5 Kasım 2012 Pazartesi

Mezopotamya Dinlerinde Kuzey ve Güney Yön Tapınımı!




Cenup'tan Cenabet'e Kadar, Eski Mezopotamya Dinlerinde Kuzey ve Güney Yönlerine Tapınım Konusuna Farklı Bir Yaklaşım....

 YER VE GÖK, KURAN’DA ÂDEM VE ŞEYTAN!
Kutsal kitapların ‘ tanrısal yaratılış’ anlatımının dayandığı eski ilahilerin başlangıcında,
“Gök’ün Yer’den,
Yer’in Gök’ten ayrılması”,
“Gök ve Yer’e ad verilmesi”
gibi kalıpsal ifadeler yer alıyordu.
 Eski Ahit’in ve Kuran’ın “Yer ve Gök’ün Yaratılışı” aktarımlarında da bu iki temel kavramsal kalıp kullanılır. Orada Tanrı, “ilk gün”, anlatıma göre, henüz olmayan bir “Yeryüzü”nde ve henüz olmayan bir “Gökyüzü”nde, yaratma işine önce “Işık”ı var ederek başlar :
 Tanrı, "Işık olsun" diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı.Işığa "Gündüz", karanlığa "Gece" adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu.
Tanrı, "Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın" diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gökkubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Tanrı kubbeye "Gök" adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu.
Tanrı, "Göğün altındaki sular bir yere toplansın ve kuru toprak görünsün" diye buyurdu ve öyle oldu. Kuru alana "Kara", toplanan sulara "Deniz" adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
('Yaratılış'ın Sümer Kaynakları...)
Eski Ahit’te aktarılan “Yaratılış” anlatımının en temel kalıpsal kavramları, Akado-sammaru uygarlığı erken döneminden kalmaydı. Fakat o tabletlerdeki erken “Gök” ve “Yer” tanımları, başlangıçta “Tatlı Su”, “Tuzlu Su” veya “ Aşağı-Kara”, “Yukarı-Gök” tarzında da, ritüel araçları veya coğrafi bakımdan ifade edilmiş olan, son derece gerçek iki topluluğun, “Sümer ve Akad”ların tanımlama biçimleriydi. Bu temel kavramlar, giderek şimdiki “Yeryüzü” ve şimdiki “Gökyüzü” olarak kavranmış ve dinsel anlatımlara da, giderek öyle yansımıştı.
Dolayısıyla, erken ilahi çözümlemelerinde yer alan ve “kutsal kitap”larda da yinelenen ‘Yer-dünya’ ve ‘Gök’ haliyle kullanılan bu kavramlar, şimdiki anlamlarıyla ‘Yer’ ve ‘Gök’ değildi.(1)
“Kırmızı” ve “Mavi” renkler ile sembolize edilen “ateş” ve “Gök” ve buna bağlı olarak gelişen ‘Kutsal Nefes’ (bunu Yel, Fırtına tanrısı olarak da tanıyacağız ) kültü, eski tabletlerde, Anu, Uttu, Enlil, Nemrut, Marduk çizgisi boyunca izlenebilmektedir. Bu çizgi bizi, “Işık”çı, “Nurcu”, “İsacı” inanç topluluklara kadar taşıyıp getirmektedir.
Şii’lik veya Hıristiyanlığın “Ateş” ve “Gök” motifli kavram ve göreneklerinden, Hitit “güneş tanrı”larına değin bu kültür hattı, üzerinde yürüyüp takip edilebilecek kadar da belirgindir üstelik. Kutsal nefes, Güçlü Yel, Ulu Üfürükçü Enlil ve Babil’in Marduk’u olarak okunan En-mar-utu yani Nemrut, Semitik Akad toplumundaki ateş kültünün taşıyıcıları gibidir.
 Cenazeyi, toprağa gömmek veya dağ başlarına terk etmek yerine, yakarak defnetmenin ; suçluyu ateşe atarak öldürmenin, “yakmalık sunu” adeti kullanmanın, kandil ve mum yakmanın; “odun” hayranlığının, söndürülmesi yasak olan olimpiyat meşalesinin, ateş üzerinden zıplamanın, ateşle arınma ve arındırmanın... gerisinde kurbanını, “çiğ veya haşlanmış olarak değil”, Musa’nın tanrısının yeniden dikte ettirdiği şekilde, “bütün halde ve kızartarak” hazırlamakla yükümlü kılınmış toplulukların ateş kültü bulunuyordu.
 Bu yüzden, çöl yollarında Tanrı Yehova, Musa’nın karşısına “sönmeyen bir ateş” haliyle görünmeyi tercih etmişti.
 Bu nedenle, Abraham, “ilk oğlu”nu kurban olarak tanrısına sunmak istediğinde, İshak’ın önce başını gövdesinden ayırıp kanını toprağa akıtmak ve hemen sonra da, özel olarak hazırladığı, eşeğine yüklediği odunlar ile de İshak’ın vücudunu ‘yakmalık sunu’ olarak tanrısına sunmak istiyordu...
 Ateş kültü kurallarının giderek bozulmasından önceki dönemde, Milliyet muhabirlerinin sunduğu “atalarımızın Mangal keyfi…”, bu nedenle, bütün ‘atalarımız’ için değil, öncelikle ve hatta sadece, “ateş kültü” etki alanı içinde bulunan toplum birimdeki atalarımız için geçerli olabilirdi. Hiç ateş değirilmeden, kadınları mutfağa sokmadan, sadece erkeklerin elle yoğurarak hazırladığı “çiğ köfte” geleneğine bağlı topluluklar bakımından ise, “kurbanın haşlanması veya kebap edilmesi” olamazdı; çünkü bunlar, “kurbanın farklı hazırlık türleri” olarak topluluklar arasında, saptanmış kurallar olarak pay edilmişti. ( Ateş kült alanlarında bile, daha sonra, hiç olmazsa “kutsal tatil günlerinde etin ateşte kızartılması yasaklanmaya”; “ateşe bıçak uzatmak günah” sayılmaya başlanmış durumdaydı.)
‘Ateşe, güneşe, şeytana tapmakla’ suçlanacak olan bu tür toplulukların erken ataları, erken Akado-sammaru düzenlenişi sırasında, yani eski kavramlarla konuşursak, ‘Gök’ ile ‘Yer-Dünya’ (toplulukları) birbirlerinden ayrıştırılırken, ateş-güneş veya onların giderek sembolik anlatımları olarak kırmızı renk tarafını temsil ediyor olmalıydılar.
“Âdem” ise bu ayrışmada, “Toprak’tan, “çamurdan’ yaratılmış olma yorumuna, “Dumu”, “Oğul” olarak, iki kanaldan ulaşmış görünüyor. Birisi “Kara renk”le de eşitlenmiş olan “Yer küre”, “dünya”, “toprak”; öteki de, bilge tanrıların, kaderleri kil’e yazarak herhangi bir olguyu, canlıyı ‘var etme’ uygulamaları.
“Âdem”, bildiğimiz “toprak”tan değil, “Kara başlı” topluluk ; ‘Toprak topluluğu” anlamındaki bir ‘Yer’den “yaratılmış” olmalıydı.
Bundan sonraki aşamada, Kuran’a göre, Tanrı bütün meleklere, işte bu “Kara Başlılar” arasından var edilmiş Âdem’e secde etmelerini buyurduğunda, Melek’lerden birisi dışında hepsi bu emre uymuştu. Tanrının “Âdem’e secde edin!” emrine uymayan bu Melek, İblis, Şeytan, Cin idi:
“(Allah:) Meleklere: ‘Âdem'e secde edin!’ dedi.
İblis'in dışında hepsi secde ettiler.
Allah buyurdu:
-Ey İblis! Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?
 Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin?”
Muhammed’in Tanrısının hışımla sorduğu bu soruya İblis, Cin, Şeytan’ın verdiği yanıt oldukça serinkanlıydı:
“ İblis:
-‘Ben, çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim!’ dedi.
 Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim.
“Ben ondan (daha) hayırlıyım!
Ben ondan daha üstünüm.
Çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın!”
İblis’in, Cin’in, Şeytan’ın bu sert yanıtı karşısında Muhammedin Tanrısı, adeta bir özür arayışı içinde şöyle bir açıklamada bulunmuştu:
“Cini, İblis’i daha önce kavurucu ateşten yaratmıştık.”
Bu açıklamayı yapan Tanrı, toplulukların sentezleşme, tek’leşme sürecine bağlı olarak, Cin’i, Şeytan’ı Âdem’den daha önce ve Ateş’ten yaratmış olma sorumluluğunu, bütün öteki öncek tanrılar namına, ister istemez üstenmek zorunda kalmış görünüyor.
 Burada “Topraktan yaratılmış Adem” ve “Ateşten yaratılmış Şeytan” ayrımı, İncil’de,
“Gökten yaratılmış İlk insan” ve,
“Yer’den yaratılmış ikinci İnsan”
kalıbıyla tam olarak uyuşmaktaydı.
Aslında sözkonusu olan “Tek bir adem” değil “iki Adem” ; tek bir Şeytan değil, “İki Şeytan”dı.

 Bu yandaki topluluğun Adem’i, karşıdaki topluluğun Şeytan’ı olarak değerlendiriliyordu.
 Her ne kadar İslami jargonda “Kör Şeytan” deyimi yaygınsa da, buradaki “İblis, Melek, Şeytan”ımız tam anlamıyla “Cin gibi”ydi ve tanrıya diklenmenin ötesinde, onunla tartışmasında Tanrıyı hizaya getiriyor ve Tanrı da onun açıklamalarını doğrulamaktan ; söylediklerini kabul edip uygulamaktan öte bir şey yapamıyordu.
İsacı metinlerde “Gökten yaratılan”, erken tabletlerde ise “Ateşten var edilen”; Işık’la, Nur’la, Bilgelikle, (Vatikandaki yeni Papa tarafından “Akıl”la…Logo ile) eşitlenen bu “ilk insan” olan oğul, İslamın tanrısı için Şeytan’ının ta kendisiydi ve Hammurabi kanun metni giriş bölümüne göre, Gök’ün, Ateş’in “büyük oğlu” olarak, Enlil kılınarak Anu Tanrı tarafından, ‘ateşten yaratılmış’ olan Marduk okunuşlu Tanrıyla, Nemrut’la eş değer, eş anlamlıydı. (2)
 Böylece “ kırmızı ateş”ten “cin topluluğu” ve “kara toprak”tan “insan topluluğu”muz yaratılmış durumdaydı!
Eski Ahit, Enoş’un Kitabı ve Kuran, başlangıçtaki Akado-sammaru ittifakına ve onun “oğul”larına yansıyan bu temel ikilemi oldukça belirgin olarak resmederler. Kutsal kitapların tümünde, eski toplum, tam olarak ikiye ayrılmış bir şekilde sınıflanır:
“İlahi varlıklar” (‘Tanrı oğulları’), ile ,
“İnsan evlatları”(‘les enfants des hommes”)!
Bir yanda “Melekler” (‘les anges’) , öte yanda ise “İnsan soyu”!
Bu belirgin ikili temel ayrımın Kuran’da kazandığı biçim ise , “İnsan topluluğu” ve “Cin topluluğu”ydu.
 Muhammed’in Tanrısı, ne zaman ‘topluluklara’ seslenmek istese, karşısında sadece “ins ve cin toplulukları” bulunduğunu varsayıyor; sadece bu iki topluluğa sesleniyordu:
“Ey cin ve insan topluluğu!
İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi!
(Enam Suresi.130. Ayet)
 Kutsal kitapların, din felsefesinin bu ‘ikili’ yapısı, “cin ile insan”, “haram ile helal”, “iyi ve kötü’ kavramları, sosyolojik temelini incelemekte olduğumuz eski toplumun zıt’larla varılabilen örgütlenme ve işleyiş tarzını da açıklamaktadır.
 Başlangıç döneminde, genel bir kural olarak, bir toplum birimin ‘helal’ öğesi, karşı toplum birimde bir ‘ haram’ öğesi olarak tamamlanıyor olmalıydı. Karşıda ‘kötü’ olanın, bu yandaki toplum biriminde ‘iyi’ görünmesi veya komşu toplulukların aşırı çelişmeli zıt bir yapı arz etmeleri, genellikle bu yüzdendir.
 Erken Mezopotamya döneminden bu yana ateş-güneş kültünün taşıyıcıları Anu, Şamaş, Utu, Enlil, Cin-géant, İblis, Nusku, Nemrut, Marduk... aynı temel hatta birbirleriyle değişik akrabalık ilişkileri temelinde uzanıp günümüze gelirler. Karşı toplum birim, bize, kendisini ‘insanoğlu’ ve onları ise, ‘Melek’,’Tanrı evlatları’, ‘Cin’ ve hatta “Tanrı” olarak aktarır. Anlatıcımız değişince, az önce bize kendisini ‘İnsanoğlu’ olarak tanıtan topluluk, bu kez karşı taraftaki yeni anlatıcımız bakımından ‘çiğ et yiyen”, “kıllı”, “yabani hayvan”, “ejderha” vb. topluluğu halini alır. ( 3)
 Eski toplum ‘aile’ kurumuna geçmeye başladığı dönemde, önceki zıtlık, bu kez , ‘aile’nin içine, Adem ile Havva’nın “iki kardeş”, “iki oğul”u arasında, ‘büyük oğul ve küçük ogul” zıtlığı haline gerilemiş olarak, varlığını sürdürecektir.
 Önceki zıt karşılıklı iki toplum birimin çelişmesi, yeni ‘aile’nin minyatür yapısı içine taşınmıştır ve ateş’in temsilcisi Gibil-Habil’e (ki bu Kuran’ın İblisi, Cin’i olmalıdır) karşılık, ‘Yer’, ‘Toprak’, “kara renk, karabaşlı” soyun temsilcisi Kabil biçiminde şekillenir. Rebekka’nın oğulları Yakup ve Esat da, birbirinin zıttı, düşmanı “ikiz”ler olarak doğarlar ve “düşmak kardeşler” olarak da kalırlar…
Bu döneme ilişkin eski ilahilerde, her durumda, kendisini ‘insan’ gören bir topluluğun karşısında “Göksel yaratıklar”, “melekler”, “cinler’, “ejderha’lar dünyası bulunuyordu. Her iki durumda da, sadece kendini “insan” kabul eden topluluk, karşıtı olan ‘melek’, ‘cin’, ‘ejderha’, ‘géant’ topluluğuyla “berdel” türü bir evlilik ilişkisi kurmaya başlamışlardı..
Eski Ahit’e göre, daha az düzeltilmiş gibi görünen, Enoş’un Kitabı’nda bu olgu şöyle aktarılıyordu:
“İnsanoğlunun çoğaldığı sıralarda, onların güzel ve alımlı kızları ortaya çıktılar.
 Melekler, göklerin oğulları, onları görüp aşık oldular.
 Melekler kendi aralarında dediler ki, “kendimize insanoğlu kadınlardan seçelim ve bu kadınlardan çocuk sahibi olalım.”
Meleklerin her biri bir kadın seçti ve kadınlarla birlikte yaşamaya başladılar.
 Melekler kadınlara, büyücülüğü, ilahi okuyuculuğunu, ağaç ve köklerin kaynaklarını öğrettiler.
 Bu kadınlar hamile kalıp melekler (cinler) doğurdular.”
(Enoş’un Kitabı)
Eski Ahit’te ise, aynı konu şöyle yer almaktaydı:
“İnsanlar yeryüzünde çoğalmaya başladı ve onların kızları doğdu.
İlahi varlıklar, (‘Tanrı oğulları’ , İbn’ullah), insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler ("İlahi varlıklar’ veya İbranice "Tanrı oğulları", melek veya da Şit soyundan gelen insanlar olarak yorumlanır.)
İlahi varlıkların (géant, cin, melek) insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller
("Nefiller": İbranice" olarak “Düşmüş kişiler" anlamında kullanılsa da, Septuaginta bunu "Devler" diye çevirir. Ejderha’lar, İnsansı hayvanlar diye anlamak daha yerinde olur) vardı.
Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi.”
Bu anlatımlara göre İnsanoğlu’nun kızları ‘cin doğuruyor’ ise, bundan anlaşılması gereken, bu evlatların, anlatıcı toplum birimimizin aidiyetine değil, kızlarının kocası olan ‘cin’,’şeytan’, ‘géant’, ‘hayvan’ toplum birimine ait kabul ediliyor olmalarıydı. Demek ki, artık bu aşamada, doğan çocuklar, kadınların kocalarının aidiyetine geçmeye başlamış durumdaydı.
Enoş’un Kitabı’na göre, İnsanoğlu’nun kızlarının doğurduğu bu ‘cin’, ‘şeytan’ evlatları doyurmak da mümkün değildi. Öyle ki, bu ‘cin, şeytan evlatlar’ bir süre sonra, bizzat “İnsanoğlunu, kuşları, hayvanları, sürüngenleri ve balıkları” da yemeye yönelmişlerdi..
 Bu anlatım biçiminde, “kutsal tanrısal evlatlar”ın, çeşitli hayvan totemleriyle (“kuş”lar”, “balık”lar, “sürüngenler” ..) ifade edilen toplulukların insanlarını kurban olarak alıp yedikleri biçiminde anlaşılmalıdır. Tam burada, Musevi atalarına “Gökten indirilen yiyecek” motifleri ; İsa’nın Yahudi din adamlarına “Ben göklerden sizin yemeniz için göderilmiş gerçek ekmeğim” anlamındaki sözleri devreye girmekte; “ilk cocuk kurbanı” ve genel olarak insan kurbanı ve yamyamlığı kutsal bir edim olarak, şekillenmektedir.
 Eski toplumun hayvan kurban ve bitki sunum kültü, işte bu insan kurban ve yamyamlığını aşabilmek için, örgütlenecekti ve bu yüzden, biz, yaptığı “Aşure”yi, kendisi yemeyen ; sunduğu kurbana el uzatmayan toplulukların gerisinde, kendi “insan kurbanı”na karşı “yememe” davranışını buluruz.
 Burada “kurban”, “can” kavramlarını söyleminde çok vurgulayan din veya mezheplerin ; en temel argümanı “İsa’nın kurban edilmesi” olan Hiristiyanlığın, insan kurbanı ve onun yamyamlığı ile olan ilişkisi, bize, eski toplumun bir kesitinin tarihini verir.
http://toplumvetarih.blogcu.com/yer-ve-gok-kuran-da-adem-ve-seytan/270346
 

                                                "Adapa ve Güney Rüzgârı"

Tanrı Ea'nın koruduğu Adapa, kayığını deviren güney rüzgârının kanatlarını kırdığı için Tanrı Anu tarafından huzura çağrılır.

Ea, sunulacak ölüm ekmeği ve suyunu reddetmesini Adapa'ya öğütler. Adapa'nın yaptığı konuşmadan hoşlanan Anu, ona sonsuz yaşam veren ekmek ve su sunar. Adapa öğüde uyarak bunları geri çevirir ve böylece ölümsüzlüğe ulaşma fırsatını kaçırır.


M.Ö. 5000 yıllarında Mezopotamya anlatımlarında "güney rüzgârı" :

”…..Denizin kıyısındaki Eridu şehrinde Adapa isminde bir fırıncı yaşarmış. Eridu şehrinin tanrısı, denizler, okyanuslar ve onlar kadar engin ve sonsuz olan akıl ve hikmet tanrısı Ea’ya bütün kalbiyle bağlı, dindar ve saf bir adam olan fırıncının, diğer ölümlerden farklı olduğu Ea’ya tabii ki malum imiş, fakat bir gün bu kanısını denemek istemiş:

Adapa boş vakitlerinde denizde balık avlarmış. Günün birinde sahilden hayli uzakta kayığı ile avlanırken, ansızın güney rüzgârı çıkıvermiş. Suları öylesine karıştırmış ki, Adapa’nın kayığı devrilmiş ve batmış. Adapa dalgalarla saatlerce boğuştuktan sonra, güney rüzgârı Şutu’nun kanatlarını kırmaya muvaffak olmuş (Şutu kuş şeklinde tasavvur edilen bir varlık). Ancak bu suretle canını kurtarabilmiş.

Fakat artık güney rüzgârı da esmez olmuş. Bunun üzerine Gök tanrısı Anu sıcaktan bunalmış, “bir haftadan beri güney rüzgârı acaba neden esmiyor?” diye sormuş. Kendisine: “Efendimiz, Ea’nın kölesi Adapa, Şutunun kanadını kırmış da ondan” cevabını vermişler. O zaman gök tanrı Ea gazaba gelmiş: “Çağırın şunu karşıma!” diye emir vermiş. Fakat tanrı Ea, hemen sadık kulunun yardımına koşmuş ve Adapa’ya, güney rüzgârının kanadını kırdığı için, Anun’un huzuruna çıkarılacağını fısıldamış ve “orada sana verilecek yiyecek ve içeceği sakın ağzına koyma, fakat verilen elbiseyi giy, kokuyu sürün” diye tembih etmiş.


Bundan sonra Adapa, tanrının katında görülür. Gök tanrısı Anu, Adapa’ya “güney rüzgârı Şutu’nun kanatlarını niye kırdın?” diye sorar. Adapa, büyük bir safiyet içinde olayı anlatır ve “eğer ben onun kanadını kırmasaydım, boğulacaktım” diyerek hareketinin bir nefsi müdafaa olduğunu tanrı Anu’yu inandırır.

 Bunun üzerine Anu, Adapa’nın Ea tarafından ona öğretildiğini anlar ve “Mademki Ea, Adapa’ya bilgiyi sundu, bende ölümsüzlüğü bahşetmek istiyorum. Çabuk ebedi hayat suyunu ve ekmeğini getiriniz!” der. Melekler edebi hayatı veren suyu ve ekmeği getirirler, fakat Adapa hemen tanrısının tembihlerini hatırlar, ona öylesine büyük bir inançla bağlıdır ki, sunulan ebedi hayat veren suyu ve ekmeği yemez, içmez. Tanrı Anu, niçin yemediğini sorunca, tanrısının kendisine burada hiçbir şey yememesini tembih ettiğini söyler…”.

Prof. Dr. Firuzan Kınal

Türkiye Bilimsel Ateistler Birliği TBAB “İlk insan Yer'den, İkinci insan gök'ten..”..

“İlk insan yerden, yani topraktandır.


 

“İlk insan yerden, yani topraktandır.

İkinci insan göktendir”.
( İncil- 1. Korintliler )

"Dar anlamıyla Mezopotamya eski toplumlarının arkeolojik bulgularla varlığı onaylanmış kültürel düzeyinin yansıtıcıları olan tablet çözümlemelerine, bu tabletlerde anlatılanlara, basitçe ve hayali bir takım unsurlar gözüyle bakma alışkanlığını artık değiştirmemiz gerekiyor.

Bunlar, olumsuz anlam yüklenmiş olan ‘efsaneler’ değildi. En azından, başlangıçtaki kaynakları bakımından, eski toplumda yasanmış gerçek ilişki tarzlarının, yaşam biçimlerinin ve onları algılama tarzlarına bağlı olan , bir tarih aktarım türü idi...

Burada önemli olan, eski tabletlerin ‘okunması’ işlemini, yani yorumlamayı, o tarihlerde yaşamış olanların kavradıkları tarza mümkün olduğunca yaklaşarak, gerçekleştirebilmektir. Bunun için ise, tabletlerin, anlatım tarzlarının ortaya çıktığı dönemlerin temel yaşam koşullarının, ilişki biçimlerinin tanınması gereklidir. Çünkü tabletlerin kavramlarını, eski toplumun ‘hayal’ adı verilen algılama tarzlarını belirleyen bu temel yaşam koşullarıydı. O toplulukların kavramları, kurumları, içinde yaşadıkları dönemin koşullarınca belirlenen algılama tarzları içinde anlam buluyorlardı.

Bu alanda çalışan uzmanlarımızın, tabletlerin gelişigüzel yazılmış, herhangi birisinin aklına geleni aklına geldiği gibi aktardığı yazıtlar olduğundan yola çıkmamaları gereklidir."



Dinsel Kitapların "Yüce" Kavramı, Kuzey Mezopotamya topluluklarına; "Aşağılık" kavramı ise, "Aşağı Mezopotamya"da, "Toprak"ta oturanlara; "aşağıdakiler"e ait tanımlayıcı kavramlardır.

"Yüce", "Yukarı" ile "aşağı", "aşağılık" kavramlarına biraz daha yakından bakarsak, bunların erken Mezopotamya toplumlarının "Kuzey"dekiler ve "Güney"dekiler biçimindeki ayrımına bağlı olduğunu görürüz.




"Alçak" veya "Aşağılık"  Kavramları, Mezopotamya Erken Toplumlarının Jargonunda
 
"Toprak"tan "Yaratılmış" Olanlara..... Güney Mezopotamya'yı....

"Yüce" veya "Yukarı Göksel", "İlahisel"  Kavramları da, Kuzey Mezopotamya'yı tanımlayan kavramlardır.

Bu kavramsal kalıplar, Kuran'da da yer alır:

Kuran/Araf-13:
[Kâle fehbit minhâ femâ yekûnu leke en tetekebbera fîhâ faḣruc inneke mine-ssâġirîn(e)]

Abdülbaki Gölpınarlı Meali:
 
Tanrı in oradan dedi, artık orada kalıp ululanamazsın, çık, şüphe yok ki sen alçaklardansın.

Ali Bulaç Meali
(Allah:) 'Öyleyse oradan in, orada büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin.'

Abdullah Parlıyan meali

Allah: “Madem öyle, haydi in o bulunduğun konumdan; çünkü orada büyüklük taslayıp kafa tutman yakışık almaz. Çık git, artık sen gerçekten alçaklardansın.”

Ahmet Varol Meali

(Allah): "Öyleyse oradan in. Orada büyüklenmeye hakkın olamaz. Çık. Sen küçük düşürülenlerdensin" dedi.

Ahmet Tekin Meali

Allah:
“Öyleyse ayrıl buradan. Burada büyüklük taslayıp serkeşlik etmek senin haddin değildir. Çık! Sen alçaklardan-aşağılıklardansın." buyurdu. *

Ali Fikri Yavuz Meali

Allâh Tealâ şöyle buyurdu: “- Hemen in oradan (cennetten), sana cennette kibirlenmek (kendini büyük görmek) gerekmez. Haydi çık, çünkü sen, hor ve bayağı kimselerdensin.”

Cemal Külünkoğlu Meali

(Allah:) “Öyleyse oradan in! Orada büyüklük taslaman senin (hakkın) olamaz. Hemen çık. Gerçekten sen, aşağılanmış kimselerdensin” buyurdu.

Diyanet İşleri Meali (Eski)

Ona, "İn oradan, orada büyüklenmek sana düşmez, defol, sen alçağın birisin" dedi.

Diyanet İşleri Meali (Yeni)

Allah, “Şimdi in aşağı oradan. Çünkü senin orada büyüklük taslamak haddine değil! Hemen çık! Çünkü sen aşağılıklardansın” dedi.

Diyanet Vakfı Meali

Allah: Öyle ise, "İn oradan!" Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! çünkü sen aşağılıklardansın! buyurdu.

Edip Yüksel Meali

"Oradan aşağı in," dedi, "Orada büyüklük taslayamazsın. Defol. Değerini yitirdin!"

Elmalılı Hamdi Yazır Meali

(Allah) buyurdu: "Öyleyse oradan in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın."

Elmalılı Meali (Orjinal)

Hemen, buyurdu: in oradan ne haddine ki orada tekebbür edesin, haydi çık, çünkü sen alçaklardansın

Hasan Basri Çantay Meali

(Allah) öyleyse, dedi, hemen in oradan. Artık senin orada kibirlenmen, kafa tutman gerekmez. Hemen çık (git). Çünkü sen alçaklardansın.

Hayrat Neşriyat Meali

(Allah şöyle) buyurdu: “Haydi hemen in oradan! Orada (Cennette) kibirlenmek haddine düşmez; haydi çık, çünki sen alçaklardansın!”

Kadri Çelik Meali

Ona, “Öyleyse in oradan! Orada büyüklük taslaman senin haddin değildir. Hemen çık. Gerçekten sen, aşağılıklardansın.” dedi.

Ömer Nasuhi Bilmen Meali

Buyurdu ki: «Artık oradan aşağı in, çünkü orada senin için böbürlenmek selâhiyyeti yoktur. Artık çık, şüphe yok ki, sen alçaklardansın.»

Muhammed Esed Meali

[Allah]: “Madem öyle, haydi in o bulunduğun [konum]dan; çünkü orada (o bulunduğun konumda) büyüklük taslaman yakışık almaz! Çık git artık; gerçekten, aşağılanmış kimselerden oldun sen!”

Suat Yıldırım Meali

“Çabuk in oradan! ” buyurdu Allah, “Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin! ” [2, 38]

Süleyman Ateş Meali

(Allah) buyurdu: "Öyle ise oradan in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın!"

Şaban Piriş Meali

Allah:-Hemen in oradan; orada senin büyüklük taslaman haddin değildir. Hemen çık (git). Sen, alçaklardansın, dedi.

Ümit Şimşek Meali

Allah “Cennetten in,” buyurdu. “Senin orada böbürlenmeye hakkın yok. Çık oradan; sen artık küçük düşenlerdensin.”

Yaşar Nuri Öztürk Meali

Buyurdu: "O halde in oradan. Senin haddine mi orada büyüklük taslamak! Hadi çık! Sen alçaklardansın."

Yusuf Ali (English)

((Allah)) said: "Get thee down from this:(999) it is not for thee to be arrogant here: get out, for thou art of the meanest (of creatures)." *

 

Süleyman`ın Ezgiler Ezgisi'nden... Uyan, ey kuzey rüzgarı, Sen de gel, ey güney rüzgarı! BÖLÜM 4 1 Ah, ne güzelsin, aşkım, ah, ne güzel! Peçenin ardındaki gözlerin güvercinler gibi. Siyah saçların Gilat Dağı`nın yamaçlarından inen Keçi sürüsü sanki. 2 Yeni kırkılıp yıkanmış, Sudan çıkmış koyun sürüsü gibi dişlerin, Hepsinin ikizi var. Yavrusunu yitiren yok aralarında. 3 Al kurdele gibi dudakların, Ağzın ne güzel! Peçenin ardındaki yanakların Nar parçası sanki. 4 Boynun Davut`un kulesi gibi, Kakma taşlarla*fd* yapılmış, Üzerine bin kalkan asılmış, Hepsi de birer yiğit kalkanı. 5 Sanki bir çift geyik yavrusu memelerin Zambaklar arasında otlayan İkiz ceylan yavrusu. 6 Gün serinleyip gölgeler uzayınca, Mür* dağına, Günnük tepesine gideceğim. 7 Tepeden tırnağa güzelsin, aşkım, Hiç kusurun yok. 8 Benimle gel Lübnan`dan, yavuklum, Benimle gel Lübnan`dan! Amana doruğundan, Senir ve Hermon doruklarından, Aslanların inlerinden, Parsların dağlarından geç. 9 Çaldın gönlümü kızkardeşim, yavuklum, Bir bakışınla, Gerdanlığının tek zinciriyle çaldın gönlümü! 10 Aşkın ne güzel, kızkardeşim, yavuklum, Şaraptan çok daha tatlı; Esansının kokusu her türlü baharattan güzel! 11 Ey yavuklum, bal damlar dudaklarından, Bal ve süt var dilinin altında, Lübnan`ın kokusu geliyor giysilerinden! 12 Kapalı bahçesin sen, kızkardeşim, yavuklum, Kapalı bir kaynak, mühürlü bir pınar. 13 Fidanların nar bahçesidir; Seçme meyvelerle, Kına ve hintsümbülüyle, 14 Hintsümbülü ve safranla, Güzel kokulu kamış ve tarçınla, her türlü günnük ağacıyla, Mür ve ödle, her türlü seçme baharatla. 15 Sen bir bahçe pınarısın, Bir taze su kuyusu, Lübnan`dan akan bir dere. Kız 16 Uyan, ey kuzey rüzgarı, Sen de gel, ey güney rüzgarı! Bahçemde es de güzel kokusu saçılsın. Sevgilim bahçesine gelsin, seçme meyvelerini yesin!
 

Mani Dinindekiler Kuzeye Dönerek Dua Ederlerdi... [ Manicilikte dua ve orucun da önemli bir yeri olmuştur. Seçkinler günde yedi kez dinleyiciler ise, öğlen, akşamüstü, gün batarken ve güneş battıktan üç saat sonra, yani günde dört kez dua ederlerdi. Her duadan önce su veya toprak ile bir arınma ritüelini gerçekleştirirlerdi. Gündüzleri yüzlerini güneşe dönerek, geceleri ise aya bakarak dua ederlerdi. Güneşin veya ayın görünmediği günlerde yönlerini kuzeye dönerek dua ederlerdi.]

 
İSLAMİ KAYNAKLARDA CENUP'TAN CENABET'E ETİMOLOJİK ANLAMLAR

[ Fıkıh ve ilmihal kitaplarında bu sözcükler; “Boy abdesti (gusül) almayı gerektiren durum; büyük abdestsizlik hâli; bu durumda olup da henüz gusletmemiş olan kimse” olarak tanımlanmış ve “Cinsel ilişkide bulunmuş yahut rüyada ihtilâm olmuş veya birine bakmakla ya da dokunmakla kendisinden şehvetle inzal vaki olmuş kimseye cünüp bu durumuna da cenabet denir.” şeklinde açıklamalar getirilmiştir. Bu tanım ve açıklamalardan hareketle; meni gelmese bile cinsel ilişki kuran erkek ve kadının cünüp olacakları, erkekte meninin gelmesiyle, kadının da oynaşma, bakma, düşünme veya benzeri sebeplerle ihtilâm olmasıyla kişilerin cünüp sayılacakları, uykuda iken görülen rüya sebebiyle veya elle tatmin (mastürbasyon) sonucu meydana gelen boşalmanın cünüplüğe yol açacağı hükme bağlanmıştır. Bu hükümlerden yola çıkarak da cünübün; mescide girmesi, namaz kılması, namaz kıldırması, oruç tutması, Kur’an okuması, Kur’an’a el sürmesi, kendisine Kur’an okunması, Kâbe’yi tavaf etmesi haram sayılmıştır. Ancak bu yasaklamalar yetmemiş, bir de cünüplüğün kötülüğü hakkında; “cünübün olduğu yere melek girmez, bastığı toprakta ot bitmez, yıkanıncaya kadar bastığı toprak, yattığı yatak ona lanet eder” gibi tehditler -hem de peygamberimize fatura edilerek- savrulmuştur. Hâlbuki Kur’an’da üzerinde durulan cünüplük, yukarıda tanımlanan cünüplük, cenabetlik değildir. Ama zaman içerisinde kasıtlı olarak yanlış öğretilmesi sonucu cünüplük, bugün hâlâ müslümanlar arasında yanlış bilinmektedir. Bize göre böyle bir anlayış, insanları dinden, eğitimden uzak tutabilmek için uydurulmuştur ve ne acıdır ki bu ihanet yapılırken de peygamberimizin adı kullanılmıştır. Bu yanlış bilgilendirme öyle yaygın bir hâle gelmiştir ki, “cünüp” sözcüğüne, sözlüklerde de -sanki İslam dini gelmezden evvel bu sözcük Arap dilinde yokmuş gibi- maalesef yukarıda naklettiğimiz terimsel anlam çerçevesinde karşılıklar verilmiş, dolayısıyla klasik kaynaklarda da aynı minvalde bilgiler yer almıştır: “Cünup lafzının müennesi de yoktur, tesniye ve çoğulu da yoktur. Çünkü bu kelime, "buud ve kurb; uzaklık ve yakınlık" kelimesi gibi mastar veznindedir. Bazan bu kelimeyi hafifleterek, ... diye söylerler. Bu kelimeyi bu şekilde okuyanlar da olmuştur. el-Ferrâ der ki: "Kişi cünub oldu," ifadesi cenabetten gelmektedir. Bîr şivede cünup kelimesinin, tıpkı "unk" ve "a'nâk", "tunub ve etnab" (boyun, boyunlar, çadır kazığı ve kazıklar) gibi çoğul yapıldığı da söylenmiştir. Tekili kastederek "cânib" diye bu kelimeyi kullanmak halinde, çoğul için 'cünnab' tabiri kullanılır. Binici ve biniciler için "râkib ve rukkâb" demek gibi. Kelime asıl itibariyle uzaklık demektir. Âdeta cünup, şehvetle çıkardığı su dolayısıyla namaz halinden uzaklaşmış gibi olduğundan bu ismi alır. Şair der ki: 'Beni (yanında esir bulunan) kardeşimden uzak tutarak mahrum etme! Çünkü ben, çadırlar ortasında garip kalmış bir kimseyim. Cünub adam, yabancı adam anlamına da kullanılır. Aynı şekilde cenabet (mücanebet) erkeğin kadın ile içli dışlı olması demektir.' (KURTUBİ) Sözcüğün esas anlamı: “Cenb” sözcüğünün türevlerinden olan “cünüb” sözcüğü ile ilgili olarak klasik eserlerde şu bilgiler görülmektedir: “Cenb' sözcüğü ise bir şeyin parçası, küçük-büyük bir şeyden koparılan parça” demektir. “Canip” ve “cünüp” sözcükleri “Ğariyb (çok uzak olan)” demektir. “ceneber racülü” ifadesi “kişi onu defetti, uzaklaştırdı” demektir. Ezheri dedi ki: Salat mevzilerine yaklaşması yasaklandığı için “cünüp” denmiştir. İbni esir dedi ki: “cünüp” cima ve meninin çıkışı ile üzerine yıkanmak vacip olan kişi demektir. Cenabet, “meni” demektir. (Lisan 2/ 216-222, Tac 1/ 377, 86) Ancak, Lisan’da zikredilen Ezheri ve İbn i Esir’e ait görüşleri kabul etme imkânı yoktur. Zira bu sözcük, Kur’an inmezden evvel de Arap dilinde mevcut olup, cünüp olarak salât mevzilerine (musallaya; eğitim öğretim ve sosyal yardım, destek yerlerine) yaklaşılması Kur’an ile yasaklanmıştır. Cünüplük ve Kur’an: “Cünüp” sözcüğü Kur’an’da iki ayette aynen olmak üzere, farklı türevleriyle toplam 33 kez yer alır. Sözcüğün türevlerinin hepsi de “ana maddeden uzak parça” anlamı ekseninde olup, bunların Nisa; 36, 43, Kasas; 11 ve Maide; 6 ayetlerindekileri “cünüb” kalıbında, diğerleri farklı kalıplardadır. Meselâ farklı kalıplarda olanlardan Zümer; 17, Nisa; 31, Şûra; 37, Necm; 53, Nahl; 36, Hacc; 30, Hucurat; 12, Maide; 90 ve İbrahim; 35 ayetlerindeki sözcükler, Türkçeye de aynen Arapçadaki anlamıyla girmiş olan, “uzak durma, kaçınma” anlamındaki “içtinap” formuyla yer almıştır: İbrahim; 35: Ve hani bir zaman İbrahim; “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmamızdan uzak tut” Bu sözcüğün türevlerinden, “canip, ecnebi, cenab” formaları da aynı anlamda Türkçeleşmiş olup, “Canip”; “yan kenar”, “ecnebi”; “yurdundan kopmuş; yabancı” demektir. “Cenab” sözcüğü ise “eksikliklerden uzaklaşmış” anlamındadır ki bu sözcük başta Allah için “Cenab-ı Hakk, Cenab-ı Allah” diye kullanılmakta, bazen saygın kimselere “… cenapları” denmektedir. Özetlersek “cünüp” sözcüğü kısaca; “uzak olan; kopuk” anlamına gelmektedir. Nisa suresinin 43. ve Maide suresinin 6. ayetleri ışığında değerlendirilecek olursa bu sözcüğün; “şehvetin kabarması, nefsin uyanması sebebiyle hayattan kopuk olan, dengesini yitirmiş, sağduyulu davranamayan” demek olduğu anlaşılmaktadır. Zira herkesin bildiği gibi, bu hâldeki insan hayattan, dünyadan kopuk olur, sağduyusunu yitirir. Nitekim böyle kişilere halk arasında “aklı bilmem nesine takılı” denir ve insanın bu duruma gelmesine sebep olan fizikî hazların tatmin aracı olan organlar için de “dini imanı olmaz” tabiri kullanılır. Buradan anlaşılan odur ki cünüplük; meninin gelmesi ile yıkanma arasındaki hâl değil, şehvetin kabarması ile meninin inmesi arasındaki gergin hâldir. İşte Rabbimiz, hem Nisa; 43 hem de Maide; 6 ayetlerinde, kişilerin bu gergin hâlde iken salâta çıkmamalarını öngörmüştür. Bir başka ifade ile, şehvet kabarması sebebiyle hayattan kopuk olan ve sağduyulu davranamayan insanların bu gibi sosyal faaliyetlere katılmalarını yasaklamış, gergin olanların önce nefislerini söndürmelerini, sonra da yıkanıp toplum huzuruna çıkmalarını emretmiştir. Çünkü gerginliğini atmış (orgazm olmuş) insanın zihninde artık cünüplük hâlinin yol açtığı bir dikkat toplama sorunu söz konusu olmayacak, bu kişiler sakin, anlayışlı birer birey olarak salâtın gereğini yerine getirebileceklerdir. Zaten boşalarak dinginleşmiş insanın kimseye zararı dokunmayacağından, onun toplumdan uzak tutulmasının da bir anlamı yoktur, lanetlenmeleri anlamsızdır.]


Cünüp veya cenabet..

İslam'a göre cinsel ilişkide bulunduğu halde veya vücudundan meni çıktığı halde henüz boy abdesti alarak temizlenmemiş olan (kişi).

Bununla birlikte bu sözcükler gündelik konuşmada pis veya hoşlanılmayan kimseleri tanımlamak amacıyla da kullanılırlar.

Konuyla ilgili ayetler:

"Ey iman edenler!
Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, bir de -yolcu olmanız durumu müstesna- cünüp iken yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın.

Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız, veyahut biriniz abdest bozmaktan (tuvalet) gelince ya da eşlerinizle cinsel ilişkide bulunup, su da bulamazsanız o zaman temiz bir toprağa yönelip, (niyet ederek onunla) yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır." (Nisa 43)




Kuzey Mezopotamya Ve Güney Mezopotamya, "Yukarı Mezopotamya", "Aşağı Mezopotamya" Ayırımları, Yukarı= Gök, Aşağı= Toprak Ayırımı Olarak Bizlere Ulaşmıştır!



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder