20 Ocak 2016 Çarşamba

Yezidiliğin Kutsal Kara Kitabı

( Mashaf-i Reş) ( Kitab-el Esvad ) ( Mushaf-i Res) 
 
Başlangıçta Tanrı, kendi yüce özünden Beyaz İnci'yi yarattı ve Angar adlı bir kuş yarattı. Ve Beyaz İnci'yi kuşun sırtına koydu, ve Beyaz İnci orada kırk bin yıl oturdu. 
 
İlk gün, yani pazar günü, Tanrı Melek Anzazîl’i yarattı; ve o, hepsinin başkanı olan Ṭâ'ûs-Melek 'tir. 
 
Pazartesi günü Tanrı, Melek Dardâel’i yarattı, ki o, Şeyh Hasan'dır. 
 
Salı günü, Melek Israfel'i yarattı ki,o Şeyh Šams (ad-Dîn) dir.
 
Çarşamba günü, Melek Miḫâel’i yarattı; o da Abu Bekr'dir.
 
Perşembe günü, Melek Azrâel’i yarattı ki,o Sajad-ad-Din'dir.
 
Cuma günü, Melek Šemnâel’i yarattı; o da Nasir'ad-Din’dir.
 
Cumartesi günü, Melek Nurâel’i yarattı, ki o Yadin (Fahr-ad-Din)’dir.
 
Ve Melek Ta'us (Melek Tavus)'u her şeyin yöneticisi yaptı.
 
Ondan sonra Tanrı, yedi Göğe, Dünya’ya , Güneşe ve aya şekil verdi, onları biçimlendirdi . 
 
Buna karşılık Fahr-ad-Din ise İnsanı, Kuşları ve tüm hayvanları yarattı, ve bunların hepsini örtülerin (bezlerin) arasına yerleştirdi, ve meleklerle birlikte İnci’den dışarı çıktı.
 
Sonra İnci'ye yüksek sesle bağırdı. Beyaz İnci dört parçaya ayrıldı, ortasından su fışkırdı ve Okyanus oldu.
 
Dünya yuvarlaktı ve bölünmemişti.
 
Sonra (Gabriel) Cebrail'i ve kuşun görüntüsünü yarattı.
 
Sonra (Gabriel) Cebrail'i (Dünyanın) dört bucağını saptamaya gönderdi.
 
Sonra bir gemi yaptı ve otuz bin yıl kalmak üzere içine indi.
 
Ondan sonra kalmak üzere Laleş Dağına geldi.
 
Ve sonra Dünya’ya haykırdı, deniz kuruyup çekildi ve toprak görünmeye başladı, fakat o titremeye başladı.
 
Bu esnada Cebrail'e, Beyaz İnci'nin iki parçasını getirmesini buyurdu; parçalardan birini yeryüzünün (Dünya’nın, Toprağın) altına yerleştirdi, diğer yarısı Göğün (Cennet’in) kapısında kaldı. 
 
Sonra güneşi ve ayı onların içine yerleştirdi, ve Beyaz İnci’nin kırıntılarından da yıldızları yaratıp bunlarla gökyüzünü süsledi. 
 
Ayrıca yeryüzünü (dünyayı) süslemek için ağaçları, meyve bitkilerini ve dağları yarattı. 
 
O, Halı'nın üzerine Taht'ı yarattı. 
 
Sonra, Ulu Tanrı şöyle dedi: «Ey Melekler, ben Adem ile Havva'yı yaratacağım, onları insan yapacağım, ve ikisinden, Adem'in belinden gelmek üzere, Šehar ibni Jebr doğacak; ve ondan türeyecek bir halk yeryüzünü dolduracak; işte o, Azazil'in, yani Ta'us Melek’in Yezidi cemaatidir. 
 
Sonra Şeyh Adi bin Musafir'i Suriye topraklarından gönderdi ve o da gelip Laleş'te kaldı.
 
Sonra Tanrı Siyah(Kara) Dağ’a indi. Bağırdı, üç bölük halinde 30 bin Melek yarattı. 40 bin yıl boyunca hepsi Tanrının önünde eğildiler. Sonra Melek Ta’us’la birlikte Gökyüzüne gittiler.
 
Bu sırada Tanrı, kutsal topraklara (al-Kuds) indi ve Cebrail'e, dünyanın dört bir köşesinden toprak getirmesini buyurdu: Toprak, hava, ateş ve su. 
 
Onlardan bir varlık yarattı ve içine kendi öz  gücünden bir ruh koydu ve ona ‘Adam’ dedi.
 
Sonra Cebrail'e, Adam'ı Cennet'e götürmesini ve buğday(tohumu) hariç, oradaki bütün ağaçlardan (meyvelerden) yiyebileceğini söylemesini buyurdu.
 
Böylece Adem (Adam) Yüzyıl geçirdi.
 
Sonra Tavus Melek, Tanrıya, tohum yemesi yasak oldukça Adem’in nasıl çoğalıp da nesil sahibi olacağını sordu. 
 
Tanrı ona «Bütün bu işleri sana bırakıyorum » dedi. 
 
Bunun üzerine Melek Tavus, gidip Adem'e sordu: «Hiç tohum yedin mi?» 
 
O da yanıtladı: «Hayır; çünkü Tanrı bunu bana yasakladı»
 
Melek Ta'us Adem'e dedi ki: «Tohum yemen, senin için çok daha iyi olur.» 
 
Bunun üzerine Adem tohum yedi ve yiyince de karnı şişti ve Ta'us Melek onu Cennet'ten kovdu, tek başına bıraktı ve göğe çıktı. 
 
O zaman Adem, karnının şişkinliği yüzünden acıyla kıvrandı, çünkü bedeninde çıkış deliği yoktu. 
 
Bu esnada Tanrı ona bir kuş gönderdi, o da gagasıyla Adem’in anüsünü ibikleyip bir çıkış açtı, böylece Adem rahatladı.
 
Ve sonra Cebrail (Gabriel) Adem’den yüz yıl kadar uzak durdu ve Adem üzülüp ağladı. 
 
O zaman Tanrı Cebrail'e Adem'in sol omuz (koltuk) altından Havva'yı yaratmasını buyurdu.
 
Havva ve bütün hayvanların yaratılmasından sonra, Adem ile Havva, İnsan soyunun kime bağlanacağı konusunda anlaşmazlığa düştüler; her biri soylarının tek sahibi olmak istiyordu.
 
Onlar, erkek ve dişi hayvanların üreme düzenlerine bakıp aralarında tartışmaya girmişlerdi.
 
En sonunda şöyle bir anlaşmaya vardılar: her birisi kendi tohumlarını alıp bir küpe koyacak, küpün ağzını kapatıp mühürleyecek ve dokuz ay bekleyecekti. Bu süre geçip de küpler açılınca, Adem’in küpünde bir erkek bir dişi iki çocuk buldular; bunlar Adem soyunun erkekleri ve kadınları oldular.
 
İşte Yezidiler onlardan çoğalıp gelmiştir.
 
Havva’nın küpünde ise, çürüyüp kötü kokular yayan solucanlar dışında hiçbir şey bulunamadı.
 
Ve Tanrı, çocuklarını küpünde emzirip büyütebilsin diye Adam’a memeler yaptı. İşte erkeğin memesinin olmasının sebebi budur.
 
Adem ve Havva’nın birleşmesinden sonra, Havva iki çocuk verdi; erkek ve dişi. Yahudiler, Hristiyanlar, Müslümanlar ve diğer ulus ve mezhepler işte onlardan gelmiştir.
 
Fakat sadece Adem soyundan türeyip gelen ve salih olan bizim ilk babalarımız Seth, Nuh ve Enoş’dur.
 
Kocası (sayılan) erkeğin kadın tarafından reddedilmesine bağlı olarak erkek ile kadın arasındaki anlaşmazlık sürüp gitti. Sonuçta iki taraf arasındaki bu konu, Yezidi mezhebinin salih ( ermiş) lerinden birisi tarafından ilan edilen bir kural yoluyla çözümlendi; buna göre, her evlilik esnasında bir davul ve bir zurna çalınması artık zorunlu kılınmıştı, böylece hangi kadın ile hangi erkeğin yasal olarak evlendiğine şahitlik edilmiş olacaktı.
 
Sonra Melek Tavus, yarattığı Yezidiler için Yeryüzüne (Dünyaya) indi ve eski Asur krallarının yanı sıra, bizim başımıza da krallar dikti; bu krallar Nesrukh, ki o Nasir'ud - Din'dir ve Kamush ki o Melek Fahr-ad-Din’dir ve Artemis ki o Melek Šams- (ad-) Din'dir.
 
Bundan sonra iki kral tarafından daha yönetildik; birinci Šabur (Sapor) ( İS. 224-272 ) ve ikinci Šabur (Sapor) (İS. 309-379) adlı bu kralların yönetimi yüz elli yıl sürdü ve günümüze kadar gelen Emir'lerimiz onların soylarıdır. 
 
Fakat biz dört kraldan nefret ettik.
 
İsa bu dünyaya gelmeden önce dinimiz paganizm idi. 
 
Kral Ahab aramızdan biri idi. Ve Ahab (Ahav)’ın tanrısının adı Beelzebub (Belzébuth) idi. Günümüzde ona Pir Bub diyoruz. 
 
Bir de adı Baḫtnasar olan Babil'de bir kralımız vardı; adı Aḥšuraš olan biri Pers’de idi; ve yine ismi Agriḳâlus olan bir başkası Konstantinopolis’de idi.
 
Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar ve hatta Persler, bize karşı savaştılar ama bize boyun eğdirmeyi başaramadılar.
 
Tanrının gücü sayesinde, onlara galip geldik. 
 
O bize ilk ve son bilimi öğretir. Ve onun öğretilerinin biri şöyledir:
 
Gök ve Yeryüzü var olmadan önce Tanrı denizin üzerinde idi.
 
Kendisine bir gemi yaptı ve denizlerin kunsiniyat’ına doğru yola çıktı. Böylece kendi kendinden zevk aldı. Daha sonra Beyaz İnci ‘yi var etti ve kırk yıl boyunca üzerinde kaldı.
 
Daha sonra, Beyaz İnci’ye karşı kızgınlığı giderek arttı ve onu kaldırıp fırlattı.
 
Ve haykırışıyla dağların biçimlendiğini; güzel tepelerin şekillendiğini ve dumanlardan gökyüzü oluştuğunu gördü.
 
Sonra Tanrı göğe yükseldi, onu sertleştirip, sütunlar olmadan gökyüzünü kurdu. 
 
Daha sonra toprağa tükürdü ve eline bir tüy kalem alarak, bütün yaratılışın bir anlatımını yazmaya başladı.
 
Başlangıçta kendi özünden ve nurundan 6 tanrı yarattı.
 
Ve onları yaratılışı, bir lambanın ışığının başka bir yanan lambadan (bir ateşten diğer ateşin) yakılması gibiydi.
 
Ve Tanrı dedi ki, "Artık ben gökleri yarattım; sizler de gidip bir şeyler yaratın" dedi. 
 
 Bunun üzerine ikinci tanrı yükseldi ve güneşi yarattı.
 
 Üçüncüsü Ay’ı; Dördüncüsü Gök Kubbeyi Beşincisi , färg yani, sabah yıldızını (Zöhre,Venüs,çoban) Altıncısı Cenneti;
 
Yedincisi de Cehennem’i…
 
Zaten bundan sonra Adem ve Havva'yı yarattığımızı anlatmıştık.
 
Ve biliniz ki, Nuh Tufan’ının yanı sıra, bu dünyada başka bir sel (Tufan) daha olmuştu.
 
Yezidiler, bir barış kralı, şerefli bir kişi olan Na'umi’nin soyundan gelmişlerdir. Bizler ona Melek Miran deriz. Diğer mezhepler babasını hor görüp kötü davranan Ham (Cham)’dan türemiştir.
 
Gemi, Ain Sifni adında, Musul'dan beş parasangs (5x5.6=28 km) kadar uzak bir köyde duruyordu.
 
İlk defa olan selin (Tufan’ın) nedeni daha Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar ortada yokken, alay etme ile ilgili idi.
 
Zaten belirtildiği gibi, sadece bizler Adem soyundanız. İşte bu ikinci sel (Tufan) bizim mezhebe, Yezidilerin üzerine geldi. 
 
Göl suları yükseliyor ve gemi de süzülüyordu. Gemi geldi ve Sincar Dağının üzerinde karaya oturdu ve bir kaya tarafından gövdesi delindi. 
 
Yılan kıvrıldı ve bir pasta gibi gelip o deliği tıkadı. Sonra gemi yeniden yola çıktı ve gelip Cudi (Judie) Dağında dinlendi.
 
Şimdi artık yılan türleri çoğalmıştır ve insanı ve hayvanı sokmaya başladılar. Fakat sonunda yakalandılar ve yakıldılar; ve onun küllerinden de pireler yaratıldı.
 
Tufan’dan günümüze kadar yedi bin yıl bir zaman geçmiştir
Her bin yılda bir yedi tanrıdan biri yeryüzüne iner ve kanunları, kuralları yeniden düzenleyip yerine gider.
 
Fakat aşağıda, bizim her türden Kutsal mekanlarımızda o hep aramızdadır.
 
Sonuncu defasında tanrı aramızda öylesine uzun yaşadı ki, bütün öteki tanrılar ondan önce gelmişlerdi.
 
O kutsalları onaylamıştı. O Kürtçe konuşuyordu. O aynı zamanda İsmail soyundan Muhammed peygamberi nurlandırıyordu; Mu’awiya adında bir hizmetçisi vardı.
 
Tanrı, Muhammed’in onun önünde başının dik olmadığını gördü, ona bir baş ağrısı verdi.
 
Sonunda Peygamber hizmetçisinden başını tıraş etmesini istedi; Mu’awiya tıraş etmeyi biliyordu. O efendisini aceleyle ve zorlukla tıraş ederken başını kesti ve kanadı.
 
Kanın yere döküleceğinden çekinen Muaviye başındaki kanı diliyle yaladı. Bunun üzerine Muhammed "Muaviye ne yapıyorsun?" diye sordu.
 
O da yanıtladı: "Kanının yere düşmesinden korktuğum için , dilimle senin kanını yaladım." 
 
Sonra Muhammed ona dedi ki, "Sen günah işledin. Ey Muaviye, senden bir ulus oluşacak, siz benim mezhebime karşı duracaksınız.”
 
Muaviye yanıtlayıp dedi ki, “ O halde ben de dünya (evine) girmeyecek, evlenmeyeceğim!”
 
Bu bir süre sonra Tanrı Muaviye üzerine akrepleri saldı, akrepler onu soktu, yüzü zehirden şişti. 
 
Doktorlar ona ölmemesi için evlenmesi gerektiğini söylediler. Bunları duyan Muawiye evlenmeye razı oldu. Ona, çocuk doğurması imkansız olan seksenlik, yaşlı bir kadın getirdiler. Muaviye kadınla yattı ve sabah kalktı ki, yüce Tanrının gücüyle kadın 25 yaşına dönmüş. Ve hamile kalıp bizim tanrımız Yezid’i doğurdu. Fakat başka mezhepler bunu bilmezler ve derler ki tanrımız gökten geldi.
 
Bu sebeple ona küfrederler. Böylece onlar büyük bir yanılgıya düşerler.
 
Fakat bizler, Yezidi mezhebi olarak buna inanıyoruz ve onun yukarıda belirtilen yedi tanrıdan biri olduğunu biliyoruz .
 
Biz onun şahsını ve onun görüntü şeklini biliyoruz. 
 
O, bildiğimiz üzere bir horoz şeklindedir. 
 
Fakat hiçbirimizin onun adını ve neye benzediğini söylemesine izin verilemez, tıpkı Seitan (Şeytan), ḳaitân (kaytan,ip,sicim) ŞAR (kötülük), SAT(nehir) ve benzerleri gibi.. Ne de mal'ûn (melun), ya da la'anat (lanet), ya da na'al (at nalı), ya da benzer sözcükleri. Tüm bunlar ona olan saygımız nedeniyle yasaktır.
 
Marul (Khass) (Hass) (marul) bize haram kılınmıştır, yemeyiz, çünkü kadın peygamberimiz olan (Ḫassiah) Khassa'nın adını anımsatmaktadır.
 
Yunus peygambere saygısızlık etmiş olmamak için, balık haramdır.
 
Aynı şekilde geyik ve karaca, peygamberlerimizden birisinin sürüleridir.
 
Kuru fasulye de haramdır, koyu mavi boya kullanmamız yasaktır.
 
Ayrıca, Şeyh ve müritleri, tavus kuşuna saygısızlık etmemek için, horoz da yemeyiniz; çünkü tavus kuşu daha önce sözü edilen yedi tanrıdan biridir ve biçimi horozu andırır.
 
Yine, Şeyh ve müritleri, helvacıkabağı (balkabağı) yemekten sakınınız. 
 
Bundan başka, ayakta işemek, ya da oturmuş haldeyken giyinmek, ya da Müslümanların yaptığı gibi helada taharetlenmek, ya da onların banyolarında gusül etmek, bize yasaklanmıştır.
 
Kim bunlara aykırı davranırsa o bir imansız olur.
 
Şimdi diğer mezhepler, Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar ve diğerleri, bu şeyleri bilmezler. Çünkü Melek Ta’us’tan nefret etmektedirler.
 
Yani sonuçta O bunları diğer mezheptekilere öğretmez; onları ziyaret etmez. 
 
Ama o aramızda yaşadı; o bize babadan oğula geçen bir miras haline gelmiş bütün bunlar doktrinleri, kuralları, gelenekleri bizlere ulaştırdı.
 
Ondan sonra, Melek Ṭâ'ûs göğe geri döndü.
 
Yedi tanrıdan biri kurallarına göre sancakları yaptı ve Bilge Süleyman'a verdi. 
 
Onun ölümünden sonra, sancakları bizim krallarımız devraldılar.
 
Bizim tanrımız acımasız Yezîd doğduğu zaman, büyük saygı ile bu sancakları devir aldı ve bizim mezhebimize teslim etti.
 
Bundan başka, o Kürtçe olarak iki şarkı (ilahi) oluşturdu ki, zaten birisi, Sancaklardan önce bile, bu dilde söylenen çok eski ve kabul edilmiş bir şarkı (ilahi) idi.
 
Şarkının anlamı şudur: "Ey Kıskanç Tanrı Halleluyah".
Sancak’ın önünde yürüyenler davul ile zurna eşliğinde bunu okurlar.
 
Bu sancaklar Yezid tahtı üzerinde oturan bizim emir’imizde kalır.
 
Bu sancaklar başka bir yere gönderilecek olursa, Asurluların tanrısı Nisroc’un temsilcisi Şeyh Nasır-ad-Din’in temsilcisi Büyük Şeyh ile Emir’imiz tüm ḳawwâl’ları çağırıp bir araya toplarlar.
 
Sonra Sancak’lar ziyaret edilir.Ve nihayet, her bir Sancak bir ḳawwâl’a teslim edilerek birisi Halathane’ye, birisi Halep’e, birisi Rusya’ya, bir diğeri de Sinjar’a gönderilir.
 
Bu sancaklar ile dört ḳawwâl’a birer sözleşme ile verilir.
 
Sancaklar gönderilmeden önce Şeyh Adi’nin türbesine getirilerek büyük bir şarkı ve oyun töreni ile vaftiz edilip kutsanır.
 
Bundan sonra tüm tören katılımcıları Şeyh Adi’nin türbesinin temizliğine katılıp tozları süpürürler.
 
Sonra, bereket olarak dağıtılmak üzere ceviz büyüklüğünde hazırlanmış top lokmalar sancak ile birlikte taşınır. 
 
Bir köy veya kasabaya yaklaşılırken oaraya hemen önden bir tellal gönderilerek haber verilir ki, insanlar ḳawwâl ve taşıdığı Sancak’ı saygı ve onur ile karşılayabilsinler.
 
Herkes güzel giysileri ve tütsüleri ile dönüp dururlar.
 
Kadınlar bağırmaya ve hep birlikte neşeli şarkılar söylemeye başlarlar.
 
Ḳawwâl onu ağırlayan kişilerce mutlu kılınır.
 
Geri kalan kişiler de, güçleri ölçüsünde ona gümüş hediyeler verir.
 
Bu dört sancak yanında üç tane daha vardır ki, toplamı yedi eder.
 
Bu son üçü şifa versinler diye, kutsal mekanlarda muhafaza edilir. 
 
Bunlardan ikisi, Şeyh Adi’nin türbesinde ve üçüncüsü ise, Musul'a yaklaşık dört saat uzak olan Bahazaniye köyünde kalır.
 
Bu ḳawwâl’lar her dört ayda bir bu seyahatlere çıkarlar.
Bunlardan birisi Emir’in bölgesinde seyahate çıkmak zorundadır.
 
Bu ḳawwâl’lar saptamış bir sırayla her yıl değiştirilir.
 
Sancak’ı taşıyacak olan ḳawwâl, yolculuktan önce, sumaklı ekşi su ile yıkanmak ve sonra da , yağ ile ovularak temizlenmek-arınmak zorundadır.
 
Aynı zamanda, farklı odaları olan her idol için bir lamba-mum yakmak zorundadır.
 
İşte sancaklarla ile ilgili yasalar bunlardır.
 
Yeni yılın ilk günü, Serṣâlie, yılın başlangıcıdır.
 
Nisan ayında ilk haftasının Çarşamba gününe denk gelir.
O gün her ailenin evinde mutlaka et olmalıdır. 
 
Zenginler bir koyun ya da bir öküz; fakirler ise bir tavuk veya başka bir şey kesmelidir.
 
Bu etlerin, yeni yılın ilk günü olan Çarşamba sabahının öncesindeki gece vakti pişirilmesi zorunludur. Böylece istirahat gününde, yiyecekler kutsanmış temiz olurlar.
Yılın ilk günü, mezarlıklarda ölü ruhları için sadakalar verilmelidir.
 
Bu günde büyük ve küçük yaştaki kızlar, kırlarda kırmızı ve kırmızıya çalan her türlü çiçeği toplamaya çıkarlar. Bunlardan demetler yaparlar ve o evde yaşayanların vaftiz edildiğini ifade etsin diye, üç gün boyunca kırmızı çiçek demetlerini evlerin kapılarında asılı tutarlar.
 
Yılbaşı sabahında bütün kapılar iyice görülecek şekilde kırmızı zambaklar ile süslenecektir.
 
Kadınlar ise fakir ve muhtaçları beslemek için mezarlıklarda dolaşırlar.
 
Kawwâl’a gelince, onlar da , mezarlıklarda davul-zurna ile Kürtçe şarkı söylerler. Ve bunun karşılığında para alırlar.
 
Serṣâlie günü sevinçli hiçbir enstrüman ve şarkı çalınıp okunmaz, çünkü o gün Tanrı, o yılın kanunlarını bildirmek ; tüm bilgeleri yönetmek ve komşuların ona gelmesini sağlamak için Tahtına oturmuştur.
 
Ve ilahiler, hamdolsun duaları, şarkılar eşliğinde Tanrı artık Yer altına ineceğini onlara söylediğinde, herkes huşu ile onun huzurunda ayağa kalkar ve sevince gark olur ve kendilerini tören kabakları (bal kabaklarının) üzerine atarlar.
 
Sonra Tanrı, kendi mührü ile bunları mühürler.
 
Ve Büyük Tanrı, yeraltına inecek olan Tanrıya mühürlü bir karar verir. Ve o, aynı zamanda ona, isteklerini yapabilme yetkisini de verir.
 
Tanrı, dua ve oruç yolunda iyilik ve sadaka yapılmasını ister.
Fakat, idol (put) kültü, mesela Seyid-ad-Din veya Şeyh Şams gibi herhangi bir idole (puta) ibadet oruçtan daha iyidir.
 
Bazı rahip olmayan kimseler, yaz aylarında veya kışın olsun, kırk gün süren bir oruçtan sonra , bir Koçak’a ziyafet vermektir. 
 
Eğer o Koçak bunun Sancağa verilmiş bir sadaka olduğunu söyler ise, o zaman onun orucu tutulmuş sayılmaz.
 
Yıllık ondalık vergi toplama zamanı geldiğinde, vergisini tümüyle ödemeyenler halsiz kalıncaya, hatta bazıları ölünceye kadar  kırbaçlanırlar .
 
Roma ordusuna karşı mücadele edilebilsin diye Yezidi mezhebi için kôchak’lara para vereceklerdir.
 
Her Cuma , bir idole (Puta) sunu olarak hediyeler götürülecektir.
 
Bu esnada, tellal, bir Koçak’ın evinin çatısından yüksek sesle, bunun bir peygamber çağrısı olduğunu söyleyerek, ziyafete davet edecektir.
 
Bunu herkes huşu içinde ve saygıyla dinlemeli ve bunu işiten herkes olduğu yerde toprağa ve taşa secde edip öpmelidir.
Hiçbir ḳawwâ’ın yüz kıllarının kesilmemesi bizim için kuraldır.
Evlilik konusunda bizim yasamıza göre, düğün sırasında Koçak’ın evinden alınan bir somun ekmeğin yarısı gelin ve damada, diğer yarısı kedi’ye verilir.
 
Kutsanmış olmak için, ekmek yerine, Şeyh Adi’nin mezar tozlarından bir parça da yenebilir.
 
Nisan ayında evlilik yasaktır, çünkü bu yılın ilk ayıdır.
 
Fakat bu kural, ḳawwâ’lar için geçerli değildir; onlar bu ay boyunca evlenebilir. Rahip (din adamı) olmayan bir kimse Koçak’ların kızıyla evlenemez.
 
Herkes kendi öz sınıfından bir kadın ile evlenebilir.
 
Fakat bizim Emir’imiz kadın olarak kimi gönlü isterse onu sevebilir.
 
Din adamı olmayan biri on ile seksen yaş arasındaki (kadınlarla) evlenebilir; bir yıl arayla farklı kadın alabilir.
Gelin, damadın evinin yolu üzerindeki her putun türbesini ziyaret etmek zorundadır; o bir Hıristiyan kilisesi bile olsa, o aynısını yapmak zorundadır.
 
Damadın evine ulaşınca, onun otoritesi ne girdiğini ifade etmek üzere, gelin küçük bir taş ile kapıya vurur.
 
Ayrıca, gelinin fakir ve muhtaçları sevmek zorunda olduğunu göstermek için, bir somun ekmek başının üzerinde,sanki boğazı sıkılıyormuş gibi, parçalanır.
 
Hiçbir Yezidi Çarşamba ve Cuma akşamları karısıyla yatamaz.
 
Kim bu buyruğa aykırı hareket ederse, o bir kafir olur.
Eğer bir adam bir yakınının karısını çalmış ise, kadının eski eşi ya da kız kardeşi veya annesi, kadının çeyizini vermek zorunda değildir.
 
Kızlar babalarının servetinden miras alamazlar.
 
Bir genç kadın-kız bir dönüm tarla gibi satılabilir.
 
Eğer evlenmeyi reddederse, o zaman babasına, kendi emeği ile kazandığı bir parayı ödeyerek kendini kurtarmak zorundadır.
 
Kitâb-ı Reš burada bitiyor; bir çok hikayeler anlatıldı,bazıları gizlice, bazıları da açıkça.
 
-----------------------------------------------------------------
 Secred Books and Traditions of the Yazidis , by Isya Joseph, [1919] adlı eserin Fransızcası temelinde ,önceden Türkçe yayınlanmış bölümler dahil, tümü gözden geçirilmiştir.
 --------------------------------------------------------------------------------
 
 

Yezidilerin Kara Kitabı'nın orijinal hali ve tam metni var mıdır? Nerededir? Bunu bilmek zor.
Çünkü Yezidilik çoktandır artık 'gizli dinler'den biri haline gelmiştir; ve eski dinlerin kendilerini koruma yollarından birisi kapalı-gizli cemaat haline
gelmektir ama bu durumda da yok olup kaybolması daha çok hızlanır.

Yezidilerin "Kara Kitabı" olarak elimizdeki metin önce İngilizceye çevrilmiş, daha sonra da İngilizce-Fransızca-Türkçe döngüsü ile ele alınmıştır; fakat bu durumda da, önce  İngilizceye ve sonra İngilizceden Türkçe'ye çevrilme sürecinde orjinalitesini ve kavramsal değerlerini oldukça yitirmiş olmalıdır.

Bu tür metinlerin dinsel alanda uzman olanların eliyle çevrilmesi gerekir.

Kitabı Reş, içerisinde yer alan konular ve kullanılan motifsel değerler bakımından erken Mezopotamya dinsel yapılanmalarının doğrudan bir uzantısı olarak belirmektedir. Yılan, Marul, Yumurta (beyaz İnci?), Tavus Kuşu, Horoz, Tavuk, Öküz, Kabak, Fasulye, Buğday (tohum), Sülük.... gibi motifler, erken Mezopotamya toplumlarının "uygarlık" yoluna girerken, iç ve dış canlı-ölü yamyamlığından uzaklaşırlarken ve insan kurban etme yerine, karşılıklı olarak hayvan kurban etme ve bitki-tahıl-meyve sunumuna geçme döneminde kullanılmaya başlanmıştır.

Bu tür öğelerin önemli bir bölümüne Kitab-ı Reş'de rastlıyor olmamız, Yezidileri, erken dönem dinine sahip veya uzantısı olan bir topluluk olmaları bakımından daha özel bir dikkatle ele almamızı gerekli kılıyor.

Erken Mezopotamya tabletlerindeki ilahilerde karşılaştığımız , "Yer yoktu, Gök yoktu, Tanrının ruhu denizler üzerinde dalgalanıyordu" türünden kalıpsal deyimler kullanılıyordu. Bu kavramlarla nelerin anlatılmakta olduğu bilinmeden, Kitab-ı Reş'in bahsettiği yapılanma ve "iman temelleri" çözümlenemez.

Din denilince bundan sadece "cahillik" anlayışında olan kaba ateistler, tipik Fransız aydınlanmacı kopyacılarının, bu tür dinlerin eski ve erken kaynaklarına, literatürlerine zaten hemen hiç girmediklerini biliyoruz. Onlar, eski toplumların dinlerinin kaynaklarını "cehalet" kelimesi ve biraz da cümle sonu ünlemleri ile "açıklar"lar; daha doğrusu bu temeldeki "tekrarları" ile ömürlerini bitirirler ve yeni nesillere de çok büyük bir olumsuz alan bırakarak "bu dünyadan göçüp gider"ler.

Aslında onlar biraz daha objektif ve bilimsel düşünebilmiş olsalardı, "bu dünyadan göçüp gider"ler lafı bile onları uyarabilir; aslında 'yeni toplum'un, tırnaklarının ucuna kadar, gündelik deyimlerine varıncaya değin, on binlerce yıllık eski dünyanın ve onun toplumlarının alışkanlık, iman ve kavramlarıyla konuşup hareket ettiklerini görebilirlerdi.

Eski ön yapıları durmadan bozulup dönüşüyor ve yeni anlamlarla biçimleniyor olsalar bile, eski Mezopotamya dinlerinin reel özellikleri sadece kaba ateist ve bilimdışı aydınlanmacılar tarafından değil, bir ülke bütçesine sahip Sünni İslami Diyanet gibi kurumun ilahiyatçıları tarafından da, hatta konuya en çok vakıf olması beklenen "Summer uzmanları" tarafından da gereken derinlikte ele alınmış değildir.

Eski dinsel yazının kaynaklarına ilişkin en temel kavramların çözümlenmiş anlamlarını 15 yıldan fazla bir zamandır aktarıyor;anlatıyoruz.

En eski Mezopotamya ilahilerinden itibaren karşılaştığımız Yukarı=Gök ile Yer=Aşağı=Toprak ifadeleri, bir kez daha tekrarlayalım ki, başlangıçta sadece bir tek anlama, Yukarı Mezopotamya coğrafi bölgesi ile Aşağı Mezopotamya coğrafi bölgesi anlatım değerine sahipti. "Yukarı", "Gök"ler yaratıldı denilince, Kuzey Mezopotamya bölgesini; "aşağı", "toprak" (giderek dünya) yaratıldı denilince de, tarımsal alanlara sahip Güney Mezopotamya'dan bahsediliyor olduğunu bilmeliyiz. Aynı biçimde "Yukarı" kavramı, "Yüce varlıkları", "tanrıları" ve "aşağı" ise, "aşağılık insan"ları ifade etme yönünde de kullanılıyordu.

Eski ilahiler, hiçbir şekilde, şimdiki anlamıyla bir "yoktan var ve yok ediş"ten bahsetmezler; bu yöndeki yorumlar sonradan gelişmiştir. Eski ilahilerde durmaksızın "ad vermek", "isimlendirmek" yani "tanımlamak" değerleri kullanılır ki, bunlar günümüzde de, bir kurumu, bir dosyayı, bir kişi veya grubu "tanımlayarak var kılmak", "sınıflandırarak var etmek", " hukuken kurup ona varlık kazandırmak" anlamlarındadır. Tanrı, kendisinin "yarattığı" Adem'e bile "eşyalara isim verme" ödevi veriyorsa, sebebi, hukuki-resmi bir düzlemde ittifak öğelerinin birbirlerini ve yetkilerini ifade edebilmekti.

Daha sonraki aşamalarda, dinsel ilahi ve-ya metinler işte "yukarı" ve "aşağı"nın, hatta tanrıların, belirlenip, onlara "ad verilmesi"nden, işte bu anlamdaki bir "var ediş" ve "yaratış"tan bahsetmeye başladılar.

Eski atalarımız, bu tür temel ayrımlar ile henüz yukarı Mezopotamya ile aşağı Mezopotamya'nın sınırları belirlenerek saptanmamış ve aralarında resmi düzenli ve kurallara dayanan bir ilişki kurulmamış olan "durumu" anlatmaya çalışırlarken, işte bu anlamda, "Yer'in adı yokken ve Gök'ün adı yokken, Yer ve Gök yok iken, Tanrının ruhu ise Sularda dalgalanırken..." gibi bir tekerlemeler kullanıyorlardı. Çünkü, MÖ. 3750 yıl kadar önce ( muhtemelen o tarihten önce de ), bizim şimdi "Yaratılış" diye bildiğimiz bir haftalık bir toplantı, ayin, kıyamet veya bayram gerçekleştirilmiş; burada Kuzey Tanrıları ve Güney tanrıları; bu bölgelerin insanları arasında yepyeni bir düzen kurulmuştu ve o bir haftalık toplantı, ilgili topluluklar tarafından " başlangıç" noktası kabul edilmişti.

Yukarı ve Aşağı Mezopotamya toplulukları arasında bir düzen ve kurala dayalı bir ittifak ilişkinin kurulduğu bu bir haftalık büyük tören zamanı, o tarihsel tarihi an, zaman içinde, şimdiki üç dinin öncelleri tarafından "Yaratılış" olarak kavranmaya başlanmıştır. Öyle ki, bu resmi ittifak haftasının gerçekleştiği anın gerçekleştiği tarihi, yıl, gün ve hatta saat olarak bile biliyoruz. Musevi takvimi, "Yaratılış" adı verilen bu büyük "Bayram-Kıyam"ın günümüzden 5750 yıl kadar önce, bir haftalık süre ile gerçekleşen bir kıyamet-kurban töreni ile olduğunu anlatır ve bütün kronolojik çetele, şimdiki takvimler bu "başlangıç" anına göre hesap edilir.

İşte bu nedenle de, Musevilerde, Yıl, Tishri ayının ilk günü (Rosh hashanah – günümüz takviminde 1 Ekim (10.ay) ile başlar. Çünkü Musevilik için, İÖ. 3750 yıl kadar önce, 1 Tişri (1 Ekim) günü "Yaratılış" gerçekleşmiş ve Adem ve Havva "yaratıl"mış kabul edilmektedir.
 
***
İşte bu somut tarihsel ittifaka katılanların ( ki, 7 farklı topluluk olmalı), her gün sadece birisi diğerlerine kendi kutsal 'tanrılarını' , kutsal yaşlı veya yeni doğmuşlarını ve-ya kadın-erkek insanlarını kurban olarak sunmuş olmalıydılar.

Bunu
şuradan anlıyoruz ki, kendilerinin ötekilere sunuda bulundukları gün, ilgili sunucu topluluğa "yeme-içme yasağı" uygulanmakta, böylece onların kendi sunularından yiyip-içmeleri engellenmiş olmaktadır. Şu ana kadar, haftanın bir çok kutsal gününü saptamış durumdayız: Pazar (ilk gün) Hristiyanlara, ( Salı? ), 3. gün Çarşamba Yezidilere (Şii ve Alevilere de), 4. gün Perşembe ( bir bölüm Hıristiyana), 5. Gün (Cuma) Müslümanlara (ve Yezidilere de) , 6. gün Cumartesi ise Musevilere "özel gün" halindedir.

Haftalık "Yaratılış" ittifakına katılan toplulukların "iç yamyam" olup olmadıklarını, kendileri için "kutsal sayılan günde" yemek yiyip yememelerine bağlı olarak anlayabiliyoruz. Pazar günkü ortak Hristiyan ayininde katılımcılar "İsa'nın -sembolik- eti"ni yerler; Museviler ise Cumartesi günü yemek hazırlamayı, et yemeyi reddederler.

Örneğin Kürtlerin bir kısmı, aile görüşmelerinde bile, getirdikleri hediyeden kesinlikle yememe yönünde bir kuralı uyguluyorsa, bu davranışın kökenlerini Akado-Sammaru kayıtlarında da, buluyoruz.

Kendi toplum biriminin insanlarının etinden kendisi yememek için, o günü kendisine "dinlenme" yani yemekten-içmekten men etme anlamında "ibadet, yakınma,oruç ve dövünme" günü ilan eden topluluğun ermiş kişisi, tanrısı, tuzlu su içeren bir kazanda kaynatılıyordu; böylece daha Yer ve Gök henüz saptanmamış, belirlenip adı verilmemişken, işte bu anlamda tanrının ruhu "sular-denizler üzerinde dalgalanıyor"du.

Daha sonra "Tufan" adı da verilecek olan bu ritüelin "kazan"ı, "küpü", "İmamın kayığı tabut"u, giderek "gemi" halini alacak; bir ritüel olan "tufan", Mezopotamya'nın bir sel felaketi imiş gibi yorumlanmaya başlanacaktır.

İşte, elimizdeki Kara kitap, oldukça bozulmuş anlatımsal yapısıyla bile olsa, bizi MÖ. 3750'li yılların Mezopotamyasındaki kavramsal değerlere, toplum birimler arasında o zaman ki ilişki yapısına, dinsel literatüre göre, "yer altı dünyası"na, farklı bir Tufan'a, "Cehennem zebanileri"ne, "Yılan"- "şeytan"a,Enkidu'ya tarımcı topluluğa değin taşımaktadır.

Zaman içinde ( hristiyan, müslim, musevi'lerden sonra) yapılmış ekleme ve düzenlemelerde bile, eski motifsel parçaların yine de muhafaza edildiğini görüyoruz.

"Yılan", "Tavus kuşu", "Ceylan", "Geyik", "Horoz-tavuk", "balık" gibi kutsal hayvanların dışında, Yezidi topluluğunda "Fasulye", "Kabak", "Marul", "Buğday-zahire" gibi tarımsal ürünlerin bulunuyor olması, Yezidi atalarının tarımcı, maraba, çapa-kazmacı, yani erken Mezopotamya ilahilerinde karşılaştığımız "toprağın adamı", "kazmanın adamı" olan bir topluluk olduğuna işaret etmektedir. Yezidi ataları arasında "Ot gibi adam"ların ", zahire toplumunun yani "huri toplumu"nun olması olasıdır.

"Laf söyledi bal kabağı", " Fasulye gibi kendini nimetten sayma" gibi deyimlerin doğrudan insanların hedeflenerek kullanıldığını unutmayalım ve hem Bal Kabağı ve hem de Fasulye, Yezidi yazınında kutsal varlık olarak yer almaktadır. Aynı zamanda Yezidiler arasında Marul yeme yasağı bulunuyorken ("Marul= kadın peygamber-tanrıça'ya bağlanıyor..) , Rum-Ermeni ortodokslarının bazı bayramlarda mutlaka Marul yiyecek olmaları,geçmişte "Marul=Peygamber= Tanrı-ça"nın bir yamyamlık töreninde sunu olarak sofraya konulduğunu çok açık olarak göstermektedir.

Mardin, Urfa ve çevresinin dinsel olarak bu kadar çok eskilere dayanıyor olmasının sebeplerini de Kara Kitap yoluyla da anlayabilmeliyiz. Çünkü "yasak tohumu buğday" olan bazı Adem'ler ile " kaburga dolması" ile yaratılan Havva'ların belirlendiği eski coğrafi alanlar da buralar olmalıydı

Eğer eski Kara Kitap'ı ve benzer ilahileri bu "yeni okuma tarzı" ile okursak, karşımıza bütün canlılığı ile eski Mezopotamya toplumlarının yapısı çıkacaktır.

Yeter ki bu "yeni okuma tarzı" ile "okuma"sını öğrenelim.

Zor bir iş....
Ama çok faydalı...
 
***
Mushaf-ı Reş'i okurken, mutlaka, eski Mezopotamya ritüelleriyle ilgili bazı çevirilerimiz (tef'e koyup oynatma, öküz kurbanı, "küçük tanrılardan birinin kurban edilmesi ve ötekilerin bundan yiyerek büyük tanrılar haline gelkişi...), İnanna'nın Yeraltına İnişi ritüeli vb. de tanınıyor olmalıdır ki, o zaman bazı anlatımların neleri ifade etmeye çalıştığı daha iyi anlaşılsın....

İngilizce sözcüklerin değerini bozmamak için, çeviri genellikle tatsız-tuzsuz hal alıyor.
Ama örneğin, "solucan yerine, kan emici sülük" geçirildiğinde, bu bizi hem önceki "sülük"lü ilahilere bağlıyor; ve hem de bu tanımlar hala kullanıldığı için anlatımı daha canlı kılıyor. Fakat Kara Kitap'ı ilk başta İngilizceye çeviren, muhtemelen böyle ayrıntıların hiç farkında değilmiş... Veya mesela "adamı tefe koyup oynatma"nın... "buğdayın tohumu yerine ", "buğday dölü" demenin... "Ot" ile "ot gibi adam", "kazma", "kütük" ile "kazma adam", "kütük adam" arasındaki bağlantıların da bilinmesi halinde, anlatımlar daha farklı ve canlı bir içerik kazanır.

Bu bakımdan, Kara Kitap okunmadan ve yoruma geçilmeden önce, mutlaka, erken yaratılış anlatımları hakkında yazdığımız yorumlar, açıklamalar biliniyor olmalıdır ki, yorumlar sağlam olabilsin; zamanla o kitaba ne eklenmiş, ne çıkarılmış, saptanabilsin...
 
 
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder