21 Mart 2016 Pazartesi

'Kutsal Sinek'- Baal Zebub - Bel Zevuv

“Sinek” kavramına Tufan ve hatta daha önceki döneme ilişkin anlatımlarda da rastlamış ve bu ifadenin ‘cinsel ilişki’, ‘erkek penisi’, kutsal aşk evlerinde bulunan bir görevliye ait gibi göründüğüne ilişkin bilgiler vermiştik...
.....
 Bayan Muazzez İlmiye Çığ, İnanna’nın Dummuzi’yi aramasını, tiyatro sahnesine uyarlı eserinde, şöyle anlatıyordu:
[[“O sırada sahneye sinek kıyafetinde biri girer ve etrafında dönerek İnanna'ya:
Sinek:

‘Dumuzi'nin yerini söylersem,

 Bana ne verirsin?’
İnanna:

”Eğer onun yerini söylersen

 Birahaneye koyacağım seni,

 Bilge kişiler arasına sokacağım seni.

 Ozan şarkıları içinde yaşatacağım seni.”
Sinek:
“Gözlerini kaldır,

 Kırlara bak.

 Dumuzi'yi orada bulacaksın.”

İnanna, Geştinanna ve annesiyle o tarafa doğru yürürken sahne değişir. Dumuzi, bir köşeye büzülmüş ağlamaktadır. Onları görünce heyecanla fırlar, ikisinin ellerini yakalar.

İnanna:

 Artık üzülme o kadar,

 Kız kardeşin yalvardı Tanrılara,

 Yarım yıl sen gideceksin yeraltına.

 O gidince yarım yıl,

 Sen özgür olacaksın.

 Yine bana kavuşacaksın.”

(httpa//
mezopotamya.tripod.com/inannaninbaski.html:::http://mezopotamya.tripod.com/inannanin_aski.html)]]

Bayan Çığ, tercüme ettiği tabletleri yeterince doğru algılayabilmiş olsa, “birahane”nin, burada ne işi olabileceğini “bilge kişi” ve “ozan”ların orada ne aradığını; “sinek”in neden böyle bir "birahane"de bulunma hakkı elde edebileceği gibi noktalar üzerinde yoğunlaşabilirdi. Çünkü bu “birahane” Sümer adı verilen toplumun tarihinde sadece ilahilerde veya “Sümer kıraliyet listesi”nde, bir ‘kıraliyet dönemi’ olarak, yer almakla kalmayan, eski yazılı yasalarda kutsal fahişe tapınak görevlilerinin açıp kapayabileceği veya oraya girip giremeyeceği üzerine hükümlere konu olmuş bir kutsal alan, bir aşk evi tanımı, Bar, Pavyon, Han veya Genelev'in bir parçası idi ve giderek tapınaklardan ayrılarak, basbayağı genelev haline dönüşecek olan bir aşk kurumunu anlatıyor olmalıydı. Doğal olarak burada "saki"ler kadar, teşrifatçı pezevenkler de bulunuyordu.

Ehli Beyt dergâhında, “mumu yakma ve söndürme”, “ocak ateşini yakma ve söndürme”, “hayat suyu, aşk suyunu, hazırlama ve dağıtma”, nasıl özel ve kutsal görevlilerce yerine getirilebilecek görevler ise, anlaşılıyor ki, o toplumların yapısında daha sonra “sinek” kavramı ile ifade edilen özel bir görevli-kurum bulunuyordu ve bu kurum-şahıs ‘birahane’nin bir görevlisi idi.

“6 aylık” devri iktidar, erken ittifak rotasyonel yönetim düzeni içinde giderek “yaz-kış”, “ilkyaz-son yaz” şenlikleri biçiminde kutlanacak olan bir ittifak şenliğine bağlıdır. Bütün bu tür eski şenlikler, iç ve dış ittifak edimleri oldukları için, cinsel ilişki temeline de otururlar. Dummuzi’lerden birinin ölümü, Dummuzi’lerden ötekinin iktidara çıkma şenliği, bu bakımdan hem ‘yeraltına iniş’,ve hem de ‘gökyüzüne çıkış’ şenliğidir ve özel olarak da kutsal çiftleşme törenleridir.

Burada bir topluluk kendi Dummuzi’sine üzülür ağlarsa, öteki topluluk kendi Dummuzi’sine sevinir... Ama ortada süren bir ittifak olduğu için daima karşılıklı cinsel ilişki teması da işlenir. Ya dönemsel cinsel ilişki (ve yiyecek) yasağı, ya da cinsel ilişki kurma ve ziyafetler. Bu iki özellik anlatıcımızın durumuna göre öne çıkar.

En eski bayram (veya öte yönüyle yas) türlerinden birisi olan “Tufan” anlatımlarında da ‘sinek’ deyimiyle karşılaşmıştık. Bu durum,“sinek”in cinsel ilişki, bayram türü toplantıların vazgeçilmezleri arasında bulunduğunu da gösteriyor. Eski Tufan anlatımlarında da Tanrılar sunuların üzerine ‘sinekler gibi üşüşmüşlerdi...

O döneme ait karşılıklı aşk edimi içeren anlatımlarda “sinek” kavramı,’sinek’li benzetmelerin yapılıyor olması, bildiğimiz sineğin yemeklere üşüşme özelliğinden ötürü olmasa gerekti.

Erken dönem ilk ‘kutsal çiftleşme evleri’ne ait bir örnek gibi görünen ve Bay Kramer’de ‘ilk akvaryum’ olarak yorumlanan, öteki uzmanlarımızda ise ‘kabare’(gece kulübü) vb. olarak rastladığımız, ‘ilk genelev’ tanıtımına ait bir ilahide de ‘sinek’imize rastlamıştık:

"(Aşk ) Evinde hiçbir sinek içki yerine saldıramaz,
(Aşk) Evin(in) girişine (eşiğine) beğenmeyen (?uygun olmayan) ayak basamaz"

Burada söz konusu olanın kişiler olduğu, kişiler ile ilgili bir sıralama yapıldığı anlaşılıyordu.

Bunlar bildiğimiz sinek’ler değil, cinsel ilişki alanının bir çeşit teşrifatçıları, hediye alıcıları gibi olmalıydı.

Bu ‘sinek’in, eğer günümüzdeki karşılığı aranacaksa, bildiğimiz sinekte değil, daha çok ‘pezevenk’ kavramında aranması gerektiğini gösteren işaretler var.

Araplar arasında hala kullanılan ‘sinek’ kavramı, zob,(zov ) kelimesi ‘sinek’i anlattığı gibi, ‘büyük erkek cinsel organı’nı da anlatan bir kelimedir. Araplarla ortak dil ailesine mensup günümüz Musevilerinde de, ‘zwuvve’ kelimesi benzer anlamda kullanılmaktadır.

Türkçede kullandığımız, Ermeniceden gelme olduğu düşünülen “Pezevenk” kavramının etimolojisini tam bilmiyorum ama bu kavram ile “zwuvve” koku arasında etimolojik ilişki uzak görünmüyor

“Pezevenk” in ortak dil kökenine sahip Azeri ve Kırgız dillerinde, yol gösterici, güçlü kuvvetli teşrifatçı, kabul edici, yer sahibi gibi anlamları olduğuna dair açıklamalar da var.

Öte yandan, bu ilahilerde kullanılan ‘sinek’ kavramının erkek cinsel organı ile bir bağlantısının da bulunması, islamda iyi ve kötü kanatlı, hastalık ve şifa kanatlı olarak yorumlanması, bizi daha erken dönemlere gitmeye zorlar.

“İyi ve kötü”nun birlik oluşturduğu an, asıl olarak iki toplum birimin resmi ittifak içine girdiği andır. Birlik ittifakı zıtların birliğidir çünkü.

Kutsal aşk evinde durmadan karşımıza çıkan bu ‘sinek’lerin, başlangıçta, ‘büyük penis’, ‘kesilmemiş penis’ ‘üretken bey’i adlandırıyor olması da mümkün görünüyor. Dummuzi’yi ‘ilk büyük oğul’ olarak ele alırsak, onun ilk hali Sümer adı verilen topluluk erken ilahilerinde çocuk sahibi olamayan bir özellik gösterir ki, bu da bize tenasül aleti kesilmiş, ana tanrıçaya adanmış olan, baba’nın ilk erkek evladın tanımlamasını vermektedir.

Orada karşılaştığımız ‘sinek’, Dummuzi’nin ‘üretkenlik’, ‘büyük penis’ olma dönemine ait olmalıdır ki, tarihsel olarak ilk aşk evinin gelişmesi içinde hiyerarşik bir düzen oluşturmuş olması gerektiği çıkarsamasına uygun düşüyor.
 
 
Sayın M.İ.Çığ'ın tiyatro oyununa çevirmeyi yeğlediği bu ilahi anlatımında "sinek"in ne anlama geldiği üzerine düşünülmediği gibi,onun "kutsal sinek" olarak adlandırılmasının ("la mouche sainte ") üzerinde de durulmamıştır.
 
 
4
 
 
 
"Köpek", "bataklık", "yengeç", "kurbağa", "sinek", "kır" gibi kavramlara eski ilahilerde, eski totem kavramlarında, Avesta'da da rastlıyoruz.

"Sinek kıyafetinde biri"nden değil, bir "sinek"ten, "kutsal Sinek"ten bahsedilmesi gerekli idi.

Bu "Kutsal Sinek"in "Birahane"ye, "Birahanedeki Bilge Kişiler arasına" sokulmasının anlamları sorgulanmalı idi.

M.İ.Çığ, bu tür eski toplum değerlerine çok yüzeysel yaklaşmakta; "Birahane"den, şimdiki "The Beer Boutique"i, "sinek"ten "sinek"i anlayan bir yaklaşımda bulunmaktadır.
***
Bu ‘sinek’in, eğer günümüzdeki karşılığı aranacaksa, bildiğimiz sinekte değil, daha çok ‘pezevenk’ kavramında aranması gerektiğini gösteren işaretler var.

Araplar arasında hala kullanılan ‘sinek’ kavramı, zob,(zov ) kelimesi ‘sinek’i anlattığı gibi,
‘büyük erkek cinsel organı’nı da anlatan bir kelimedir. Araplarla ortak dil ailesine mensup günümüz Musevilerinde de, ‘zwuvve’ kelimesi benzer anlamda kullanılmaktadır.

Türkçede kullandığımız, Ermeniceden gelme olduğu düşünülen “Pezevenk” kavramının etimolojisini tam bilmiyorum ama bu kavram ile “zwuvve” koku arasında etimolojik ilişki uzak görünmüyor

“Pezevenk” in ortak dil kökenine sahip Azeri ve Kırgız dillerinde, yol gösterici, güçlü kuvvetli teşrifatçı, kabul edici, yer sahibi gibi anlamları olduğuna dair açıklamalar da var.

 
RAB Kral Ahazya'yı Cezalandırıyor

1 İsrail Kralı Ahav'ın ölümünden sonra Moavlılar İsrail'e karşı ayaklandı.

2 İsrail Kralı Ahazya Samiriye'de yaşadığı sarayın üst katındaki kafesli pencereden düşüp yaralandı. Habercilerine, "Gidin, Ekron ilahı Baal-Zevuv'a danışın, yaralarımın iyileşip iyileşmeyeceğini öğrenin" dedi.

3 Ama RAB'bin meleği, Tişbeli İlyas'a şöyle dedi: "Kalk, Samiriye Kralı'nın habercilerini karşıla ve onlara de ki, 'İsrail'de Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baal-Zevuv'a danışmaya gidiyorsunuz?

4 Kralınıza deyin ki, RAB, 'Yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin!' diyor.'" Böylece İlyas oradan ayrıldı.

5 Haberciler kralın yanına döndüler. Kral, "Neden geri döndünüz?" diye sordu.

6 Şöyle karşılık verdiler: "Yolda bir adamla karşılaştık. Bize dedi ki, 'Gidin, sizi gönderen krala RAB şöyle diyor deyin: İsrail'de Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baal-Zevuv'a danışmak için haberciler gönderdin? Bu yüzden yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin!' "

7 Kral, "Sizi karşılayıp bu sözleri söyleyen nasıl bir adamdı?" diye sordu.

8 "Üzerinde tüylü bir giysi, belinde deri bir kuşak vardı" diye yanıtladılar. Kral, "O Tişbeli İlyas'tır" dedi.

9 Sonra bir komutanla birlikte elli adamını İlyas'a gönderdi. Komutan tepenin üstünde oturan İlyas'ın yanına çıkıp ona, "Ey Tanrı adamı, kral aşağı inmeni istiyor" dedi.

10 İlyas, "Eğer ben Tanrı adamıysam, şimdi göklerden ateş yağacak ve seninle birlikte elli adamını yok edecek!" diye karşılık verdi. O anda göklerden ateş yağdı, komutanla birlikte elli adamını yakıp yok etti.

11 Bunun üzerine kral, İlyas'a başka bir komutanla birlikte elli adam daha gönderdi. Komutan İlyas'a, "Ey Tanrı adamı, kral hemen aşağı inmeni istiyor!" dedi.

12 İlyas, "Eğer ben Tanrı adamıysam, göklerden ateş yağacak ve seninle birlikte elli adamını yok edecek!" diye karşılık verdi. O anda göklerden ateş yağdı, komutanla birlikte elli adamını yakıp yok etti.

13 Kral üçüncü kez bir komutanla elli adam gönderdi. Üçüncü komutan çıkıp İlyas'ın önünde diz çöktü ve ona şöyle yalvardı: "Ey Tanrı adamı, lütfen bana ve adamlarıma acı, canımızı bağışla!

14 Göklerden yağan ateş daha önce gelen iki komutanla ellişer adamını yakıp yok etti, ama lütfen bana acı."

15 RAB'bin meleği, İlyas'a, "Onunla birlikte aşağı in, korkma" dedi. İlyas kalkıp komutanla birlikte kralın yanına gitti

16 ve ona şöyle dedi: "RAB diyor ki, 'İsrail'de danışacak Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baal-Zevuv'a danışmak için haberciler gönderdin? Bu yüzden yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin!' "

17 RAB'bin İlyas aracılığıyla söylediği gibi Kral Ahazya öldü. Oğlu olmadığı için yerine kardeşi Yoram geçti. Bu olay Yahuda Kralı Yehoşafat oğlu Yehoram'ın krallığının ikinci yılında oldu.

18 Ahazya'nın krallığı dönemindeki öteki olaylar ve yaptıkları İsrail krallarının tarihinde yazılıdır.
 
 
Ekron yerleşiminde tapılan Baalzebub'un "Sinek Tanrısı" olması, ve yaralanan bir İsrail kralının onlardan "şifa" umuyor olması, "sinek"lerin "kutsal şifa dağıtıcısı" olmalarıyla ilgiliydi;doğal olarak "sinek" bilinen sinek değildir; bunlar "hadım edilmiş", "erkeklik organı" kesilmiş, eğitilmiş tapınak erbabı , tanrıya adanmış bir kesim olmalıydı.
 
***
Atsineği Felaketi

20 RAB Musa'ya şöyle dedi: "Sabah erkenden kalk, Firavun ırmağa inerken onu karşıla ve şöyle de: 'RAB diyor ki, halkımı salıver, bana tapsınlar.


21 Halkımı salıvermezsen senin, görevlilerinin, halkının, evlerinin üzerine atsineği yağdıracağım. Mısırlılar'ın evleri ve üzerinde yaşadıkları topraklar atsinekleriyle dolup taşacak.

22 "'Ama o gün halkımın yaşadığı Goşen bölgesinde farklı davranacağım. Orada atsineği olmayacak. Böylece bileceksin ki, bu ülkede RAB benim.

23 Kendi halkımla senin halkın arasına fark koyacağım. Yarın bu belirti gerçekleşecek.'"

24 RAB dediğini yaptı. Firavun'un sarayına, görevlilerinin evlerine sürü sürü atsineği gönderdi. Mısır atsineği yüzünden baştan sona harap oldu.

25 Firavun Musa'yla Harun'u çağırtıp, "Gidin, bu ülkede Tanrınız'a kurban kesin" dedi.

26 Musa, "Bu doğru olmaz" diye karşılık verdi, "Çünkü Mısırlılar Tanrımız RAB'be kurban kesmeyi iğrenç sayıyorlar. İğrenç saydıkları bu şeyi gözlerinin önünde yaparsak bizi taşlamazlar mı?

27 Tanrımız RAB'be kurban kesmek için, bize buyurduğu gibi üç gün çölde yol almalıyız."

28 Firavun, "Çölde Tanrınız RAB'be kurban kesmeniz için sizi salıveriyorum" dedi, "Yalnız çok uzağa gitmeyeceksiniz. Şimdi benim için dua edin."

29 Musa, "Yarın atsineklerini Firavun'un, görevlilerinin, halkının üzerinden uzaklaştırsın diye, yanından ayrılır ayrılmaz RAB'be dua edeceğim" dedi, "Yalnız Firavun RAB'be kurban kesmek için halkın gitmesini önleyerek bizi yine aldatmamalı."

30 Musa Firavun'un yanından çıkıp RAB'be dua etti.

31 RAB Musa'nın isteğini yerine getirdi; Firavun'un, görevlilerinin, halkının üzerinden atsineklerini uzaklaştırdı. Tek sinek kalmadı.

32 Öyleyken, Firavun bir kez daha inatçılık etti ve halkı salıvermedi.
 
 
Ekron'un diğer adı olan "Miqne", "Muqanna" kavramları ile "sinek" arasında da etimolojik bağlantılar olup olmadığı incelenmelidir.
 

 
 
 
Eski Ahit'te, "Mısır Firavunlarına karşı Sineklerin saldırısı"ndan bahsedilirken, herhalde, hayvan sineklerden çok, Mısır'a pek uzak olmayan ve "Sineklerin tanrısı"na tapılan Ekron türü yerleşimlerin insanlarının saldırıları kast ediliyor olmalıydı.
 
 
Bu "tarımcı" yonca işaretinin "sinek" kavramı ile neden ifade edildiği de düşünülmüş değildir...

 
Eski ilahilerde de kullanılan "Sinek" kavramı üzerine yaptığımız araştırmalar, bu kavramın "düşmanca saldırgan", "hızla saldıran", "uçarcasına saldıran" askeri bir yapıya ilişkin olduğunu gösteriyordu.

Bu konuyu, "Dominus Muscarum" tanımıyla çözümleyebildik.
***
Bir askeri yapı olarak "sinekler" , başlangıcından itibaren, en azından katılımcı veya oluşturucuları bakımından, değişiklikler göstermiş olmalıdır.

Tufan sırasındaki "sinekler", Avesta'nın "kör sinekleri", Sümer-Akkad ilahilerinin "teşrifatçı" sinekleri farklı yapılarda görünmekteydiler.
 
 
Fransız askeri kolu olan "Mousquetaires"ler kavramının etimolojisinde "sinek+uçmak" la ilgili anlamlar bulmak mümkün.

«Muscarum» (mouches) ile musketeers aynı anlam çizgisinde yer alıyorlar.

"Sinek" kavramı, saldırgan sinekler, eski dini yapıtlardan süzülüp gelerek, modern dünyanın askeri yapısında da yerlerini almış görünüyorlar.

 
Biz, İlhan Arsel'in, Turan Dursun'un, Voltaire'lerin, kaba ateistlerin, bayağı hayvan sinek olarak algıladığı "sinek'te kudsiyet" arayan İslam'ı eleştirmesine karşı değiliz.

"Çünkü sineğin iki kanadının birisinde hastalık, birisinde de şifâ vardır" diyen İslam elbette "sinek"i "hayvan sinek" olarak ele aldığı için eleştirilir.

Fakat bu noktada kalmamak gerekirdi....

 Çünkü, bu "kutsal sinek" kavramına, Sümer-Akkad ilahilerinde, Avesta'da, Eski Ahit'te vb. hep rastlıyoruz.

Bilimsel ateizm, Musa'nın, İsa'nın, Muhammed'in bile bilemeyeceği eski belgeleri ortaya çıkarıp inceleme olanağını kullandığı için "bilimsel ateizm"dir.

İ.Arsel, T.Dursun, S.Tanilli gibi yazarlarımızı eksik yaklaşımlarından ötürü eleştirmez isek, ortalığı E.Aydın veya A.Erdoğan gibilere bırakmış oluruz.

Onlar da, eski yüzyılların argümanlarını güya tazeleyerek "ateizm" diye satmaya kalkışır. Olan, bilime,enerjiye ve ateizm mücadelesi yürütmek isteyen genç nesillere olur...
 
 

 

 
                        Krallara hizmet edecek "İğdiş"lerin varlığı eskiye dayanıyor.

***
"İğdiş”liğin kaynağında, ilgili kişinin, kadınlarla cinsel ilişki kurmasını ve daha sonraki dönem bakımından ise, çocuk yapmasını engelleme gerekçesi bulunmaktadır. Eski toplum, 'ilk oğul’un, yani Dumu, Maru, Âdem’in ilk hallerinin toplumsal aidiyet konusunu çözemediği bir tarihsel anda, bu sorunu, aidiyet ve dolayısıyla kadınlarla cinsel ilişki kurma aracı ve doğurganlığın kaynağı olan tenasül aletini kesmekte bulmuş görünüyor. Görünüşe göre, sertçe bir çözüm!

Ama eski topluma, 6 bin yıl kadar öncenin eski toplumunun çözüm biçimlerine uygun. Üstelik o dönem bakımından, son derece uygarca da! Çünkü bu oğul, daha önce, doğrudan kurban edilen bir oğuldu. Kurban etmek yerine, sadece 'cinsiyetsiz' hale getirmek, kadınlarla cinsel ilişki kapasitesini yok etmekle yetinmek ; 'üretici olmayan bey' haline getirmek, eski toplum bakımından büyük bir uygarlık adımıydı da... Bu oğul’a "yaşayan oğul", "yaşayan bey" gibi nitelikler atfedilmesi, onun önceki dönemde kurban edilen olmasına bağlı olmalıydı. Eski tabletlerin “Yaşayan”, “Canlı”, “Gerçek” gibi nitelemelere, sonraki Nasıralı İsa ile ilgili olarak, bazı İncillerde de rastlanmaktadır.

Burada 'kadınlarla cinsel ilişki' sözcüğünü vurguluyoruz. Bu demektir ki, ilgili kişiler, erkeklerle cinsel ilişki kurabilirlerdi. Bu nokta, yani Ninmah'ın 'cinsiyetsiz' olarak yarattıkları ile erkekler arasındaki cinsel ilişki, eski toplumda, çok yaygın ve kutsal bir ödev haliyle kullanılmış görünüyor.

 
 


 
 

 
 
 SELÇUKLULAR DEVRİNDE İĞDİŞLİK VE KURUMU
(özet)


BELLETEN
TTK Basımevi-Ankara
Aralık 1996
Cilt. LX sayı: 229
Sayfa: 682/693

TUNCER BAYKARA

Selçuklu tarihiyle biraz meşgul olanlar, "iğdiş”ler hakkında muhakkak bir şeyler okumuştur. Bilinenlerin bir kısmı, kaynaklardaki müphem bilgiler­den, önemli bir kısmı da sözlüklerden veya bazı araştırıcı ve meraklıların konu ile yazdıklarından gelir. "İğdiş”in Türkiye Türkçesi'nde halen de kullanılan bir anlamı, ayrıca bizleri etkiler.

Selçuklu şehirlerinde ve bu arada Konya şehrinde, belirli bir ticari dü­zenin olduğu muhakkaktır. Bu ticari düzenin bir neticesi de kendisine mah­sus bir teşkilatın olmasıdır. Bu teşkilatın, günümüz Türkçesi'nde kullanma eşyası üretenlere denen "Esnaf' adıyla da ilgisi vardır. Bu esnaf içinde, üreti­ciler ve satıcılar olarak iki zümreyi ayırt edebiliriz. Bu iki zümre arasında, var olduğu muhakkak olan belirli bir ilişkiyi yeterince bilemiyorsak da, bu ikili özelliğe öncelikle dikkat edebiliriz. Satış döneminin önce, buna karşılık imal ve üreticilerin daha geç devirde etkin olmuş olabilecekleri ilk akla gelen husustur. Bu iki dönemi, iğdişlik ve ahilik devirleri olarak da ayırma dene­mesi yapmış idik(1).
(…)

Bu konuyla ilgili kavramlardan birisi "iğdiş" olarak görünmektedir. İğdiş, sadece Konya'da değil, öteki Selçuklu çağı şehirlerinde de ekonomik hayatla ilgili bir kavram olarak dikkati çek­mektedir. Buna dair, Fuat Köprülü basta olmak üzere eski araştırıcıların fi­kirlerini kısaca özetlemek gerekir. Nitekim bugün bizim "iğdiş" diye kabul ettiğimiz kelimeye dair merhum Fuad Köprülü'nün de bir görüşü vardır (5).

İğdiş kelimesine dair yakın zamana kadar bilinenler, daha çok I.H. Uzunçarşılı etkisinde oluşmuştur. Çünkü O, iğdişleri askeri teşkilatın içinde saymakta idi (6). İğdiş’in bilinen "kısırlaştırılmış" anlamı yanında sözlüklerde melez insana, annesi veya babası farklı olanlara dendiği de belirtilir. Uzunçarşılı, İbn Bibi'nin kayıtlarını naklettikten sonra "bu kayıtlardan İğdiş başının devşirme veya muhtelif(t) bir kuvvetin kumandanı olması muhte­meldir" diyor ve ilave ediyor. "Kayseri'nin sukutuna sebep olan İğdiş-başı Hajük-oğlu'nun mühtedi bir Ermeni olduğu anlaşılıyor". Oysa, aşağıdaki söz­lerimizden sonra, ayni iğdiş-başının kendisini Moğollara daha yakın sayan, iç Asya' dan yeni gelmiş birisi olabileceği de akla gelebilirdi.

Selçuklu devrinin seçkin tarihçilerinden Osman Turan ve Faruk Sümer'in iğdişler hakkındaki görüşleri de önemlidir. O. Turan’ın yazdıkları da söyle hulasa edilebilir: "Selçuk devrinde İslamlaştırılan bir askeri sınıf... İğdiş (iktis)ler olup, bunların şehirlerde nizamin korunmasında kullanılan ve Hıristiyan çocuklardan teşekkül eden askeri bir sınıf olduğu anlaşılıyor" (7). Görülüyor ki burada O. Turan da Uzunçarşılı'dan etkilenmiştir. O da Ibn Bibi, Eflaki ve öteki kayıtları sıraladıktan sonra anne ve babasından birisi Türk olmayan insanlara dendiğini vurgulamaktadır. Bununla birlikte Yazıcıoğlu'nun bu kelimenin manasını anlayamadığından metinden çıkardığını söylemesi ise (8) bize kalırsa, daha değişik bir gerçeği göstermektedir. Yazıcıoğlu devrinde, artık herkesçe bilinen terim manası belirsiz kaldığından olsa gerek, kavramı aynen vermek yerine, manasını vermeyi tercih etmiştir: "şehir ayanından biri"(9).
Osman Turan'dan öğrendiğimiz en önemli gerçek, İğdiş ünvanlı bir kişiye, Artuklu Devleti içinde de tesadüf etmemizdir. Bu ise, aşağıdaki sözünü edeceğimiz özelliklere daha uygun düşmektedir.

İğdiş ler hakkında en son ve mükemmel sayılabilecek bir araştırma, rahmetli Faruk Sümer'indir (10) . Faruk Sümer, bu makalesinde, bilinenleri ye­niden gözden geçirerek, askeri bir zümre olmak özelliklerinin asla söz ko­nusu olamayacağını kesinlikle ortaya koymaktadır. Hatta vaktiyle bu düşüncede olduğu halde, şu andaki kaynaklar ışığında, böyle bir durumun gerçek olamayacağını belirtmektedir. Fakat o da melez, yani karışık ırktan olma özelliklerine daha çok önem vermektedir. Zaten C. Cahen ve S. Vryonis Jr. da bu özellikleri etkindir (11). Mahalle ve şehir önderleri olduklarına dair rah­metli M. Akdağ'ın düşüncesine ise, biraz fazla peşin-hükümle karşı çıkmaktadır. Oysa bilinen kaynaklar bu özelliklerinin daha da önem kazandığını açıkça göstermektedir.
 
***
 
Sümer kısaca, iğdişlerin "XII ve XIII. yüzyıllarda bil­hassa büyük şehirlerdeki maliye memurlarına dendiğini" belirtiyor. Onların başlıca işi, "şehirlerdeki mali işlerle meşgul olmak, vergi toplamak" idi. Sümer, bu gerçeği," takrir-i Emir-i iğdişan"ı aynen verip tercüme ederek açıkça göstermiştir.
Bununla birlikte eski bilginlerin yazdıklarını unutup kaynakları yeniden dikkatlice gözden geçirirsek, bazı tespitler yapabiliyoruz. Çünkü bir kısım kaynaklanmaz, Selçuklu devrinde şehirlerin önde gelen kişilerine iğdiş dendiğini, hatta şehirlerde ticari hayati İğdiş-başı'nın murakabe ettiğini be­lirtir (12) . Bu sonuncu terim, mesela İbn Bibi’de (13) aynen Türkçesiyle geçtiğin­den, Türkçe asıllı olması gerektiği de söylenebilir. Kaynaklar bu kavramı başka şekle sokarken bile, bu görevin bir "emaret" yani "beylik" olduğunu belirtilerek zikrediyorlar: "Emir ül-egadise" gibi (14).

Kaynaklar gerek Konya şehrinde gerekse diğer Selçuklu şehirlerinde birçok iğdiş başının ismini vermektedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1. "Emir-i igdişan Hacı İbrahim bin Ebu Bekir": Konya
2. Hürrem-sah, "iğdiş-başı-i Sivas":
3. Hüsam, "Hajuk-oğlu lakaplı", "iğdiş-başı-i sehr" (-i Kayseri);
4. Muin, Malatya’nın "iğdiş-başı"sı:
5. Fahredin, "Emir ül-Egadise": 1277 yıllarında Konya
6. Semseddin , (Hoyi'de adı belirtilmeyen, takrir sahibi Emir-i igdişan) .
7. Hass Beg, Said oğlu; mart 1343 tarihinde 'maktulen ölmüştür' (Konyalı, Aksaray, II, 1549.)

Bunlara XV. yüzyıla ait Larende'den bir ismi de ekleyebiliriz: Ancak bu­nun değişik bir dönemde ve şartlarda zikredildiğine dikkat edilmelidir: (IH. Uzunçarşılı, Belleten, 1,1937).

Bütün bu isimlerin neticesinde şu gerçekleri tesbit edebiliriz:

a. "iğdiş-başı"lardan isimleri bilinenler arasında, Kayserili Hajuk oğlu Hüsam'dan başka gayrimüslim kökenli olabilecek kimse yoktur.

B. İğdiş ler, şehrin genelde eşraf ve ayanı sayılmakta idiler (15) ve dolayısıyla oturdukları mahallenin de eşrafıdırlar. Bu özellikleri sebebiyle, şehirlerde halk temsilcileri olarak düşünülmeleri olağandır (16) . Gerektiğinde şehzadeler veya eski Sultanlar onların evinde misafir edilebilmektedir (17) . Zaten iğdiş, Mevlana’nın şiirlerinde de köylünün zıddı olarak dükkân sahibi şehirli ve zengin kişi anlamında geçmektedir (18).
C. iğdişler, hemen her Selçuklu şehrinde mevcut idiler. Konya, Sivas, Kayseri, Aksaray, Larende, Eregli ve İskilip, kendilerinde iğdiş ve iğdiş -başı olduğunu kesinlikle bildiğimiz şehirlerdir.
Şehirlerde, iğdişlerin bası demek olan iğdiş -başı, devlet görevlilerinin dışında, o şehir halkını temsil eden en yüksek görevli, yani bir tür Belediye Başkanı olarak düşünülebilir. İgdiş-başı'nın özellikle' ticaretle çok yakın ilgisi olup, şehre gelip giden tüccarlarla da yakından ilgilenmektedir (19). Ayrıca o bir nevi de Belediye Başkanı olarak şehri en iyi bilen olduğundan, Merkezi
İdarenin o şehirden istediği verginin halktan adilane bir şekilde toplanma­sını da sağlamaktadır (2O). Hatta bir tehlike vukuunda, şehir halkının silahlana­rak düşmana karşı direnmesinde etkili olmaktadır.
İğdişlik Teşkilatı: Konya ve ona bağlı olarak Türk şehir hayatında önemli bir yer tutmuş olması gereken iğdişliğin bir teşkilatı da olmalıdır. Ancak bundan önce; bu kelime ile ilgili olarak biraz bilgi vermek gerekiyor. Kelimenin etimolojisi ile ilgili tetkikler, "iğdiş”in genellikle melez insanlara dendiğini işaret ediyor (25). Bu arada, eskiden de, "iğdiş”in bilinen anlamının, kaynaklardaki durumla uyuşmadığını gören bazı araştırıcılar başka teklif­lerde de bulunmuşlardır. Mesela (-Arapça-.. .) imlasının, "İgdiş" diye değil, "ög­deş", veya "öndeş" okunmasını F. Köprülü teklif ediyor (26). Ona göre mahalle başı manasına gelen (…) kelimesi, kısır veya melez nesil demek olan "iğdiş" değil, ancak Türkçe rehber manasına gelen "öndeş" veya "ögdeş" olması lazım gelir.
Kelimenin kavram olarak, kelime anlamından farklı bir özelliği yansıtabileceği düşünülmelidir. Buna göre, "iğdiş”i bir kelime olarak değil, fakat bir teşkilat olarak ele alabiliriz. Konya gibi belli başlı şehirlerde ortaya çıkan bu kavram ile şehirlerin durumu arasında bir bağ söz konusu olmalıdır. Gerçekten de şehirlerde hem geniş bir idareci zümre, hem de birçok ihtiya­cının karşılanmasını bekleyen halk da bulunmaktadır. İşte şehirlerdeki bü­tün bu zümrelerin yiyecek ve benzeri her türlü ihtiyaçlarının giderilmesi ge­rekmektedir. Şüphesiz bu durum, sadece Anadolu için değil, Türkistan Türk şehirleri için de söz konusudur. Nitekim orada bu işlemlerin belirli bir teşkilat tarafından görüldüğü dikkati çekiyor.
 
***
Kutadgu-Bilig'e göre, şehir halkını bir takim unsurlar ("tarıgcılar/çiftçiler, satıgcılar/satıcılar" gibi) teşkil eder. Bunlar arasında i g d i s ç i 'ler de bulunmaktadır. Şehirdeki bu zümre, her türlü "yiyeceği, giyeceği ve ordunun binek atı, aygır ile yük hayvanlarını yetiştirirlerdi". Keza "kımız, süt, yün, yağ, yoğurt, peynir ile evlerin rahatını temin eden yaygı ve keçe hep bunlardan gelirdi" (27). Bu ifade şehirlerde halkın en önemli ihtiyacı olan yiyecek ve giyeceğin bu unsur, yani
İ g d i ş ç i 'ler tarafından karşılandığını göstermektedir (28). Kutadgu Bilig'de ordu ihtiyacının da iğdişçiler tarafından karşılanması, bu teşkilatın Türkistan'daki Türk sosyal hayatındaki ye­rini çok daha da geniş boyutlara iletmektedir.
Karahanlılar Devleti'ndeki bu teşkilat, sonraki tarihlerde, özellikle XIII. yüzyılda Türkistan'da varlığını devam ettirmiştir. İ g d i ş, devletin en önemli görevlilerine verilen unvan (veya lakaplardan) birisi idi. Nitekim 602/1205–6 tarihinde Benaket'te basılmış bir sikkede, "Ulug igdiş (…)" Çağrı Han’ın ismini görüyoruz (29).

XII. yüzyıl sonlarında Türkiye Selçukluları’nda görülen bu teşkilat, Karahanlılar'da mevcut teşkilatın hemen aynı esaslarda devam eden bir benzeri olmalıdır.

Şu halde i g d i ş ler, Konya şehri basta olmak üzere, özellikle Selçuklu sarayının, şehirli halkın ve ordunun her türlü yiyecek ve öteki eşya ihtiyacını temin eden kişilerdir. Ancak bunlar, küçük iş veya doğrudan üretimle meşgul olmayıp daha büyük miktarlarda iş yapar veya gerektiğinde dışardan getirirlerdi. Yiyecek için koyun, askeri ihtiyaç için at besle­mek bunların işi olup, gerektiğinde ticaret yapıp dışardan her türlü mal ve eşya getirtebiliyorlardı. Bu sebeple olsa gerek, İskilip’te, çarşıda 1272 tari­hinde "Han-i igdiş başı" bulunmakta idi (31) . Yine bu amaçla, ticari ulaşımın kolaylıkla yapılması için kervan yolları üzerinde hanlar yaptırmışlardır (Konya'dan Akşehir yönüne giden yol üzerindeki Dokuzun Hani gibi).
İğdişler, şehirlerarası, hatta milletlerarası ticaret yaptıklarından, şehirlerin en etkili zümresi olmuşlardır. Onların isimleri, aynı anlamdaki "hvace­gan" ile birlikte geçmektedir (32). Bunun içindir ki şehir ayanı ve eşrafı sayılmışlardır. Bu özellikleriyle, Selçuklu şehzade veya eski sultanlarını, öteki Türklerinkine göre, daha mükellef olması gereken evlerinde misafir edebilmişlerdir.

Selçuklu taşra teşkilatındaki "Şehir divanında, yer alan görevlilerinden birisi de "Emir-i igdisan" idi (33). Vazifesine bir takrir ile başlayan emir-i iğdişan, "sunucu-i hvacegan ve muteberan" olarak tanımlanmıştır. Büyük tüccar anlamındaki "hoca"lar ile muteber-ayanın önderi olan "iğdişler Begi"= iğdiş-başından, o şehirdeki zenaat ehli ve güçsüz kişilerin korkusuz olarak yaşamasını sağlaması istenir. Bu konudaki başlıca kaynağımız olan Hoyi, eserlerini Konya'daki son iğdiş başının ölümünden sonra kaleme almışsa da, öteki Anadolu şehirlerinde (Larende, Aksaray ve belki İskilip) bu kurum ve kişiler, işlevlerine muhakkak devam etmiş olmalıdırlar.

XIII. yüzyılda şehirlerde ortaya çıkan yeni durum, iğdişleri de etkiledi. İğdişler doğrudan üretim yapmazken, simdi şehir çarsılarında eşya üretimi yapan, esnaf da ortaya çıktı. Bu arada, Abbasi Halifesi, siyasi bakımdan git­tikçe parçalanan İslam dünyasını, hiç olmazsa, bir fikir etrafında birleştirmek istedi. İste bu yeni bir fikir akımı, "Fütüvvet"in etkisinde kalan şehirler halkı, bir dönemde kararsız kaldı. Şehirlerin, Türkistan gelenekleriyle, yeni Ön Asya İslam gelenekleri arasındaki bu kararsızlık dönemi, XIII. yüzyılın ortalarına tesadüf etse gerektir.

Ibn Bibi'den kesinlikle anlıyoruz ki, XIII. yüzyılın ortalarından itibaren, iğdişlerin yanında, şehirlerde simdi "ihvan/kardeşler" de görünmeye başlamıştır. Karamanlıların 1277'de Konya üzerine askeri baskılarında bir kişim iğdişin Karamanlılarla birlikte hareket etmiş olduğunu görüyoruz (34) . Fakat "ahilerin" etkisiyle daha sonra onlara karşı direnilmiş, çok geçmeden ölen iğdiş-başı da, bu kurumun Konya'daki son temsilcisi olmuştur (35.)
Bir ticaret adamı olarak igdiş lerin, aynı zamanda "melez" sayılmalarının tarihi bakımdan bazı temelleri de olabilir.
Bu düşünce ile iğdişlerin iki yönlülükleri olağan karşılanabilir. İğdiş’in sözlüklerdeki açık, karışık insan anlamına rağmen, kavram olarak değişik bir manası olması yadırganmamalıdır. Bu türden, söz­lük anlamı başka, terim anlamı çok daha başka kelimeler, ortaçağlarda çok­tur (36).
Ahilik, Konya ve umumiyetle Ortaçağ Türk şehirlerinin en önemli esnaf teşkilatı olarak bilinir. Bu kurum, XIII. yüzyılın kalan yılları boyunca, gelişmiş, bir yandan fütüvvetten nazari olarak etkilenirken, asıl eski teşkilat olan i g d i ş lıktan de önemli unsurlar almış olmalıdır (37). Yukarda da dediğimiz gibi, iğdişlerde daha çok mevcut mal ve eşyayı satış, yani ticaret hâkim iken, ahi lerde aynı zamanda üretim de söz konusu olmaktadır.

İğdişliğin yerini ahilerin aldığı XIII. yüzyılın sonlarında Konya ve öteki Selçuk şehirlerindeki esnaf arasında üretim yapanların da artmış olduğu muhakkaktır. Üretim, ustanın yanında yardımcılar ve bilhassa birçok "çırak" gerektirmektedir (38) . Bu durum, yüzyılın ikinci yansından itibaren şehirlerde "iiinud/rindler", veya "civanan/gençler" denilen ve hayli etkili olan yeni bir zümrenin oluşmasına da yol açacaktır.

Ahi liderleri, emirlerinin altında bulunan binlerce rind sayesinde(39) zaten mirasçısı oldukları şehir yönetimde etkili olacaklardır. Ancak, XIII. yüzyıl sonlananda yazılanlarda dahi(40) devlet teşkilatına da giren bir Ahi-basılık (41) söz konusu olmadığı gibi, Ahi önderler arasında zaman çekişmeler de eksik olmamıştır(42) Ahi önderleri özellikle merkezi gücün azaldığı dönemlerde, Anadolu yüzeyindeki birçok şehrin gerçek hâkimi olacak ve şehirleri idare edeceklerdir.

Demek ki, Konya veya ülkenin öteki şehirlerinin esnaf teşkilatı, ayrıntılarını bilmemekle birlikte, bir yandan Türkistan Türk esnaf teşkilatına bağımlı, diğer yandan da İslam-Iran etkisini tası~aktadır. Bizans’ın döneminde, Anadolu'nun orta kısımları ve bu arada Konya önemli bir merkez olmadığından burada köklü ve sonrasına etki yapabilecek derece Rum esnafı olduğu söylenemez. Zaten Rumlara sempati ile bakan Mevlevi kaynaklarında bile, sadece Hıristiyan mimar ve ressamlardan söz edilmektedir.

Ahilik teşkilatı, nedense Karaman-oğulları döneminde bir hayli zarar gördü. Bu sırada birçok Ahi önderi öldürüldü (43) . Konya'da etkisini XIII. yüzyılın ortalarında kaybetmeye başlayan iğdişliğin, Karaman-oğulları döneminde yeniden görülmesi (44), bu kurumun kesinlikle Türk olmasına bir başka delil olabilir.

N e t i c e olarak, iğdişler ve iğdişlik, bir iktisadi kurum ve o kurumun mensuplarına verilen bir ad olarak Anadolu'da XII.-XV. yüzyıllar arasında etkili olmuştur. "Ticaretle de uğrasan bu zümre, hayvan besleyip şehir halkını doyurduğu için bu adı almışa benziyor" (45) . İğdişler, şehirlerdeki büyük tüketici kitlelerin yiyecek ve öteki ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü idiler. Kelimenin anlamının olumsuz yönleri, öteki kavram=terim manasının da kaybolmasında ve unutulmasında etkili olmuşa benziyor.
***
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder