14 Şubat 2016 Pazar

İslamiyet Ve Bilim (Erdoğan Aydın) Üzerine

                                            “Yaratılış” Bilmecesini Çözmek!



 Erdoğan Aydın'ın “İslamiyet Ve Bilim” adlı bir çalışması var.
Bu kitap 1992 Turan Dursun Araştırma ve inceleme ödülü kazanmış. "İslamiyet Gerçeği" dizisi olarak da 4 cilt halinde yayınlanmış. Erdoğan Aydın, örneğin, şöyle diyor kitabında: “Bilindiği gibi dinsel inanışın “yaratılış” varsayımını ilk defa ve kendi içinde en tutarlı biçimde sistematize eden kitap Tevrat'dır. Sonraki kitapların tümü bu söylenceyi farklı ifadeler ve kısmi değişikliklerle tekrar etmekten başka bir şey yapmış değillerdir. Hele ki, Kuran'da ifade ediliş biçimi, Tevrat'taki iç tutarlılıktan da yoksun, adeta akılda kalanların, farklı sure yazımlarındaki farklı anımsanmalarının ürünü olarak daha da ilkel ve muğlaktır...." ( İslamiyet Ve Bilim/İslamiyet Gerçeği-2, V. Bölüm: "Kuran'a Göre Evrenin 'Yaratılışı' " S.87) Peki, buradaki bu dar ve tarihsel bakımdan son derece eksik bilgiler temelinde, - “önceki” Mezopotamya dinsel inançlarını, - “önceki” Sümer-Akad ilahilerini, - “önceki” Enuma Eliş'i, yeterince bilmeden; onların farklı toplumsal birimlere has yapılanmasını kavramadan, kısaca Mezopotamya kaynaklı dinler ve dini metinler hakkında yeterli ve doğru genel bir fikre sahip olmadan, o kaynaklardan süzülüp gelmiş olduğu çok açık olan İslam'ı ve Kuran'ı doğru bir temelde nasıl eleştirebiliriz?
Bu mümkün mü?
İlhan Arsel ve Turan Dursun'un “salt İslam eleştirisi” diyebileceğimiz ve sanki İslam izole bir din olarak ele alınabilirmiş gibi; Kuran’ın ayetleri veya kuralları Muhammed'in kendi yaratısıymış gibi bir yaklaşımla yürütülen “din eleştirisi” hatalı çizgisi, araya serpiştirilmiş "Sümer" lafları dışında, Erdoğan Aydın tarafından da sürdürülmektedir.
Yirmi yıl kadar öncesi için, bu alanlardaki bilgi düzeyinin düşüklüğü anlaşılabilir ve hoş görülebilir... Fakat, dostça uyarı ve eleştirilerden sonra da, Erdoğan Aydın, bu eksik ve hatalı içerikli kitapları, “düzeltme” yapmaksızın yeni baskılarla insanlara sunuyorsa, o noktada artık kimsenin “eleştirilerin sertliği”nden yakınma hakkı kalamayacağını da açıklamak isteriz.
Eğer, Erdoğan Aydın dostumuz, uyarılarımızı dikkate alsa; “İslam eleştirisi” adı altında yayınladığı ve adeta 18. yy “aydınlanmacıları”nın gerekçelerini yinelediği bu çalışmasını, yeniden yayınlamadan önce “gözden geçirmeyi” deneseydi, belki elinde 4 ciltlik bir kitap dizisi kalmayacaktı... Hatta, belki bu kitabın içeriğinin "düzeltilemez" olduğu gerçeğini de görecekti...
Ama zaten bunlar bile büyük bir kazanç olacaktı.
En azından, kendisi, İslam'ın ve Kuran'ın eleştirisinin tek başına ele alınamayacağını; mutlaka Mezopotamya'daki öteki dinsel kaynak ve uygulamalarla bağ içinde ele alınması gerektiğini anlayacaktı.
Bütün bunlar da “bilimsel ateizm” için birer kazanç olacaktı...
Fakat o, hatalarında ısrar etme yolunu seçti.
Bayat “İslam eleştirileri”ni yinelemeyi bilim saydı.
Fakat, biz biliyoruz ki, Enuma Eliş'i, erken Mezopotamya ilahilerini, Hitit dinsel şekillenişini tanıyanlar için, tüm bu bilgilere dayanmayan ve bu kaynaklardan beslenmeyen bir İslam eleştirisi asla "bilimsel" olamaz... Hatta “ Bilimsel Ateizm Açısından İslam Eleştirisi” özelliği bile taşıyamaz.
Turan Dursun'un, İlhan Arsel'in, Server Tanilli'nin İslam'ı eleştiren kitaplarındaki hatalı çizgi ve ele aldıkları içeriklerin hatalı sunumu, farklı dinlerin karşılaştırmalı eleştirisi yönteminin sistemli olarak kullanılmayışı, onların çalışmalarını çok daraltmış ve onların adeta, genel ateist bir çizgiden, dar bir “anti-İslamist çizgiye” kaymalarına yol açmıştır.
Ana çerçeve bakımından, Erdoğan Aydın böyle bir dar çizginin, ufuk açmayan, yeni argümanlar geliştirmeyen yineleyicisi olmayı tercih etmiştir.
Sürdürülemez olan bu çizginin hatalarını bizzat kendisinin de, eninde sonunda, göreceğini umalım...
***
Eğer, Turan Dursun, Erdoğan Aydın, Server Tanilli, İlhan Arsel gibi yazarlarımız, eski dinsel metinleri Mezopotamya erken topluluklarının yaşam biçimleri ve onu anlatan tarihleriyle bir parça bağ içinde ele alabilme yeteneği gösterebilmiş olsalardı, Eski Ahit’te, Tanrının evreni niye ille de “6 gün” takvim değeri temelinde “yaratmış” olduğunun anlatılmış olabileceğini; dinlerin farklı “kutsal günleri” ile bunun bir ilintisinin olup olmadığını; aynı tanrının, bir “Yok ediş” Tufanı yaparken, neden "Yarattığı İnsan’la” birlikte, ("mantıken") hiç “günahları” olmaması gereken, “İnsan’la birlikte hayvanları, sürüngenleri, kuşları da Yeryüzü’nden silip atacağım” demiş olabileceğini…. vb. bir parça sorgulama yönünde ilerlemeyi deneyebilirlerdi.
Dinsel metinlerin bu kalıpsal deyimlerinde Tanrı’nın neden ille de bir “Yeryüzü” vurgusunu neden yapmış olabileceği hakkında; Tanrı’nın, basit bir şekilde “onları yok edeceğim” demek yerine “Yeryüzü’nden silip atacağım” demiş olması vb. gibi “Yer ve Gök” ayrımının kaynakları üzerinde düşünme kapısını aralayabilirlerdi.
Bu gibi örnekler, Din’lerin eski kaynaklarını tanımanın bugün çok daha önem kazanmış olduğunu göstermeye yetiyor. Eskiden bilinmeyen sayısız Akado-Sammaru kaynağı, Hitit ve Asur tabletleri bulunup çözümlenmiş ve Mezopotamya kaynaklı din ve mezheplerin 10 binlerce yıllık ön geçmişlerine doğru bağlantı kurma ve çıkarımlarda bulunma olanağı ortaya çıkmış durumdadır.
Bu bakımdan eski ‘Yaratılış’ ilahilerinde ve şimdiki “kutsal” metinlerde yer alan,
-‘tatlı su - tuzlu su’,
-‘aşağı - yukarı’,
-‘ışık - ateş’,
-‘gece - gündüz’,
-‘aydınlık - karanlık’
- ‘yer- gök’…
gibi kavramların kullanıldıkları dönemdeki anlamları açığa çıkarıldığı ölçüde, şimdiki dinlerin ‘yaratılış’ anlatımlarının, erken Akado - Sammaru topluluklarının karşılıklı tarih ve karşılıklı ilişki düzeninin farklı anlatım tarzlarına dayandığını artık görmeye başlamış oluruz. (*1)
Bu erken ilahilerde, ‘Yeryüzü’ ve ‘Gökyüzü’ kavramları da öylesine somut, elle tutulan ve doğal bir şekilde ele alınır ve anlatılır ki, o anlatımlarda, Gökyüzü’nden bahsederken birden bire “Kazma” kavramına geçmek hiç bir anormallik yaratmaz.
Oysa, bu kavramların bugünkü değerleri temel alınırsa, “Gökyüzü” ile “Kazma”nın bir “yaratılış” anlatımında yan yana geçmesi halinde, ilgili tanrıların akıllarından zorları olduğu düşünülürdü. Oysa, hem o tanrıların akıllarından zorları yoktur; oldukça akıllıdırlar… Hem de, ilahi anlatımında, o tanrıların “yaratış” işlemleri büyük bir doğallık ve uyum içinde “Gökyüzü”nden “kazma”nın “yaratılışı”na doğru aktarılır.
Çünkü, burada sözü edilen “Gök” ve “Yer”, Akkado-Sammaru toplulukların bir öteki tanımı, bu toplulukların bizzat kendileriydi. “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” topraklarının farklı bir tanımlama türüydü.
‘Kazma’ ise, Türkiye’de şimdi bile eğitilmemiş bir kişiyi tanımlama deyimi olarak kullanılır; dolayısıyla 'kazma', Gılgameş’in ikizi, rakibi, ittifaktaşı Çiftçi-Köylü Enkidum’un diğer bir anlatım biçimi, Adem'in çiftçi olan varyantı, yani eğitilmemiş olan farklı bir “insan toplumu” tanımıydı.
Hatta belki de bu nedenle, buradaki “yaratılış”larda anlatılan Adem’in bu nedenle başlangıçta “gözü kapalı”ydı; yani henüz “bilgelik” kazanarak “gözleri açılmamış”tı.
Buradaki “kazma” sözcüğü, kelime anlamıyla “karagöz” olan yani gözü kapalı, cahil, kaba-saba birisinin tanımı idi. Günümüzde bile “çapa-kazma” işi yapmaya devam eden Mardin - Ş.Urfa yöresinin “çapa” işi yapan topraksız köylülerinin muhtemel ön atalarıydı.
Mezopotamya kaynaklı dinsel ilahilerde ve Akado-Sammaru kayıtlarında, Adem ve Havva’nın oğulları olarak “Kain” ve “Habil” arasındaki ilişkilerde, “Çoban” ve “Çiftçi”arasındaki atışma ve çelişmelere, bütün bu eski kaynaklardan itibaren rastlanır.
Avrupa’nın ‘Aydınlanma’ döneminin en ünlü eski beyinlerinden günümüzün din ve doğu uzmanlarına kadar herkes (yakın zamana kadar hepimiz... ) bütün bu eski dinsel anlatımlarda,erken Mezopotamya toplumlarının gerçek tarihini bulmak ve aramak yerine, onlarda sadece ‘efsane ve-ya uydurma’ keşfedebilmişlerdi.
Eski İlahilerin ve onlara dayanan Tevrat veya Kuran’ın, ‘cahil eski toplum’ tarafından nasılsa üretilmiş bu tür “efsane ve-ya uydurma”lara dayandığına yönelik böyle bir kör inanç, Türkiye kamuoyunda uzun yıllar önce Turan Dursun tarafından, din’i İslam’la eşitleme eğilimi halinde de yansıtılmıştı. Turan Dursun'un bu “samimi çabaları”nın, sonuçları itibariyle önemli teorik tahribatlar yarattığını artık ortaya koymak gereklidir.
Şimdi Erdoğan Aydın gibi yazarlar tarafından sürdürülen bu genel çizgi, ‘Akkado-sammaru’ tarihinden, Enuma Eliş’ten, eski tabletlerdeki dinsel anlatımlardan, eski toplumun örgütlenme ve ilişki tarzlarından tamamen bağımsız bir ‘İslamiyet’i ‘Bilim’le karşılaştırma çabası içinde ‘cilt’leri doldurmaktadır. Fakat Tevrat’tan bağımsız bir Kuran; Enuma Eliş’ten bağımsız bir Tevrat, bilimsel bakımdan incelenemez bile.
Bu, temel bir metot konusudur.
Erdoğan Aydın, bu alanda eğer bir parça ciddi bir araştırmaya yönelirse, daha ilk anlarda, İslam’ın çerçevesi ve deyimleri içindeki ‘mantık’ alanında kalarak oluşturduğu bu “cilt’ler dolusu kitap sayfaları”nın adım adım anlamsızlaşıp yürürlükten kalkmak zorunda olduğunu görecektir.
Örneğin, Erdoğan Aydın’ın, “Gökler ve Yer yapışık iken” gibi bir Kuran ifadelerini “ilkel insan iddiaları” vb. olarak niteleyip, konu üzerine onlarca sayfa boş laf etmesi buna bir örnektir.(İslamiyet Gerçeği-2, VIII. Bölüm, S.131)
Kuran’da Enbiya Suresi’nin 30. Ayetinde, “gökler ve yer yapışıkken ayrılması” konusunda bir ayet vardır. Buradaki ifade kalıbı, Muhammed’den binlerce yıl önce kayda geçmiş kil tabletlerde Enlil tarafından yapılan “Yer’den Gök’ü ayırma, Gök’ten Yer’i ayırma” işlemine dayanmaktadır.
Bu tabletleri bilenler için, Kuran’ın bu bölümünde Muhammed’in kendisine ait özel tek bir yan bulunmadığı gayet açıktır.
Farklı tercümelere göre, Kuran’ın bu bölümünde şöyle yazılıdır:
Kuran-Enbiya 21/30:
Diyanet İşleri İnkar edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi? İnanmıyorlar mı?
Elmalılı Hamdi Yazır Ya o küfredenler görmedilerde mi ki Semavât-ü Arz bitişik idiler de biz onları ayırdık, hayatı olan her şey’i sudan yaptık, hâlâ inanmıyorlar mı?
Hasan Basri Çantay Göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları birbirinden yarıb ayırdığımızı, her diri şey’i de sudan yaratdığımızı o küfr (ve inkâr) edenler görmedi (ler) mi? Halâ inanmayacaklar mı onlar?
Süleyman Ateş
O nankörler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık? Hâlâ inanmıyorlar mı?
Burada Kuran’ın tanrısı, anlatıma göre, Gök(ler) ve Yer bitişik iken, Gökleri Yer’den ayırmış ve ‘yaratılışı’ böyle gerçekleştirmiş ise, artık tahmin edebiliyoruz ki, bu temel kavramların yer aldığı erken ilahiler Enlil dönemlerine aitti ve Muhammed’in döneminden 4000 yıl kadar öncesinde sözlü gelenek olarak ve daha sonra da tabletlerde yazılı halde bulunuyor olmalıydı.
Böyle bir durumda, Erdoğan Aydın'ın yaptığı gibi, “Yerin Gökten ayrılması” sözleri üzerinden sadece Muhammed’e vurarak İslam’ı eleştirmek ve yapılan bu işi de, “din eleştiriciliği” olarak tanıtmak, oldukça çocukça bir çabadır ve bilinçlenmek isteyen kitleler bakımından ise hedef saptırıcıdır.
Erken Sümer ilahisinde şöyle deniyordu:
« Nimetlerin gerçek yaratıcısı, Kararları değiştirilemeyen Efendi, Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil, Yer’den Gök’ü ayırmayı düşündü, Gök’ten Yer’i ayırmayı düşündü.
Ortaya çıkan varlıkların büyümesi için, “Gök ile Yer’in Kemiği”nde (Nippur) ... Yaydı. Kazma’yı var etti, ‘Gün’ü yarattı, Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi, …. Efendi Kazma’yı çağırdı, kaderini belirledi…»
(Kramer, Sumer Mitolojisi, Kabalcı,s.103)
Bu ilahide Enlil’in, “Gök” ve “Yer”i “yaratan” olarak değil; onları birleştiren-ayrıştıran olarak bulunduğuna dikkat edelim.
Aynı zamanda, “Gök” ve “Yer” ile uğraşan Enlil, birden bire “Kazma’yı var etme”ye yönelir…
Ve bunlar anlatımdaki ciddiyeti asla sarsmaz; anlatıcılarımız kusursuz bir düzenlemeyi anlatmaya devam ederler. Çünkü gerçekten de, burada sanılan anlamıyla “Gök” ve “Yer” değil; “Yukarı Mezopotamya” (Gök) ile “Aşağı Mezopotamya” (Yer-Toprak) ilişkisi ele alınıyordu ve “Kazma” denilenler, toprağı çapalayan, kazma ile kazan topraksız, cahil, “kazma” köylülerdi.
Buradaki anlatımlar, sanılan anlamıyla “Gök” ve “Yer” ile ilgili değil; çok somut olarak “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” topluluklarının ilişkilerinin düzenlenmesiyle ilgiliydi.
Zaman içinde “Yukarı Mezopotamya”= Yukarı, “Gök” ile eşitlenerek; “Aşağı Mezopotamya”= Aşağı, “Yer” ile eşitlenerek kullanılmaya başlanmıştır. Ama biliyoruz ki, “Aşağılık İnsan” tanımlaması ile “Yüceler Yücesi= Semavi Varlıklar” vb. türü kalıpsal kavramlar da, yine bu “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” ilişkisi içinde anlam bulmaktadır.
Dini metinlerin bu yeni bilimsel “okuma” biçimi üzerine uzun zamandır duruyoruz.
Bu tür örnekler, ‘Gök’, ‘Yer’, ‘Kazma’ gibi eski ilahilerde bulunan bir dizi temel kavramın, erken dönemlerde belki bir başka anlamda kullanılmış olabileceğine dair, herkes için uyarıcı birer işaret olmalıydı. Söylediğim her şey derhal kabul edilmese bile, bunların ciddiliği; üzerinde çalışılmış argümanlar olduğundan hareket edilerek, yeni yorumlar yapılırken dikkatli olunması yararlı olurdu.
Gelgelelim, dini inanca sahip olsun veya olmasın; ilahiyatçı, tanrıtanımaz, ‘aydınlanmacı’ ve takipçileri olan Doğu nihilistleri, ‘Yer ve Göklerin yaratılması’, ‘Yer’in Gök’ten, Göklerin yer’den ayrıştırılması’ gibi kalıpsal deyim konularında kendilerini basit algıya öyle bir kaptırmışlardır ki, düşüncelerinde, tablet deyimlerinin Mezopotamya tarihine ait bir dönemi anlatmış olabileceğine dair tek bir kuşku izi taşıyor bile görünmezler...
Oysa Erdoğan Aydın, ‘bilim’de ‘kuşku’nun yerini O. Hançerlioğlu sözlüklerinden yaptığı bolca aktarmalarda ne de güzel yineleyip duruyordu…
Ama iş, onu gerçekten yaşama uygulamada! Safa Kaçmaz
---- (*1) “Kara kartal kanarya’yı dize getiremedi; Sarı Kanarya Aslan’ı kendi evinde beş kere yere serdi” biçimindeki başlıkları, sadece Türkiye’de futbol kulüplerini ve futbol jargonunu tanıyan bir insan anlamlandırabilir. Mezopotamya kaynaklı dinsel edebiyatı tanımadan, “din” üzerine yazmak, “kara kartal”dan Beşiktaş’ın, Kanarya’dan Fenerbahçe’nin, Aslan’dan GS’ın anlatıldığını bilmeden “hayvanlar alemine ait fıkra” değerlendirmesi gibi bir çıkarımda bulunmaya benzer.
 
***
Erdoğan Aydın, kitabında yaklaşımının ana çerçevesini şöyle anlatıyor:
İrdelememize, "yaratılış" inancı çerçevesinde evrenin oluşumuna ilişkin dinsel tasarımdan başlayabiliriz:


Bilindiği gibi dinsel inanışın "yaratılış" varsayımını ilk defa ve kendi içinde en tutarlı biçimde sistematize eden kitap Tevrat'tır. Sonraki kitapların tümü bu söylenceyi farklı ifadeler ve kısmi değişikliklerle tekrar etmekten başka bir şey yapmış değillerdir. Hele ki, Kur'an'da ifade ediliş biçimi, Tevrat'taki iç tutarlılıktan da yoksun, adeta akılda kalanların, farklı sure yazımlarındaki farklı anımsanmalarının ürünü olarak daha da ilkel ve muğlaktır." (İslamiyet ve Bilim,C 2 s.87)

Bu ifadelerin içinde, bırakalım "sağlam bir cümle" olmasını, "doğru bir kelime" bulmak bile neredeyse olanaksızdır.

Mezopotamya toplumlarının yarattığı dinsel inançları, Mezopotamya toplumlarının varlık ve karşılıklı ilişkilerinden, gerçek yaşanmış tarihlerinden "bağımsız" ele almak, ancak böylesine içerikten yoksun bir yaklaşımla olabilirdi...

"....dinsel inanışın "yaratılış" varsayımını ilk defa ve kendi içinde en tutarlı biçimde sistematize eden kitap Tevrat'tır" biçimindeki bir genel cümle ve bu hatalı genellemeye okuru da "ortak" edebilme kurnazlığıyla "Bilindiği gibi.... " eki koyma, konuya ne kadar derinliksiz yaklaşıldığını göstermektedir.

Yazarın "milat"ının "Tevrat" olduğu çok açıktır.

Yazar, "Tevrat Öncesi"ni kesin bir şekilde bilmiyor ve ele almıyor olduğunu; "gözünü açıp Tevrat görmüş" birisi gibi davrandığını" göstermektedir.

Oysa Tevrat, hiçbir şekilde, "Yaratılış varsayımı"nı "ilk defa" ortaya koyan olmadığı gibi, "ilk defa sistemli olarak" ortaya koyan da değildir.

Yazarın bu noktada kullanabileceği en ileri formül, "6 gün yaratış 7. gün tatil biçiminde olan Tevrat'taki yaratılış..." şeklindeki formül olabilirdi.

Bu ise, onun Mezopotamya toplulukları arasında var olan ve Tevrat'ın oluşmasından binlerce yıl geriye giden Sümer Yaratılışlarını, Enuma Eliş Yaratılışlarını, Ahura Mazda yaratılışlarını hiçbir şekilde bilmediğinin ve ele almadığının açık itirafı olurdu.

Çünkü, farklı "yaratılış" anlatımlarının yer aldığı ve bizim de incelediğimiz Akado-Sammaru tabletlerinde ( daha henüz çözümlenmemiş ne kadar tablet bulunduğu bilinmiyor bile!), Tevrat, İncil ve Kuran'da ( bu arada bu kadar popüler resmiyet kazanmamış ve elimine olmuş başka bazı "kitap"larda) birbirlerinden farklı "yaratılış" versiyonları bulunmakta ve bunların hepsinde de, bir "sistem" olduğu anlaşılmakta idi.

İşin aslına bakarsak, bu "yaratılış" anlatımlarının hiçbirisinin "genel evren, dünya, uzay, kozmonogia" vb. ile ilgileri yoktu; kendi bulundukları coğrafi alanını temel alıyor ve kendi toplum birimlerinin "tarihçesi"ni aktarıyorlardı. Önce "Öküz"ün yaratıldığını varsayan "yaratılış" anlatımı da, en az diğer "yaratılış" anlatımları kadar sistemli bir özelliğe sahipti.

Yazar, Mezopotamya kaynaklı dinlerin "yaratılış" anlatımlarının Mezopotamya toplumlarının "tarih sahnesine çıkış"ları ile ilgili tanımlamalar olduğundan o kadar habersizdir ki, tüm bu anlatımlara "bin yıllar öncesinden gelen cahil insan kanısı" diye ukala bir yanıtla işi toparlayabileceği kuruntusundadır.

Mezopotamya'nın, yazar için bilinmezliklerle dolu "binyıllar öncesi"nin koşulları içinde, o toplulukların gerçek varoluş sorunları, o toplulukların "bilgeleri", "tanrıları", "aksakallıları" tarafından tabletlere kaydettirilmiştir.

O toplumların gerçek sorunları, hiç de, "Gök'ün kaç tabaka olduğu", "uzayın yıldızları" değildi. O topluluk, davar ile, peynir ve fasulye ile, kabak ve mercimek ile, süt ve yağ ile; kimin kiminle evlenmesinin "barışçı anlaşmaya" daha uygun olabileceği ile vb. ilgiliydi.

O topluluklar, Mezopotamya coğrafyasında "akit"ler yapmakla; barışçıl düzen kurmakla; karışık yapıyı ve savaşları; Mezopotamya'yı "Kuzey-Yukarı Mezopotamya" ile "Güney-Aşağı Mezopotamya" arasında ayrıştırarak önleme ile meşguldüler.

Yukarı Mezopotamya'nın Gök, Aşağı Mezopotamya'nın Yer-Dünya olarak kavranması zaman içinde, erken ilahilerin anlamlarının bozulması süreci içinde ortaya çıkmıştır.

Bu bakımdan, aslında Mezopotamya kaynaklı dinlerin "Yaratılış" anlatımı, başlangıçta, şimdi anlaşılan anlamıyla "evren'i, Uzayı, Güneş veya Ay'ı" en küçük şekilde kapsamaz; sadece Mezopotamya coğrafyasının, "Gök topluluğu" ve "Yer-Toprak Topluluğu"nun; Çoban Topluluğu ile Tarım-çiftçi topluluğunun aralarındaki karşılıklı barışçıl düzen kurma çabalarını yansıtır.

Eski Ahit ve-ya Yeni Ahit, hep "alliance", "ittifak", "barışçı antlaşma" ifadeleridir ve bu kitaplarda, bu kitapların peygamberlerinin adım başında tanrılarıyla yaptıkları "ittifak"ın, bozup yeniden kurdukları ittifakların anlatımları yer alır.

Demek ki, bu tür yazarların "cahil insan kafasında", "evrende", "gök yüzünde" aradıkları "Mezopotamya dinleri"nin kökleri, şimdilik arkeolojik veriler üzerinden MÖ. 10. binli yıllarına kadar tanıma olanağı bulabildiğimiz Mezopotamya gerçek topluluklarının varoluş ilişkilerinin bizzat en derinlerindedir!

Yazarın bu gerçeklerden ne kadar uzaklıkta, ne kadar karavana atıcısı, ne kadar gerçekliğe yönelmemiş boş hedeflerle uğraştığı çok açıktır!
 
***
Mezopotamya kaynaklı dinlerden İslam'ı "bilim" ışığında "inceleme"ye soyunmuş yazarımız için Tevrat, o kadar "miladi" bir noktadır ki, ifadesine:
"Sonraki kitapların tümü bu söylenceyi farklı ifadeler ve kısmi değişikliklerle tekrar etmekten başka bir
şey yapmış değillerdir."
diye devam ediyor.

Fakat ne yazık ki, "Tevrat Öncesi"ni gerektiği gibi bilmeyen yazar, "Tevrat Sonrası"nı da, hatta "Tevrat'ın kendisini de" yeterince bilmemektedir.

Eski Ahit'in "yaratılış" anlatımıyla ilgili yazılarımızı okuyanların bildiği gibi, orada, "Yaratılış"ın "ilk defa sistemli" bir şekilde yazıldığı iddiası temelsiz olduğu gibi, "kendi içinde en tutarlı biçimde sistematize eden kitap Tevrat'tır" diyebilmek için de, o kitabı, o kitabın ilk sayfalarını bile okumamış, gerektiği gibi incelememiş olmak gereklidir.

Eski Ahit'in, bırakalım tümünü, sadece "Genesis"ini; "yaratılış"ını, hatta onun ilk 4-5 bölümünü "Dikkatle" okuyanlar, orada "ilk defa sistemli bir yaratılış" anlatımı bulunduğu iddiasının çürük, temeli olmayan, boş bir iddia olduğunu derhal görürler.

Çünkü, orada tanrı(lar) 6 gün-gece boyunca "düzenleme" yapıp, 7. gün "dinlenmeye" çekildiklerinde "iç (ler)i rahat" gibi görünür ve "Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı." diye durum özetlenir ama, bir satır sonra, bir de bakarız ki;
"....yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemişti.
Çünkü RAB Tanrı henüz yeryüzüne yağmur göndermemişti. Toprağı işleyecek insan da yoktu...."
diye yazılıdır...

İşin aslı bilinmese Tanrılar bile bu işe "hayda...!" derler...

Fakat, aslında Eski Ahit'te İKİ FARKLI YARATILIŞ VERSİYONU VARDIR ve bunlar kitabın başında, birbirine adeta "copy-past" ile tutturulmuştur.

Bu iki "yaratılış" anlatımı, farklı iki toplum birimin "varoluş-var ediliş, tarih sahnesine çıkarılma" işlemini anlatmaktadır.

İlkinde yaratılan "Erkek ve Dişi İnsan" ile "otlar ve meyvesi tohumunda bulunan ağaçlar" ile "İkinci yaratılış versiyonunun "yabanıl fidanları","yaban otları" ve "Toprağı işleyecek İnsan"ı kesin olarak "ilk yaratılış versiyonunun bitki ve insanları" değildir!

Mezopotamya "Yaratılış" anlatımlarına, Mezopotamya toplumlarının içinde durarak, onları tanıyarak, onların Çoban ve Çiftçisinin geçmişini bilerek yaklaşmayanlar için, "yaratılış" anlatımlarındaki bu farklılıkları anlamak, keşfetmek, açığa çıkarmak olanaksızdır.

Yazarın konulara yabancılığı, Çin gezisine gidip günlüğüne "birbirinin aynısı olan 1.5 Milyar insan arasında dolaştım..." diye yazan ukala bir Nişantaşı'lının insana yabancılığı düzeyinde isyan ettiricidir!
***
 Anlaşılacağı gibi, "İslamiyet"i "Bilim" ile karşılaştırarak incelediği iddiasında olan Erdoğan Aydın'ı biz, "İslam'ı eleştirdiği" için eleştirmiyoruz.

İslam'ı, İncilleri ve Eski Ahit'i, bilimsel olmayan yöntemlerle, Mezopotamya toplumlarının erken y
apılarını incelemeden ve Mezopotamya tarihinden bağımsız ele almaya kalkıştığı için eleştiriyoruz.

E. Aydın için "İslam"ın "bilimsel" eleştirisi, Kuran'da "Gök" deniyorsa, onu şimdi anladığımız ve kendi deyimiyle "gerçek gök" olarak ele alarak; Kuran'da "Yer" deniyorsa bu deyimi şimdi anladığımız anlamıyla "Dünya" kavramı olarak anlamak temelinde gerçekleştirilmektedir.

Kuran'ın da kullandığı "Yer", "Gök", "Aşağı","Yer altı", "Yukarı", "Işık", "karanlık", "Cennet", "Cehennem", "Şeytan", "İnsan" gibi kavramların Mezopotamya kaynaklı dinsel literatürün en eski tablet kayıtlarından bu yana kullanıldığından yola çıkarak, bu kavramları içeriksel olarak ele almak gerekli idi.

Yazarımızda, en azından 6 bin yıl önceki dinsel (önce sözel, sonra yazılı) ilahilerde karşımıza çıkan bu kavramların, tıpkı yaşayan toplum gibi, süreç içinde anlamlarında dönüşüm olmuş olabileceği yönünde en küçük bir "kuşku" belirtisi bulunmaz. Onun için bütün bu kavramlar şimdiki modern dönem içeriğiyle vardı ve öyle var olmuştu; öyleyse gelsin "cehalet", "fantazi", "masal", "uydurma".... bombardımanı...

Elbette, Eski Ahit'in, İncillerin, Kuran'ın şimdiki yorum türleri, yazılı hale getirilme dönemlerindeki yorum türleri; günümüzde "güncelleştirilme" esnasında kavramların içeriklerinin "mantığa uydurulması" sırasındaki tutumlarda fazlasıyla "cehalet", "uydurma" vb. vardır ama, bilimsel ateistlerin ödevi, dinsel oluşum sürecini incelerken, toplumsal gerçeklere bağlı kalmak; kavramların, ritüellerin geçmiş anlamlarını insanbilim bakımından açığa çıkarmak olmalıdır.

Eğer, "Tevrat"da, "Yaratılış" sırasında:
-Işık, Aydınlık, Karanlık, Gündüz, Gece
- Tatlı su, Tuzlu su
-Gök, Yer
-Ot'lar, tohumu ürününde meyve ağaçları
-Güneş, Ay
-Su ürünleri; büyük deniz canavarları, Gökyüzünde uçan kuşlar
-Toprak sürüngenleri, sığırlar, hayvanlar
-Tanrı suretine benzer erkek-dişi insan...
kavramları kullanılmış ise, tanrılar (eski toplum birimleri) "cahil insan fantazisi"(ne demekse?!) olarak, çok somut, elle tutulur, ot, hayvan, toprak, su, gökyüzü, ay, güneş, ateş vb. den bahsetmişler ise, bunlara anlam vermeye çalışmak gerekli idi.

Bu eski dinsel anlatım tarzını, Kuzey ve Güney Mezopotamya topluluklarının tarih iskeleti üzerine oturtarak ele almalı; bu anlatımların "ot gibi adam"la, gündelik "oğlak", "balık", "boğa" vb. burçları ile; zaman kavramı ile; güneş ve ay özellikli takvimler ile; Çoban ve Çiftçi toplum birimler ile bağları kurulmaya çalışılmalıydı!

O zaman görecektik ki, Kuran, "Yer ve Gök'e isteyerek veya istemeyerek önüme gelin!" diye emir verdiğinde, bunları tıpkı bir insan gibi yürüyüp gelen olgularmış gibi ele aldığında, aslında "Kuzey Mezopotamya" ile "Güney Mezopotamya" toplumlarının bozulmuş anlatım değerine dayanmaktaydı!
 
***
Yazarımız, Kuran'da geçen:
"gökler ve yer yapışık iken onları ayırdığımızı .... bilmezler mi?" (enbiya 30)


cümlesi üzerine, bu ifadedeki "yer"i, Dünya olarak, "Gök"ü de "gerçek gök!" olarak ele alma temelinde, bunun nasıl bilimdışı olduğu üzerine sayfalarca bıktırıcı yinelemede bulunmaktadır.

E.Aydın'ın bütün bu eleştirileri, eğer "Yer" ile "Yer=Dünya", "Gök" ile "Gök" anlatılmış ise "Yer'den Gök'e kadar..." doğru olurdu!

Gelgelelim,yazarımız, sanki bu kavram sadece Kuran'da varmış gibi davranmakta, bu ifadeler ile Akado-Sammaru ilahileri, Enuma Eliş ile en küçük bir bağ kurmamakta; "Yer'den Gök'ü ayırma" kalıpsal kavramının 5000 yıllık yazılı kayıtlarından tamamen habersiz veryansın etmektedir!

"Enlil, Sümer ülkesinin tohumunun topraktan çıkması için, yer'den göğ'ü ayırmak için, yer'den göğ'ü ayırmaya karar verdi."

"Bey, gerekli olanları meydana getirmek için,
Kararları değişmeyen bey,
Yerden "ülke"nin tohumunu çıkaran Enlil,
Yerden göğü ayırmayı planladı,
Gökten yeri ayırmayı planladı"
("Davar ve Tahıl" başlığı atılan ilahiden...) (S.N.Kramer, TSB s.68)

"Gök, yerden ayrıldıktan sonra
Yer, gökten ayrıldıktan sonra
İnsanın adı konduktan sonra
An, göğü alıp götürdükten sonra
Enlil, yeri alıp götürdükten sonra... "
(S.N.Kramer, TSB s.68)

Erdoğan Aydın'ın Kuran dışında bir yerde görmemiş olduğu bu kalıpsal kavram, belki de, bütün Mezopotamya tabletlerinin en temel kalıbı idi ve onlar için bir olayın anlatımında "Yer ile Gök'ün birbirinden ayrılması" gerçek bir "milat" olarak ele alınıyordu.

Fakat onların anlatımında, "Gök'ten Yer ayrılmadan ,Yer Gök'ten ayrılmadan" ÖNCE bir dönem vardı ve zaten bu "kaos" dönemine Enlil, son vermek istemişti:
"Enlil,
Yer'den Göğ'ü ayırmayı planladı,
Gök'ten Yer'i ayırmayı planladı"

Yani, Mezopotamya'da, "Yer ile Gök"ler birbirinden ayrılmadan önce de yaşam vardı; tanrılar ve tanrıçalar vardı; ve "kaos" ortamı vardı!

İşte, yaklaşık MÖ. 6 binli yıllarda, "Yukarı Mezopotamya" ile "Aşağı Mezopotamya" toplulukları birbirlerinden kesin ve kalın çizgilerle ayrıştırılarak yeni bir düzen kurulmuştur!

Kuzey (Yukarı=Gök) toplulukları Tanrısal çobanlar ise
Güney (Aşağı=Toprak) Toplulukları da insan-kul olarak ayrıştırıldı.

Birinin sembol rengi AK ise, onun tapınması GÜNDÜZ İDİ; güneş ile bağlantılı idi.

Biri "sağ" yönü temsil ediyor ise, öteki sol yönü temsil ediyor idi.
Birisi Güneşe, Gündüze bağlı ise, öteki ay ve geceye bağlı idi.

Birisi tahıl ve bitki üreticisi olmakla yükümlendirilmiş ise, öteki hayvan, et, süt, peynir, yağ ile yükümlendirilmişti!

Karşılıklı olarak bu yandaki "insan" ise, öteki Tanrı, cin,şeytan,canavar;
Bu yandaki "insan tanrı" ise, öte yandaki "tahıl", "ot", "bitki" veya "yılan, öküz,köpek,eşek, oğlak,davar" vb. idi.

Mezopotamya'daki bu "düşman kardeşlik" sisteminin köklerinin nasıl derinlemesine atılmış olduğunu; Gök(ler) ile Yer'in birbirlerine nasıl düşman kılınarak düzen sağlanmış olduğunu, hala anlayamamış olanlar, şu andaki Irak'ın "yukarısı" ile "aşağısı"na baksınlar, umalım anlarlar!
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder