar bile, tanrının açıkça vaad ettiği bu coğrafi sınırlar, kelimesi kelimesine, bütün bir Eski Ahit boyunca yinelenip durmuştur:“Mısır Irmağından Fırat Irmağına kadar bütün Akdeniz sahili! ”

Eski Sümer-Sami dinlerinin bir yorum türüne göre  “süt ve bal akan topraklar”ın bulunduğu Urfa, Mardin ve Malatya’ya kadar olan bölümü de içeren bu coğrafi tanım, topraksız, sürgün bir kavmin,3000 yıldan fazla bir zamandır ruh derinliğine kazınmış bir hedef olarak bulunuyor.(5)

Abraham döneminde de  yaşadığı anlaşılan bu “vaad edilmiş kutsal toprak”lar tanımını, şimdi geriye dönük olarak, bulunmuş ve çözümlenmiş Akado-Sammaru  belgeleri temelinde bir kez daha incelemeye çalışalım.

Tufan’dan sonra, Sümer, Akkad veya Musevi Nuh’u derhal tanrı (lar) ile bir ‘anlaşma’ yapar. Eski toplumun ‘anlaşma’ları, doğal olarak, günümüzdeki türden bir noter tasdikine sahip değildi. Oradaki her ‘anlaşma’,dini çizginin yeni çerçevesini belirleme, tarafların karşılıklı uyması gereken yükümlülükler anlamındaydı.

O Tufan’ı yapan, o Tufan’ı Nuh’un kurban edildiği bir tören aracılığıyla kutsayan o sıradaki topluluklar ve onlar adına hareket eden tanrılar ( veya onların temsilcisi peygamberler),Nuh soyunu “güneşin doğduğu yerlere”, “nehirlerin ağzına” yerleştirmeye karar vermişlerdi. Nuh soyu, Ubar Tuttu’nun oğulları (Utu, bir bölüm Semit için güneş-ateş kavramı ifade etmektedir ve tam olarak Şamaş veya Anu’nun bir başka toplum birimindeki karşılığıdır, hem Ateş anlamıyla Od ve hem de yeşillik anlamıyla  Ağaç, Ot  anlamlarını içeriyor olmalıydı ) bulundukları Uruffak veya Şuruppak olarak okunan yerleşimden sürmüşlerdi. Bu Tufan’ın, bir toplum birimi “sürgün” kavim kılma özelliği, Musevi topluluğun tarihi ile doğrulanıyor zaten.

Burada,-3500 yıllarında, Nuh ve Tufan ritüelinde, tanrıların kararlaştırdığı, Nuh soyuna verilmesini vaad ettikleri, “güneşin doğduğu”, “nehirlerin ağzı”ndaki topraklar ifadesinin yorumu önem taşıyor. Eski tabletlerin bu ifadeleri, Bay S.N.Kramer gibi uzmanlarımız tarafından tamamıyla yanlış yorumlanmış; dolayısıyla ulaşılmış sonuçlar, yaşayan dini itikatlarda bulunan özelliklerden tamamen farklı istikametlerde yol almıştır.

Bay Kramer, “Güneşin doğduğu yer” ve “nehirlerin ağzı” tanımlarını, Sümer topraklarının Doğu yönü ve nehirlerin Basra’ya döküldüğü delta bölgesi olarak yorumladığı için, Nuh’un gittiği yerin Bahreyn tarafı olmuş olması gerektiği gibi bir sonuç ortaya çıkmıştı. Gelgelelim, dini kitaplar ve sözel itikatlar, Nuh’un “gemisini” Bahreyn’deki dağlara değil de, daima, Ağrı veya Cudi gibi,Basra’ya göre Batı’da olan dağlarda göstermeye devam etmiştir.

Bay Kramer, aslında, eski tanımların farklı bir şekilde yorumlanması gerektiğini de hesaba katmalıydı. Çünkü Akado-Sammaru  erken ittifak toplumları “Güneş”ten bahsettiklerinde, birçok halde, gökyüzündeki güneşi değil, ateş-güneş kült toplumlarının bulundukları toprakları ve onların kült alanlarını kastederler. Bu topluluklarda Ay, Güneş ve Yıldızlar anlamındaki gezegen tapınım dönemi, çok daha sonraki bir süreçte, dinsel inançların iyice soyutlanmasına bağlı olarak gelişmişti. Assur ve Babil astronomisi, dönemlerinin en gelişkin düzeyini temsil etmiş ise, bu, bu topluluklar, ateş-güneş-gök kültünün parçası oldukları içindir ve inançlarını “sema”yla iyice eşitleme süreci içinde ortaya çıkmıştı. Bu bakımdan “güneşin doğduğu yer”,Sümer topraklarına göre, Batı’yı, şimdiki Musevilerin de atası olan Martu’ları, Nemrut’un başlangıçtaki okunuş biçimi olan “Mar utu”yu, şimdiki haliyle Marduk/Nemrut bölgesini işaret ediyordu ki, bu kavram, şimdi bile ‘ateşe-güneşe tapan’ olarak değerlendirilen toplulukların bulunduğu coğrafi alandı.

Martu kavramı, coğrafi terimlerle konuşulduğunda da eski tabletlerde  “Batı” yönünü  kastetmek üzere kullanılıyordu. Bu belki “Evro” (Avrupa) kavramının da temelini oluşturmuş gibidir ve “Abra” yazımının farklı alfabe ses değeriyle okunuş tarzıdır. Şimdi bile, farklı Eski Ahit yazımlarında, Abram’dan değil Avram’dan bahsedilir. Arami toplumu da bir yönüyle Musevi atalığı özelliğine sahiptir.

“Nehirlerin ağzı” kavramı ise, eğer burada gerçekten söz konusu edilen Fırat ve Dicle nehirleri idi ise ki öyle görünüyor (tanrı, Eski Ahit’te cennetin bulunduğu yeri tarif ederken de garip bir biçimde, onu şimdi anlaşılan haliyle gökyüzünde değil de basbayağı, Dicle, Fırat nehirleri arasında kalan yeryüzündeki bir bölgede tanımlar),bu tanım, nehirlerin denize döküldüğü yeri anlatmış olabileceği gibi, ‘doğdukları kaynağı, ağzı’ da ifade edebilirdi. Hatta bunu ifade etmiş olmalı idi. -3500 yıllarındaki, Basra kıyısının Enki tanrısının bilgi birikimi, Dicle ve Fırat’ın ‘kaynakları’ anlamındaki ‘ağzı’ teriminden, genel olarak o sırada tanınabilecek en uzak ‘batı’ yönünü anlatmak istemiş ise bunda şaşırılacak bir yan bulunmasa gerekir. Eski Ahit’e göre zaten Nuh, “gemi”sinden çıkar çıkmaz, önce, hiç günahları yok iken, ‘topraktan yaratılmış İnsanoğlu’ gibi, yine ‘topraktan yaratılmış hayvanlardan’ elinde kalan bir kaç çifti kurban ederek tanrılara şükretmiş ve sonra da derhal “üzüm yetiştiriciliği”ne başlayıp “şarap” yapımına girişmişti. Demek ki Nuh soyunun gelip yerleştiği alan, üzüm yetiştiriciliğine elverişli bir alandı.

Eski toplumda, “zeytin”, “incir”, “elma” veya “üzüm” gibi ürünler, aynı zamanda, farklı toplum birimleri ifade etme tarzı ve o ürünün fazlaca yetiştirildiği yerlerin de tanımı olduğu için, “üzüm yetiştiriciliği” bize, aynı zamanda bir coğrafi değer de verir. Âdem ile Havva, ‘gözleri açılınca’ mahrem yerlerini, bir başka meyve yaprağı değil de ille de ‘incir yaprağı’ ile örtmüşlerse; kiliselerde ‘zeytinyağı’ kutsal bir arındırma-vaftiz aracı olarak kullanılıyorsa,  ‘yaratılış’ sırasında tanrı(lar),özel olarak “tohumu meyvesinde bulunan ağaçlar,bitkiler,meyveler” yaratıp bunları özenle  “Adn-Edn bahçesi”ne ekmiş(ler)se; Hitit tanrısı “ben tohumu meyvesinde bulunan bir ağacım” diye yaratılış sırasında tanrıların yarattığı bir “meyve türü” olarak ortaya çıkıyorsa, bunlar bize, başlangıçtaki dini inancın gelişmesi içinde, kutsal hayvan-bitki totemler olarak hangi coğrafi bölgelerde bir gezinti yapılmış olduğunu da açıklar.

Musevi topluluğun ataları bakımından, eski Ahit’in Nuh’u ve soyunun ‘üzümcülük’ yapabileceği alan, nehirlerinden “bal ve süt akan” topraklar, cennet bahçeleri, bize daha çok, İbrahim peygamberin de oradan yola çıktığı rivayet edilen coğrafi bölgeyi, eski ateş-güneş kült alanının bulunduğu, Nemrut-Malatya-Mardin  bölgesini işaret ediyor gibidir. Bu bakımdan da Tanrının Abraham ve soyuna vermeyi vaad ettiği toprakların, Bahreyn’de değil de “Nil’den Fırat’a kadar olan” bölgede aranması, eski tablet aktarımlarıyla da  uyum göstermektedir.

Demek ki karşımızda olan sorun, bir kaç ‘siyonistin’ ileri sürdüğü uydurulmuş bir tez değildir. Burada,5000 yıl kadar önce, tanrılar aracılığıyla  “Sümer-Akkad” toplulukları arasında yapılmış gerçek bir anlaşma ve buna bağlı olarak gerçekleştirilmiş bir yeniden düzenleniş bulunmaktadır. “Vaat edilmiş topraklar”,böyle bir gerçek olayın, belki zamanla değişmiş, dönüşmüş, anılarına dayanan bir istek halinde bulunmaktadır.

Böyle bir isteğin Musevi toplumunca, bugünkü dünyada bir gerçek haline dönüştürülmesi, “Nil’den Fırat’a bütün Akdeniz” coğrafyasına yerleşmeleri güç olmasına güçtür, ama unutmamak gerekir ki İsrael devletinin kurulması 50 yıl öncesine kadar sadece bir ‘hayal’den ibaretti ve sabah aksam mırıldanan Musevi din adamlarının duaları arasında yer almaktan başka hiç bir değer ifade etmiyordu!

Geniş içeriğiyle “vaat edilmiş” bu coğrafya tanımı, Eski Ahit’te yer almaya devam ettiği ve dua ayinlerinin vazgeçilmez sözcükleri olarak beyinlere nakşedildiği sürece, hiç olmazsa canlı bir hedef olarak kalmaya ve dolayısıyla çevre topluluklar bakımından bir bunalım kaynağı olmaya da devam edecektir. Yahudi toplumunun, sadece İslami Arap toplulukları arasında değil, öteki bazı topluluklar arasında “fazla sevilmeme” nedenleri arasında, onların içyapılarını korumaya yönelik örgütlenme tarzıyla yükümlenmiş bir topluluk olmaları yanında, bu bölgenin öteki topluluklarını, Musevi topraklarını ellerinden almış düşmanlar olarak algılamaya yol açan bir dini inanca sahip olmalarının da etkisi olmuş olmalıdır. Öyle ya; Tanrının 5000 yıl önceden beri onlara vermeyi vaad ettiği bu topraklar, bugün onların elinde değildir. Orada olanlar aslında işgalcilerden başka bir şey değildir ve fakat bir gün, tanrının, bütün öteki sözleri gibi, bu vaadini de yerine getireceği gün gelecektir!

Eski Ahit, böyle bir algılamanın kaynağıdır ve bu ise başlı başına, potansiyel bir düşmanlık kaynağıdır zaten.

Tarihte en uzun süre bakımından, bir topluluğun, böyle bir tarz var oluşunu, herhalde sadece çingene toplumu ve Musevi toplumu başarabilmiştir. Bu ikisi de toprağa bağlı değil, göçer özellikteydi. Bu ise, onların bütün bir tarihe karşı dayanabilme güçlerini nasıl muhafaza edebilmiş olduklarını ciddi olarak incelemeyi gerektiriyor.

Bu iki toplum da sanki dini nedenlerle taltif edilmiş, yetkilendirilmiş gibidir. Bize şimdi ‘dilencilik’ bozulmuş haliyle ulaşan uygulamanın kaynağında, bir toplum birimin, dini kastın‘vergi’ toplayıcılık hak ve yükümü bulunur. Onlar, dışlarındaki toplulukların eski kurban edilme, etme yükümlülüklerinden arınma aracı olarak şekillenen;  “bağış toplayıcılığı”na yönlendirilmiş, bu anlamda özel ve “üstün kılınmış” topluluklar gibi görünmektedirler. Zekât veya sadaka kurumunu tanıyıp yücelten İslam’ın bu özelliği, eski toplumda ‘dilencilik’ kurumunun dini bir kategori olduğunu doğruluyor. Musa’nın, Mısır’dan çıkışta, Mısırlıları soydukları, altın ve gümüşlerini aldıkları üzerine anlatımı, bu topluluğun da, Mısırlıların altın ve gümüşlerini Musevilere sadaka, zekât olarak vermiş olduklarını düşündürüyor. Eski yazılarımızda, ‘dilencilik’ ve ‘yalancılık’ kültünün, şimdiki değerlerin dışında, bu topluluklarda kutsal bir hak  ve uygarlık tutumu olarak kavranılmış olduğu üzerinde durmuştuk.

Şimdi olduğu gibi, geçmişte de bilgi toplumu, huzura sahip olan toplumlara aitti ve uygarlık, toprağa yerleşiklik olmadan sağlanamazdı. Bu bakımdan, yerleşik olmayan bir toplumun, dini bir kast haliyle ve fakat gezgin olarak, bilgilenim sürecini yeni nesillere nasıl aktarabilmiş olduğu ve genel olarak yükselttiği ciddi bir araştırma konusudur. Bu yönüyle, Musevilik, benzer ortak eski bir kaynağa dayanıyor gibi görünen Bektaşilik ve Aleviliğin Ehl-i Beyt örgütlenmesi ile paralellikler taşıyan “Levitik”,dini kast örgütlenmesine gitmiştir.Ehli Beyt, bir dizi alanda yetişkin şeriat veya  maharet erenleri yetiştirdiği gibi gezgin kültüne, dervişliğe, abdal’lığa da ciddi bir yer vermektedir.



Sonradan yorulup evrime uğrayan Museviler, yavaş yavaş tanrının gezgin elçileri ve vergi toplayıcıları olmaktan çıkıp yerleşik bir düzene geçmek istemiş olmalılar.

Neturei Karta taraftarları ise, tanrının onlara "başıboş avare" olarak dolaşma görevi verdiği tezi doğrultusunda (bu aslında gezgin,çalgılı, seks ilişkisi içeren ve tanrı adına vergi toplayıp dilencilik etme geleneği demektir; "esmer vatandaş", "kara kafalı (Sümer) halkı" vb. deyimleri üzerine yapılacak araştırmalar, bizi erken dönem Kabil-Kain-Kenan kültüne götürür...

Bu nedenle Neturei Karta elemanları var olan Yahudi devletini tanımayı reddeder; bunun Tanrı'ya karşı gelmek olduğunu düşünürler.




Şimdi çok az kalan Samariten Yahudilerinin dua ve tapınım biçimleri İslam'ın dua ve namazı ile paralellik taşır. Hatta bunun tersini söylememiz lazım.

Mezopotamya'da dinlerin birbirlerine zıt yapıları olduğu gibi, zaman içinde etkilenme yoluyla veya ortak eski ilk kaynaklara dayandıkları için, benzer davranış veya ritüel biçimleri yansıtmalarını normal karşılamak gerek.

İslam'ın tüm yazılarını, tüm ritüel biçimlerini, "ondan bundan çalma" vb. diye yansıtan kaba ateist, bilimsel olmayan açıklama tarzı belki gönülleri rahatlatsa da, konuları kavramamıza pek hizmet etmez.

Samariten, Sammaru kavramları bizlere aynı zamanda "esmer" kavramını verebilir ki, "Samaru", "Sümer" kavramı ile "karabaşlı halk" (Sümer) arasındaki bağlantıları bu alanlarda aramamız doğru olacaktır.


Dinler arası etkileşimi, "İslam namazı da ... ...lardan çalmış..." diye tanıtarak İslam'a karşı mücadele ettiğini düşünenleri eğitmek için zaman ve sabır gerekiyor.


                                                                                   https://www.facebook.com/media/set/...


                                                                                        "Ey İsrael, Sus Ve Beni Dinle!"     
 

Alnındaki dikdörtgen kader taşı alın yazısı, anlatıma göre küçük kardeşini öldüren Kabil-Cain'den itibaren konulmuş "damga"-"kader" işaretidir.
 


 
Elyahu Ben Shlomo Zalman (1720-1797)... Bazı "Neturei Karta" taraftarları onun takipçileri arasından ortaya çıkmıştır...


  "Kıl kültü", kıla dokunmama bu dinin de önemli bir konusu...

 

 "Neturei Karta" elemanları, var olan İsrail'e, Yahudi devlet yapılanmasına karşıdırlar. Siyonizmi yererler ve gelecek kurtarıcıdan önce bir devlet yapılanmasına, sabit bir "ülke" sınırlarına karşı çıkarlar.

Aslında Museviliğin özünü bu iman-yapı oluşturur.

Çünkü, geçmişleri "Tanrının büyük oğlu"na, "Adem'in büyük oğlu" Kabil'e dayandığı düşünülen Museviler için, yerleşik bir düzen tanrı tarafından engellenmiştir.

Bu bağlantıyı şöyle kuruyoruz:

Eski Ahit-Yaratılış:

[Kayin kardeşi Habil'e, "Haydi, tarlaya gidelim*" dedi. Tarlada birlikteyken kardeşine saldırıp onu öldürdü.

Yar.4: 9 RAB Kayin'e, "Kardeşin Habil nerede?" diye sordu. Kayin, "Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?" diye karşılık verdi.

Yar.4: 10 RAB, "Ne yaptın?" dedi, "Kardeşinin kanı topraktan bana sesleniyor.

Yar.4: 11 Artık döktüğün kardeş kanını içmek için ağzını açan toprağın laneti altındasın.

Yar.4: 12 İşlediğin toprak bundan böyle sana ürün vermeyecek. Yeryüzünde aylak aylak dolaşacaksın."

Yar.4: 13 Kayin, "Cezam kaldıramayacağım kadar ağır" diye karşılık verdi,

Yar.4: 14 "Bugün beni bu topraklardan kovdun. Artık huzurundan uzak kalacak, yeryüzünde aylak aylak dolaşacağım. Kim bulsa öldürecek beni."

Yar.4: 15 Bunun üzerine RAB, "Seni kim öldürürse, ondan yedi kez öç alınacak" dedi. Kimse bulup öldürmesin diye Kayin'in üzerine bir nişan koydu.

Yar.4: 16 Kayin RAB'bin huzurundan ayrıldı. Aden bahçesinin doğusunda, Nod*ff* topraklarına yerleşti. D Not 4:16 "Nod": "Aylak" anlamına gelir.]

 

 Mezopotamya'nın sığır-öküz-dana tapınım kültü de Musevilikle bağlantılı... Musa dağa çıkınca, ötekiler derhal bir altın dana döker ve tapınmaya başlarlar...




Musevi radikalleri, çocuk-kadın, tümüyle "gizlenmeye" önem veriyorlar.

Çarşafa girmek, gerçekte toplum birim aidiyet bağlarını gizlemeye çalışmak olarak şekillenmiştir.

Giderek, İslam'da kadının saç kılını göstermemek gibi saçma-sapan bir noktaya dayanıp kalmıştır.
 
 





Yahudiliği anlamak, aslında bir yönüyle, mesela bu çocukların saç kesim biçimlerini ve takkelerini anlamak demektir.

Saçların neden bu şekilde kesildiğini, niçin mutlaka takke kullanıldığını, bilimsel esaslarla açıklamak, aslında eski toplumu bilmekle mümkündür.

Kaba ateist, sadece fotoğrafı yazar; dalgasını geçer; dincileri yere çalma rahatlığıyla, bir başka konu bulmaya uğraşır.

Bilimsel ateizm ise, "takke düşünce kel görünür" deyimini temel esaslarıyla ortaya koyarak, tüm bu davranışların aslında son derece anlamlı olduğunu saptıyor ve eski dönemde anlamlı olan bu davranışın artık günümüzde saçma-sapan bir hal almış olduğuna dikkat çekiyor.


                         Takke düşerse kel görünür mü?




Takkeler düşmüş kel görünmüş...
Ama bu bizim bildiğimiz anlamdaki "kel" değil... Kesilmiş saç anlamındaki kel!


 
 
"Eşek sıpası,seni" diyorsak, nedeni vardır!
 
 



Mezopotamya'da eşek tapınımı kökleri derinlerde bir külttür.

Dişi eşeğin ilk erkek sıpasının mutlaka boynunun kırılarak tanrıya adanması kuralını, bizzat Musevilerin tanrısı formüle etmiştir.

Şu anda Irak Kürdistan'ında "Eşek Partisi" ve "Eşek Heykeli" bulunuyor olması, Eşek Totemin varlığına bir diğer kanıttır.

Museviliğin bir kolu da, "dişi eşek" toteminden olan annelerin ilk oğullarından, boynu kırılmayıp sağ bırakılan ve tanrıya adanan ilk erkek çocuklara dayanıyor olmalıdır.


 
                      Van'ı ziyaret eden 'Van Musevi Topluluğu' Anlatıyor...

                                                            http://www.salom.com.tr/newsdetails.asp?id=88512#.Uk5dkRASerU
Van Yahudi Topluluğu...

"Çok dindar bir toplumduk. Pesah’ta değirmenin senelik temizliği yapılır, kaliteli buğday yıkanır, elli kilogramlık torbalara konup, uzun sapanlarla öğütülür, değirmende matsa unu yapılırdı. Matsa yapımını Süleyman Türkmen üstlenirdi. Sabah erken kalkar, tefiladan sonra, hamuru hazırlar, pişirme işini ‘alaha’ya göre yapar, kuyuda lavaş şeklinde hazırlardı.

Bayramlarda akrabalar bir araya gelirdik. Gelinler, damatlar, kardeşler aile büyüğünün evinde toplanırdık. Bayramlarda meşakkatli yemekler yapılırdı. Özellikle etli yemekler pişerdi. Pesah Bayramı’nda zeytin, bakliyat, peynir yenmezdi. İkinci gün pilav yenebilirdi. Kavurma, şifte (özel bir köfte), sebze, yapılan yemek türleriydi. Bayram günleri sinagog çıkışı, küçükler büyükleri ziyarete giderlerdi.

Şabat günleri çok kutsaldı. Cuma öğleden sonra, erkekler saat iki üç gibi dükkânlarını kapatırlardı. Yıkandıktan sonra da sinagoga giderlerdi. Cuma akşamları için özel yemekler yenirdi. Öncelikle etli yemekler tercih edilirdi. Bakliyat da pişirilirdi. Balık yenmezdi. Cumartesi günleri ibadet ve istirahatla geçerdi. O gün dünya ile ilişkiler kesilirdi. Biri ölse dahi, kimse başını çevirip bakmazdı. Hiç unutmam, dedemin koyun ticareti yaptığı bir köylü, cumartesi günü dedeme ödeme yapmak için geldiğinde, dedem ‘Şimdi parayı alamam, akşam yediden sonra gel’demişti.

Haham Yair Yona, hahamlığın yanı sıra, şohetlik görevini de üstlenirdi. Koyunları kontrol eder, sinirlerini ayıklardı. Haftanın bir günü koyun ve tavuk keserdi."


 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder