7 Kasım 2012 Çarşamba

Mitoloji Bir Tarih Aktarım Biçimidir

"MİTOLOJİ VE-YA DESTANLAR, ESKİ TOPLUMUN KENDİ TARİHÇELERİNİ VE SOSYAL YASALARINI FARKLI TARZDA, İLAHİLER YOLUYLA AKTARMA BİÇİMİDİR"


Destan veya mitoloji adı verilen eski aktarım türleri, eski toplumların, nesilden nesile, önceleri sözel-ilahisel ve giderek yazılı halde, "tarih" ve "sosyal yasaları"nın bir aktarım biçimidir ve doğal olarak zamanla değişen- bozulan özellikler taşırlar.


Eski toplumun özel kavramları ve olayları yansıtış biçimleri bir kez kavranırsa, kötü anlam yüklenmiş olan "destan" ve-ya "mitoloji", birdenbire, eski toplumun en gerçek tarih ve varoluş aktarımları olarak anlam kazanmaya başlar.


Truva'nın keşfiyle birlikte "bilim" haline gelmeye başlayan arkeolojik bulguların, "hayal ürünü" denilen "destan" ve-ya "mitoloji"lerin eski toplumun farklı kavram, tanım ve anlatım tarzlarıyla ortaya koydukları en gerçek varoluş ilahileri olduğunu ortaya koyduğu gerçeğini kavrayamamış olan Marksizm okulu, bu temel nedenle de, "ilkel toplum"ların yapısını ve ilişki tarzlarını yeterince inceleyememiştir.


Mitolojiyi hayal alanında ve hayal aracılığıyla kurulan bir egemenlik anlatım türü olarak ele almak, bütün bir "ilkel tarih"in kapısına kilit asmakla eşdeğer olumsuz bir rol oynamıştır.

Benim, eski toplumun ilişkilerini anlama çalışmam özel olarak ‘Sümer’leri öğrenme isteği olarak şekillenmedi…. Bugünkü toplumu, onun davranış ve inanç kaynaklarını kavrama çabası içinde, yazılı kaynaklar bakımından bilinen en eski uygarlık alanı olarak, Mezopotamya topluluklarına zamanla ulaştım.

Bu geç kalmış bir çalışmadır. Sadece kendi bakımımdan değil fakat…

Avrupa aydınlanmacılığı, dine karşı tutumunu politik nedenlere çok dayandırmıştı. Marksist formasyona bağlı akımlar içinde, eski topluma karşı, eli-yüzü düzgün bir çalışmaya yönelimin bulunmuyor olması bir rastlantı değil.

F. Engels’in, sağlığında keşfedilen Turuva’ya karşı gösterdiği ölü suskunluğu, orada, kendi teorilerinin eksik temellerine yönelmiş tarihsel bir yanıt bulunuyor olmasına bağlıydı herhalde. Turuva’nın keşfiyle aynı zaman diliminde ortaya çıkan Amerikalı Morgan ve Darvin’in eserlerine kapılarını sonuna kadar açan Engels, Turuva’nın keşfini "ölü suskunluğuyla" geçiştirmişti.

Turuva'nın keşfi, bir hayaller toplamı olarak ele alındığı ölçüde, mitolojinin sonudur gerçekte; başlangıcı değil! Oysa "mitoloji" kavramına öylesine kötü anlamlar yüklenmiştir ki, onu kullanmaktan korkuyorum.

Eski toplum, o "mitolojilerde" kendi tarihini anlatır. O toplumlar, kendi tarihlerine üstelik, yapısal düzenlenişinin devamı için, çok sıkı bir şekilde bağlı kalmak da zorundaydı. Yazının olmadığı toplumlarda bu, sözel ilahi, şarkılar biçiminde, ezberlenmesi kolay tarzlarda, babadan-oğula, nesilden nesile aktarılıyor olmalıydı. Her topluluğun veya tercih ettiğim kavramlarla, her “toplum birim”in kendi özel bir “tarih çetelesi” ve buna bağlı “tarih anlatımı” bulunuyor olması çok doğaldı.

 Safa Kaçmaz

 
Homeros'un İlyada ve Odysseia gibi destanlarında anonim ilahi-şiirler üzerinden anlatılan Truva, yüzyıllar boyunca "kutsal", "ruhsal", "hayali","mitolojik" vb. eserler olarak değerlendirilmişti...

Fakat Alman define arayıcısı olan Heinrich Schliemann trafından 1870-1874 yılları arasındaki kazılarla Truva, taş-topraktan üst üste 9 kez kurulup yıkılmış bir antik şehir olarak ortaya çıkarılınca, "H...
ayali Truva" ve onun kahramanları, Kralları, şavaşçıları, çocukları, kadınları... ile gerçek, yaşamış bir toplumun tarihi ile karşı karşıya olduğumuz kabul edilmeliydi!

Eski teoriler yeniden gözden geçirilmeliydi!
http://www.troiavakfi.com
 
***
Tarih, Turuva ve mitoloji...

"Hep kavga dövüş, savaş işin gücün,

En iğrendiğim sensin
Zeus'un beslediği kırallar içinde!"


Safa Kaçmaz

Bugün yalnızca turistik gezi duraklarından biri olarak rehber kartlarına işaretlenen Turuva'yı ve onun surları önünde on yıl süren savaşı, 32 asır önceki eski topluma ait tüm bilgilerle kanaviçe gibi örerek anlatır Homeros destanları... İlyada ve Odisseia, özellikle Avrupalı aydın bakımından büyük bir moral değere sahipti ve asırlarca süre bu destanlar temelindeki eğitimle yetişmiş Latin kültür kökenli toplumlarda, bir aydının herhangi bir yazısında Homeros destanlarına gönderme yapılmamış olması neredeyse olamaz bir şeydi.

Gerçi, Homeros destanları yasal bakımdan, Atina'da dini ayinlerin kutsal ilahileri olarak kabul edilmişti ama, önce, tanrıların tekleşmesi sürecinde gözden düşmesi gerekiyordu; aydınlanma çağından sonra ise, bunlar nihayet, eski Anadolu ve Gırek şehir devletleri arasındaki savaşları ve toplulukların kendi tanrılarıyla olan ilişkilerini ele alan; edebi yönden etkileyici ve olsa olsa bire bin katılmış söylence-mitoloji olarak kabullenilip bırakılmıştı.

Okuyucuyu dağların en yükseği Olimpus'a, yerleri ve gökleri titreten Baba-tanrı Zeus katına çıkaran, oradan denizin kenarına, Agememnon ile Aşil arasında Biriseis kız için yürüyen onur tartışmasına taşıyan; Menelaos'un karısı güzeller güzeli Helene ile Paris arasındaki doyumsuz aşkı dinleten; Odisseia' da kahramanıyla birlikte yeraltı Hades'ine indiren.... Piriam ve elli oğlunun Turuva'sını anlatan destanlar aslında o denli gerçekti ki, Alman define arayıcısı, elinden düşürmediği Homeros'un kitabındaki tanımlardan hareketle, Menderes nehrinin süzülüp aktığı ovaya ulaştı ve oradan destana göre şehrin batı kapısındaki ulu meşe ağacının izini süre süre Çanakkale'de Homeros'un Turuva'sını eliyle koymuş gibi ortaya çıkarıverdi.

Turuva'nın 1870'li yıllarda keşfiyle birlikte Homeros 'mitolojisi'ne ilişkin bütün eski yargıların değişmesi gereken an gelmişti artık. Kazıtçılar üstelik bir tek Turuva değil, tam dokuz Turuva bulmuşlardı. Üst üste dokuz şehrin yalnızca bir katında '50 oğul'u olan Piriamos'un kutsal İlyon şehri ve destanda öve öve bitirilemeyen zengin hazinesi bulunuyordu.

Alman yurttaşı Scheliman'ın Turuva'yı keşfi, hiç olmazsa Avrupa'da bir volkan patlaması etkisi yarattı. Charle Diehl, biraz da aydın kıskançlığı ve küçümsemesiyle, Turuva kazıtlarını kastederek, 'orada', diyordu, ''Homeros bir tanrı, bay Schlieman da onun peygamberidir; fakat, yürekten inanıyorum ki, peygamberine tanrısından daha çok tapılıyor orada. ''

Tanrısından çok tapılan bu define hırsızı, doğrusu peygamberliği hak edecek kadar da iyi çalışıyordu; Scheliman, Türkiye ve Yunanistan'da kazıt çalışmalarını sürdürdü;Turuva'dan beş yıl sonra bu kez Agamemnon'un mezarını ve o zamanki söylentiye göre, bizzat Agamemnon'un kemiklerini de buldu. 1876' da Bay Schlieman, bu olaydan haberdar etmek için Yunan kralına çektiği telgrafta, sanki 3000 yıl önceki bir 'mit'ten değil de, birkaç gün önce aralarında bulunduğu dostlarından bahseden bir insan rahatlığı içinde şöyle yazıyordu:

"Klytaimestre ve sevgilisi Egisthe tarafından, hepsi de yemek masasındayken öldürülen Agememnon, Kassandra ve Eurymedon'un mezarlarını bulduğumu büyük bir kıvançla majestelerine bildiririm. "

Böylece, bütün bir Avrupa bilim dünyasını yetiştiren antik yunan öğretisinin temeli olan destanlar, nereden kaynaklandığı belirsiz bir "mitolojik anlatım" olmaktan çıkmış, 5000 yıldır var olan Turuva'yı konu edinen genel bir tarih anlatım biçiminden başka bir şey olmadığını bütün dünyaya yüksek sesle ilan etme olanağına kavuşmuştu.

19. yy'da tarihe ilişkin yaygın anlayış, onu 'yazılı tarih'le sınırlı olarak anlamak biçimindedir. Bu konuda da, eski Hint ve Ortadoğu Kutsal Kitapları, Antik yunan ve Roma kaynakları, Sezar ile Taciticus'un Cermen Tarih ve Yıllıkları'nın ötesinde elde fazla kaynak bulunmuyordu. Bu durumda yalnızca bu bilgilere dayanarak eski insanın geçmiş toplumsal kurum ve onları ortaya çıkaran ilişki temellerini kavrama çabası yeterli derinlikte olamazdı. Eski insanın Homeros dünyası ve Homeros dünyasına da büyük ödünçler verdiği şimdi belli olan Sümer kültürünün yazılı ve yazılı olmayan kazıt bulgu sonuçlarının tarihi bize, bu alanda, 1870'li yıllardan itibaren bir bakıma yeni ve daha zengin olanaklar sunma sürecini başlatmıştır.

Gerçi 1850 'li yıllardan itibaren, Avrupa ve Amerika sosyal bilimi, eski topluma ilişkin büyük bir bulgu birikimi sağlamıştı. Amerikalı Lewis H. Morgan'ın Eski Toplum'unda yayınlanan Amerika yerlileri arasında yapmış olduğu araştırma sonuçları, değişmeden kaldığına inanılan 'kutsal aile' yapısının eski toplumda tümüyle farklı olduğunu açıklığa kavuşturmaya başlamıştı; sömürgeciliğin açtığı yoldan Afrika ve Avustralya'ya ulaşan İngiliz ve Fransız yurttaşlarının yerliler arasında yürüttükleri incelemeler de hız kazanmıştı. Bununla birlikte, Avrupa'nın en ileri beyinleri, kısa bir zaman sonra bu 'ilkellerin sırları' önünde yorum üstüne yorum geliştirmenin ilerisine pek geçemediler: Her şey bir yere kadar açıklanabiliyor; sonra, eski insanın ruh, hayvan, bitki, yıldız ve ejderhalardan oluşan dünyasının 'giz örtüsü' Gılgamış'ın Uruk sur duvarları gibi yükselip eski dünyanın etrafını çepeçevre kapatıveriyordu. Uzmanların dilden düşürmedikleri 'giz' ve 'hayal' sözcükleri kadar, ateşli silahlarla çabucak dize getirilen ' ilkeller' karşısında modern dünyanın şerefini kurtaran çok az kelime vardır!

Alman define avcısı Schlieman'ın, kendi niyeti, sonradan Londra, Berlin ve Paris müzelerini süsleyecek değerli eşyaları çalıp götürmekten başka bir şey olmasa da, ortaya çıkardığı Turuva, insanbilim tarihinde Lewis Morgan'ınkinden aşağı düzeyde olmayan çığırlardan birini başlatmıştır. Kazıt bilimin antik vazo toparlama uğraşı olmaktan çıkıp, başlı başına bir bilim hale gelmesinin Turuva'nın keşfine bağlı olması bir yana; bu keşif, 'mitoloji'nin de hiç olmazsa sözünü ettiği şeylerin tarihte yaşanmış olduğunu herkese göstermiş; Mısır'da, Sümer Mezopotamyası'nda ve Türkiye'de cesurca ve emin olarak kazıtlara başlanması için bilimsel bir coşku temeli de yaratmıştır.

Turuva'nın keşfinin ardından, eski tarih araştırıcılığı, kazıt bilime tam olarak o tarihlerden itibaren yöneldi ve bugün olduğu gibi dün de Asya, Avrupa ve kuzey Afrika ile bağları olan Anadolu, eski Sümer, Asur, Hitit uygarlıkları, ölçülmez değerdeki yazıtlarıyla kendilerini bize tanıtmak için sıraya girdiler.. Kil tabletlerin okunmasını kendilerine borçlu olduğumuz Avrupalı bilim adamları, daha önce sadece Kutsal Kitap'larda adı geçen bu topluluklara ait bulguları Londra, Paris, Berlin ve New York'a taşımaktan yorulduklarında bir kısmını da İstanbul ve Ankara müzelerine de teslim etmişlerdi. Gün yüzüne çıkan tabletler bu kez de bir yüz yıl boyunca Türkiye müze depolarının tozlu raflarına sıralandılar ve büyük hedef sahibi aydınlarımızın küçük uğraşlarından başlarını kaldırmalarını sabırla ve biraz da boşuna beklemeye başladılar.

İngiliz W. Loftus'un 1835'lerdeki pek kalıcı sonuç vermeyen ilk Mezopotamya yolculuğu 1850' lerden sonra, kesintilere uğrasa da günümüze değin devam eden bir kazıt bulgu çalışmasını beraberinde getirmiştir. Şimdi artık, eski Sümer yerleşimleri olan Eridu, Ur, Uruk, Girsu, Lagaş ve öteki Babil şehirlerinde 5000 yıl önce yaşayan toplulukların kendi aralarında kurup sürdürdükleri ilişki biçim ve düzenlerini yakından izleyebilme olanağına sahibiz.

Eski insanın tabletlerin bir bölümüne kaydettiği ilahiler , cenaze törenlerinde, yeni yıl bahar şenliklerinde, kardeşlik anlaşma şölenlerinde, tanrılara adanmış tapınak korolarında kör ozanlar, çalgıcılar, rahipler ve doğrudan topluluk bireylerince, bütün bir topluluğun onayını alma süreci içinde zenginleşerek zaman içinde oluşmuş, yaratılıp düzenlenmiş tarih kayıtlarıdır aynı zamanda. (*1)

Demek ki, başlangıçta toplumun eski ilişkilerinin tanımı ilahilerin içinde yer alıyor ve sonraki nesillere davranış düzenlemeleri bakımından yol gösteriyordu. Homeros adıyla anılan bu destanlar, bu nedenle yalnızca bir savaş anlatımı, hatta öncelikle bir savaş anlatımı değildir. İlyada, ister istemez kendisine savaşı konu alırsa da, orada, bir bütün olarak savaş yergisini de okuruz. Destanlar öte yandan, insan yaşamının hemen her kesitindeki ilişkilerini sonraki kuşaklara öğreten bir töre aktarım biçimi olarak şekillenmiştir aynı zamanda. Orada, gür naralı Diomedes, toplanan kurultayda söz alınca, "önce sana çatacağım, Atreusoğlu Agamemnon, ey kıral, darılmaca falan yok, toplantıda bize verilen hak bu" dediği zaman, bu dizeler, sonraki kırallar arası ilişkide de kullanılan bir uygulama kılavuzu da oluyordu. İster Olimpus'lu tanrıların, ister Turuva önünde savaşanların şölenlerinde olsun, katılımcılar eşit pay alır, yakınmazdı bir tek kişi. İnsan, kanla, çamurla kirliyken, arınmamış ellerle Zeus'a yalvaramazdı. Turuva içinde Atena'ya bir yaşında iki buzağı kurban edilmişti. Dışardan gelen konuk, önce eşikte karşılanır, yedirilir, içirilir, ancak bundan sonra adı-sanı sorulurdu; yabancı konuk girişte silahlarını kapı dibine koyar, evin erkeği veya genç kızı tarafından yıkanırdı. Savaşta iki tarafın temsilcilerinin düellosunda kurralar tolgaya konup sallanır, düello alanı ölçülür, öteki savaşçılar yerlere çömelir, kurrası çıkan ilk mızrağı atardı. Nestor bir kam olarak Agememnun'a söz geçirirdi. Karşılıklı ant içmenin yolu yordamı belirlenir, ihtiyarlar meclisi toplanır, yaşlı temsilci asa'sı üzerine ant içer, taraflar ant'ın konusunu ve uyulmamasının neticelerini yüksek sesle beyan edip tanrılara yakarırlar; Gök tanrıya ak koyun, Yer tanrıya kara koyun kesilirdi.
 
 İlyada'dan Tanrı sunularının nasıl hazırlandığını, yaban domuzu veya koyundan bir tutam kıl-tüy kesilip onun paylaştırılması gerektiğini öğreniriz. Homeros dünyasının savaşlarında kişinin ölmesinden çok, ölü bedeninin karşı tarafa kaptırılmaması, soykalarının soydurulmaması çok daha önemlidir.
 
Turuva anlatımında ölüm törenlerinin, yas tutma günlerinin , cenazeyi ateş payı vererek yaktıktan sonra kemiklerini toplamanın, mezar dökmenin, 'piç' veya 'kusursuz' oğul ve kızların ilişkilerini anlarız, bir tanrıçadan veya ölümsüz tanrıdan olan ile bir ölümlüden doğanın saygıda bir olamayacağını saptarız. Aleksandr, Paris, karşılıklı ant içildikten sonra, Menelaos'la teke tek döğüşü yitirince, Helene'nin, Akha'lardaki geleneğe göre, Paris'in yatağına artık çıkmaması gerektiğini, bunun hoş karşılanmadığını anlarız. Yalvarana saygıyı, kurtulmalık kurumunu, köleleştirme ilişkilerini, krallar arası ganimet onurlandırma paylaşımlarını izleriz.
 
Kısaca bu destanlar, tıpkı öteki eski toplum destan örnekleri gibi, bireyin doğum öncesinden ölüm sonrasına değin geçecek varlık dönemi boyunca karşılaşacağı hak ve yükümlülük tanımlamalarının; bütün bir toplu yaşam kurallarının anlatımını içerir.

Turuv
a'nın keşfinden otuz yıl kadar önce, ''her mitoloji, doğa güçleri üzerinde hayal alanında ve hayal aracığıyla egemenlik kurar. . " diye ilan edilmesinin karşısına Yunan mitolojisi Turuva , Hektor, Priam ve Agememnon'la, elle tutulur bir gerçek olarak karşımıza dikilince, eski tutumların düzeltilmesi beklenirdi. Ama anlaşılıyor ki, genellikle olduğu gibi, ortaya çıktıktan sonra teoriyi düzeltmek her zaman zordur ve neredeyse Politzer'e gelinceye kadar bu konularda tam bir sessizlik hüküm sürüp gitmiştir.

Köleci Atina etrafındaki Hellen ittifak uygarlığı, onun uIaşmış olduğu kültür dünyası, Homeros'un İlyada ve Odisseia 'sı olarak bilinen destanlarla doruk noktasını bulan eski kültür; sonrasında Zeus'u İsa'ya dönüştüren gücün düşünsel dile getiricilerinin fikirleri Aristo , Platon vb. ile Roma üzerinden bütün Avrupa'ya ;Büyük İskender aracılığıyla da küçük Asya ve Hindistan'a kadar uzanmıştı.

Kutsal Kitap'larda dönüşmüş biçimlerinin yer aldığı olayların bundan dört bin yıl önce, yeraltına gömülmüş kil tabletler üzerinde de bulunuyor olması, kutsal kitap sözlerinin tarihsel ve dolayısıyla hukuksal belge olarak da okunmasını gerektirir. Çünkü bütün bozulmuş örnek ve anlayışları içermesine karşın destanlar, eski toplum işleyişinin ve kavramlarının anlaşılmasında bir tarih aktarım biçimi olarak da bize ulaşmışlardır.

Zeus'un Jesus Crist ve öteki tanrı ile tanrıçaların da İsa'nın l2 havarisi haline dönüşüp tek tanrılı döneme geçilinceye değin, Turuva destanları etkisi gittikçe azalarak da olsa, dini bir ayin kitabı olarak varlığını sürdürmüştür. Doğaldır ki, mitoloji hayal ürünü olunca, din üstelik afyon da olmalıydı!

Avrupa materyalizmi, dinin toplumda o anda oynadığı role karşı tavrını, dinin açıklaması yerine koyarak da yanlışa düşmüştür. Din, siyaset ve hukuk'un yanı sıra, ayrı bir üst yapı kurumu değildir; dini hukuktan ayırıp , onu idealizmin değerlendirdiği gibi, tanrı ve tanrısallaşmış insan aklının ürünü; hayal ve düşler toplamı olarak nitelemek başlı başına bir yanlıştır. Modern hukuk doğrudan doğruya dinlerin içinden, dinin kendisi de doğrudan doğruya en eski toplumların hukuk gereksiniminden ortaya çıkar. (*2)

Varlığını Hammurabi ve Musa kanunlarında da bulduğumuz laik yapının, ötekinin içinden ancak tam olarak ayrıldığı Fransız devrimine değin, geçiş sırasındaki iç içeliğini görmek; bunu, hukuk ve dinin başlangıçta birlik ve aynılaşmış halde var oluşlarının bir işareti olarak kavramak gerekirdi.

Sümerlerin en eski yasalarında, yazılı hale gelmeden önce de, eskiden toplumlarda töreler bulunduğu aktarılır. Bugün, Hammurabi öncesi Sümer yasa tabletlerini;Urukagina, Urnammu, Ana İttuşi, Lipit İştar ve Eşnunna yasalarını, okuma ve inceleme olanağına sahibiz artık.

Tarihsel kanıt eksikliği bulunduğu dönemin modern Avrupa materyalizmi, hem mitoloji ve hem de onun özel biçiminden başka bir şey olmayan din kaynaklarına ve genel olarak dine karşı da sarsıntılar geçirmiştir; onun için, mitoloji, destan vb. bir sanat biçiminden öte değer taşımaz ve insan ruhunun ürünüdürler; mitoloji, doğa güçleri üzerinde hayal alanında ve hayal aracılığıyla egemenlik kurar ve o güçlere biçim verir!

A. Erhat ve A. Kadir'in Türkçe çevirileriyle okunması doyumsuz İlyada ve Odisseia, eski insanın gerçek yaşamının gerçek değerlerinin tarihteki en güzel anlatımlarından biridir.

***
Açıklama

(*1) Homeros destanlarını Türkçeye taşıyan ve tanıtan Azra Erhat'ımız Turuva destanlarının oluşum ve edebi yapılanmasına ilişkin olarak, ne yazık ki, Avrupalı uzmanların kimi yanlışlarını yinelemekten kurtulamamıştır.

Homeros destanlarında Olimpus'ta oturan Musa'lar vardır ve olan-biteni onlar bilir ve anlatırlar. Musa'ları da yönlendiren ve kendisinden 'ben' diye bahseden, Ozan başı diyebileceğimiz birisi de şiir-ilahi okuma düzenini oluşturup yönetir.

A. Erhat, tercümesini kendisinin yaptığı esere dikkatli bakmış olsaydı, 'Homeros'un İlyada'da ben diye konuştuğu tek parça bulunduğu yolundaki iddiasının yanlışlığını görürdü.

''Olimpus saraylarında oturan Musa'lar, haydi,
söyleyin bakalım şimdi bana
Agamemnon'un karşısına önce çıkan kimdi?''

İlyada'da bu kalıpsal yapı, bir çok kez tekrarlanır.
(16. Bölüm-110 , 11. Bölüm-220 12. Bölüm -175 vb. )

Fakat konu özne saptamanın ötesindedir. İlyada destan yapısında, bütün diyaloglarda bir yineleme vardır; yanıt veren karşı konuşmacının sözlerini alır, yineler ve bu başlangıcı takiben kendi yanıtını geliştirir. Destanların bu özelliği, bizi, savaşanlar adına şiir-şarkıyla savaşı sürdüren ozan temsilcilerin 'atışması'na götürür. Ve böylece o olağanüstü güzel ayrıntıların bir tek kişi ve üstelik kör bir şair tarafından yaratıldığına dönüştürülmüş, A. Erhat'ın da kapıldığı Homeros aşkının yanlışlığı çıkar ortaya. Homeros, eğer tek bir kişi ismi ise, savaşın yürümekte olduğu sıradaki akşam toplantılarından itibaren yüzlerce ozanın çabası ile ortaya çıkmış bu destanların yalnızca, olsa olsa bir düzenleyicisi olabilirdi.

(*2) Engels, analık hukuku kavramına karşı çıkarken hukuku da modern hukuk anlamıyla sınırlama eğilimindedir ve yalnızca dinsel örtülü hukuk kurallarından söz etmekle yetinmektedir.


 
MÖ. 3000 yıllarında başlayan ilk yerleşim tabakası ile son aşama arasında "9 Troia" tabakası...

Truva'nın keşfi, "İlyada" ve "Odisseia" vb. anlatımlarının, "Homeros destanları"nın bir düşler veya hayaller ürünü olmadığını, elle tutulan bir tarihsel ge
rçekliğe dayandığını kanıtladı...

Truva'nın keşfi, arkeoloji'nin bilim halini alışında bir dönüm noktasıdır.

Bu alanda, 1870 yılından itibaren başlayan kazılar 1874 yılları arasında, dokuz çalışma döneminde tamamlanmıştır.

Bu kazılar, 1890'a kadar, bu uğurda servetinin büyük bir bölümünü harcayan H. Schliemann başkanlığında yapılmıştır.

Bütün bu dönemlerde, Avrupa bilim dünyası yerinden oynadığı ve Homeros destanlarının "hayal" değil, somut ve tarihsel bir gerçekliğe dayandığının anlaşılması süreci başladığı halde, Marx ve Engels'in bu gelişmeleri "suskun"lukla geçiştirmiş oldukları anlaşılıyor...

Troia I-erken dönemden Troia I orta döneme (Ilk Tunç Çağı, yaklaşık M.Ö. 2920-2600).

Güney yöndeki güney girişi ve savunma duvarındaki kulenin doğu yüzü.
 

"Nestor Kupası" olarak tanınan ve Truva kazılarında bulunmuş Kupa'lardan birisi...
Homeros destanında "Nestor Kupası" da tanımlanır..
 

 

Homeros

İLYADA-XI. Bölüm, 605-655. mısralar


Can Yayınları 5. Basım, sayfa : 296-297

-------------------------

Böyle dedi, Patroklos arkadaşını dinledi.

Akhaların barakaları, gemileri boyunca koştu.


Ötekiler de Neleusoğlunun barakasına varmıştılar.

Ayak bastılar bereketli toprağa.

Seyis Eurymedon arabadan atları çözdü.

Durdular deniz kıyısında yele karşı,

Gömleklerini ıslatan teri soğuttular.

Sonra girdiler barakaya, iskemlelere oturdular.

Güzel saçlı Hekamede, bir karma içki hazırladı.

Akhilleus’un Tenedos’u yakıp yıktığı gün,

Nestor, Tenedos’tan alıp getirmişti Hekamede’yi,

Ulu yürekli Arsinoos’un kızıydı Hekamede,

Akhalar Nestor’a seçmişlerdi onu,

Nestor dernekte herkesten üstündü.

Kadın önce bir masa çekti önlerine,

Güzel bir masa, göktaşından, cilalı,

Üstüne tunçtan bir kap kodu,

bir de içkiye katık olacak soğanla sarı bal,

yanına da kutsal buğdaydan yapılmış ekmek kodu,

bir de iki ayaklı çok güzel bir kupa,

Altın kakmalıydı kupanın üstü,

Kulpu vardı tam dört tane,

Gagalıyordu her kulpu altından iki kumru.

Kimse kaldıramazdı onu, doluyken.

Yaşlı Nestor kolayca kaldırdı onu.

Kadın Pramnos şarabını kardı.

Üstüne tunç rendeyle keçi peyniri ufaladı,

Onun da üstüne beyaz un serpti,

Haydi buyurun, için, dedi.

İçildi, yürek yakan susuzluk giderildi,

Sonra konuşuldu tatlı tatlı.

Derken Patroklos göründü kapıda.

Patroklos, tanrıya denk adam.

İhtiyar parlak tahtından kalktı,

Tuttu elinden, aldı içeri, otur, dedi.

Patroklos başladı söze, dedi ki:

“ Oturmanın sırası mı, tanrıların beslediği,

Beni gönderen öfkeli, korkunç bir adamdır,

Bilmek ister, getirdiğin yaralı kim?

Erlerin güdücüsü Makhaon’muş, gördüm, tamam.

Gideyim, bunu Akhilleus’a ileteyim,

Bilirsin ne adamdır o, Zeus dölü,

bakarsın suçlu yapıverir suçsuzu.”


Mitoloji Konusunda Hatalı Tanımlar:

Albert Camus


(7 Kasım 1913 – 4 Ocak 1960)

Fransız bir yazar ve filozof...

" Mitler, hayal gücü onları canlı tutsun diye vardır. "

--------------------

TÜM TEMELİ HATALI OLAN "MİTOLOJİ" KİTAPLARI.....

"Yunan ve Roma Mitolojisi"

Colette Estin

Helene Laporte

MİT NEDİR?

"Mitler doğa güçlerini ve doğaüstü yaratıkları vurgulayan hayal ürünü öykülerdir. Mitin simgesel ve kutsal bir ağırlığı olur.Yüzyıllar boyunca bu öyküler birbirlerinden beslenerek zenginleşmişlerdir. Başlarda kulaktan kulağa gizlice yayılıyorken zamanla kimileri, özellikle de yazarlıkla uğraşanlar mitleri kayda almışlardır.

Bugün elimizde hemen her öykünün, devşirilmiş olduğu yere ve zamana, öyküyü aktaranın meşrebine göre değişen anlatımları bulunuyor. Bu çeşitlilik rahatsız edici değil.

Mitler evrenin ve insanın yaratılışı, dahası doğa güçlerinin birer dev olarak türettiği tanrılar hakkında ana sorulara cevaplar da veriyorlar. Tarihleri boyunca Yunanlılar şehirlerinin kökenine ilişkin başka mitler de üretmişlerdir.

Yunan kültürünün temelini mitler oluşturur, herkes de bunları bilir. Evrenin bilinmezliği karşısında iç huzuru sağladıkları için de herkes mitlere inanır."

--------------------------------
Karl Marx'ın hatalı "mitoloji" değerlendirmesi:

"Her mitoloji, doğa güçleri üzerinde hayal alanında ve hayal aracılığıyla egemenlik kurar ve o güçlere biçim verir. Onun için doğa güçleri gerçekten egemenlik altına alınınca, mitoloji de ortadan kaybolur."

Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, "Giriş", Sol Yayınları, Ankara 1976, s. 280.

----------------------------------
Mao Zedung'un Marx'a dayandırdığı "mitoloji" tanımındaki hataları:

"Mitolojideki sayısız dönüşümler; örneğin, Şan Hai Çing'de, Kua Fu'nun güneşle yarışması; Huai Nan Çu'da, Yi'nin dokuz güneşi okla vurması; Şi Yu Çi'de maymun-tanrının yetmişiki kılığa girmesi; Liao Çain'in Garip Serüvenleri'nde, cin ve perilerin insan oluvermeleri gibi —karşıtların birbirine dönüşümleri— insanlar arasındaki karmaşık ve gerçek karşıtların birbirlerine dönüşümleri örnek alınarak uydurulmuş, çocuksu, hayali, düzmece dönüşümlerdir ve somut karşıtlarda görülen somut dönüşümler değildir.

Marx, "Her mitoloji, doğa güçleri üzerinde hayal alanında ve hayal aracılığıyla egemenlik kurar ve o güçlere biçim verir. Onun için doğa güçleri gerçekten egemenlik altına alınınca, mitoloji de ortadan kaybolur."[Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, "Giriş", Sol Yayınları, Ankara 1976, s. 280.] diyor.

İnsanların doğa güçlerini hayali olarak fethettikleri mitoloji ve çocuk masallarındaki sonsuz değişim anlatımları, herkesin hoşuna gittiği gibi, mitolojinin iyisi, Marks'ın dediği gibi, "bitmeyen bir çekiciliğe, sevimliliğe" sahiptir. Böyle de olsa, mitoloji, somut çelişkilere dayanmaz ve bu nedenle de gerçeği bilimsel olarak yansıtmaz. Kısacası, mitoloji ile çocuk masallarındaki çelişkiyi oluşturan yönlerin, somut değil, ancak hayali bir özdeşliği vardır. Marksist diyalektik, gerçeğin dönüşümündeki özdeşliği, bilimsel olarak yansıtır."

(Mao Zedung, ÇELİŞKİ ÜZERİNE,

Ağustos 1937 )


Heinrich Schliemann tarafından Truva'da bulunan Kıral Priamos'un hazinesindeki kadın takıları o kadar "gerçek"tir ki, bayan Schliemann onlarla poz vermekten kendini alıkoyamamış...

Truva'nın keşfine ait bulguların yer aldığı kitabın 1874 yılındaki baskısının ilk sayfası...

Bu kitabın bütün dünyadki etkisini anlamak için, o dönemde yazılmış ve Truva'nın keşfini anlatan kitapların coşkusuna bakmak gerekecektir.


Bütün Avrupa'nın Homeros kitaplarıyla eğitildiği şartlarda, 1874 yılında gerçekleşen Truva'nın keşfi, aslında yüz yıl sonra ay'a ayak basılması gibi bir olaydır.

Böyle bir olay karşısında, Homeros destanlarını "mitoloji" olarak değerlendiren "Komünist Manifesto" yazarları, "sessizlik" tavrı sürdürmeyi yeğlemişlerdir.

Manifesto'nun en temel ilk cümlesi, bilinmeyen bir döneme ait, hatalı bir genel değerlendirmeye dayanıyordu:

"Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi,[2*] sınıf savaşımları tarihidir."


Ve hemen arkasından da, "bütün toplumların tarihi" kavramı üzerine "açıklamalar" peş peşe gelmeye başlıyor; "(ilkel komünal toplum hariç") gibi parantez içi eklemeler yapılyordu:

Engels'in açıklaması:

[2*] Yani yazılı tarih. 1847'de, toplumun tarih-öncesi, kaydedilmiş tarih-öncesinde varolmuş toplumsal örgütlenme henüz tamamıyla bilinmiyordu. O tarihten bu yana, Haxthausen, Rusya'da, ortak toprak mülkiyetini keşfetti. Maurer bunun, tarihte bütün Cermen ırklarının geldikleri toplumsal temel olduğunu tanıtladı, ve giderek köy topluluklarının [Almanca baskılarda "ortak toprak mülkiyetine dayanan köy topluluklarının" deniliyor. -ç.] Hindistan'dan İrlanda'ya kadar her yerde toplumun ilkel biçimi oldukları görüldü.

Bu ilkel komünist toplumun iç örgütlenmesi tipik biçimiyle Morgan'in gens'in gerçek niteliğini ve aşiret ile olan ilişkisini ortaya koyan üstün keşfiyle açığa çıktı. Bu ilkel toplulukların dağılmalarıyla, toplumun ayrı ayrı ve nihayet uzlaşmaz karşıtlıktaki sınıflar olarak farklılaşması başlar. Bu dağılma sürecini Der Ursprung der Familie, des Privateigenthums und des Staats, 2. baskı, Stuttgart 1886'da izlemeye çalıştım. [Engels'in 1888 İngilizce baskıya, ve -son tümce hariç- 1890 Almanca baskıya notu.]


Karl Marx'ın hatalı "mitoloji" değerlendirmesi:

"Her mitoloji, doğa güçleri üzerinde hayal alanında ve hayal aracılığıyla egemenlik kurar ve o güçlere biçim verir. Onun için doğa güçleri gerçekten egemenlik altına alınınca, mitoloji de ortadan kaybolur."

(Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, "Giriş", Sol Yayınları, Ankara 1976, s. 280.)



***

Ahura Mazda'cı inançtan geriye kalan İran'daki bu kaya yazıtları Henry Rawlinson tarafından 1840 yılından itibaren çözümlenmeye başlanmıştı ve bunlar İngiltere'de yayınlanıyor, bütün dünya bu bilgilere İngiltere üzerinden ulaşıyordu.

Öte yandan Homer
os'un anonim ilahilerde anlattığı Truva da, 1870-74 yılları arasında keşfedilmiş ve bulgular kitap olarak Marks ve Engels'in sağlıklarında yayınlanmıştı.

Marks ve Engels'in bütün bu arkeolojik verilere,

geçmiş tarihin aydınlığa çıkarılması çabasına,

"mitoloji" denilen bir tür tarih aktarım tarzına karşı tutumları, sadece tipik "aydınlanmacı" , "pozitivist" yaklaşımların suskun ve utangaç devamı olmuş görünüyor....
 

 
 




 
 
 
"El Tapınımı"nın günümüze kadar devam ettiği; ritüellerde "el basma" motifi kullanıldığı dikkate alınırsa, başka mağarada bulunanlarla birlikte, 40 000 yıllık bir "el tapınım ritleri" bulunduğundan yola çıkmak zorundayız.

Bulunan "negatif-positif el d
amgaları", aynı zamanda, bazılarında "kesik parmaklı" olarak bulunmaktadır.

"Kesik parmaklar" üzerine "egzama vakasıyla düşmüş olabileceği", "negatif damgalama sırasında parmakların bükülü tutulmuş olabileceği" gibi "yorumlar" bulunuyorsa da, eğer, zaman içinde, 20 000-40 000 yıllık eski atalarımızın "parmak kesme/parmak adama" ritleri uyguladığı sonucuna ulaşılırsa ( ki, bize bu olasılık çok fazla mümkün görünüyor!), "dinsel-ritsel kutsal uygulama"nın tarihleri hakkında oldukça somut konuşma olanağına kavuşabileceğiz demektir...

40 000 yıl öncesi için henüz "tanrı"lar yok... Tanrı veya Allah, ortalığa çıkıp "Adam" ile "Havva"yı "yaratmamış"lar ama... eski insan topluluklarının yaşamlarında kurallar var ve bunlar daha o zamandan sembolik kutsama ayinleri halini almış durumda...
 

                               Fransa- Lascaux Mağarasında 35 000 Yılık Çizimler...

 

Marsilya yakınındaki Cosquer mağarası 1985 yılında keşfedilmişti...

Yapılan radiokarbon tarihleme ölçümlerine göre yaklaşık 27 000 -19 000 yıl arasında bu mağaranın kullanılmış olduğu anlaşılmıştır.


İçerde toplam 486 çizim/desen bulunmaktadır.
Bunlardan 177 tanesi 11 çeşit hayvana ait; 1 tanesi insan , 65 tanesi "négatif-positif el damgaları", 20 adeti anlaşılamamış figür, 216'sı simgeden oluşuyor...

"El Tapınımı"nın günümüze kadar devam ettiği; ritüellerde "el basma" motifi kullanıldığı dikkate alınırsa, başka mağarada bulunanlarla birlikte, 40 000 yıllık bir "el tapınım ritleri" bulunduğundan yola çıkmak zorundayız.

Bulunan "negatif-positif el damgaları", aynı zamanda, bazılarında "kesik parmaklı" olarak bulunmaktadır.

"Kesik parmaklar" üzerine "egzama vakasıyla düşmüş olabileceği", "negatif damgalama sırasında parmakların bükülü tutulmuş olabileceği" gibi "yorumlar" bulunuyorsa da, eğer, zaman içinde, 20 000-40 000 yıllık eski atalarımızın "parmak kesme/parmak adama" ritleri uyguladığı sonucuna ulaşılırsa ( ki, bize bu olasılık çok fazla mümkün görünüyor!), "dinsel-ritsel kutsal uygulama"nın tarihleri hakkında oldukça somut konuşma olanağına kavuşabileceğiz demektir...

40 000 yıl öncesi için henüz "tanrı"lar yok... Tanrı veya Allah, ortalığa çıkıp "Adam" ile "Havva"yı "yaratmamış"lar ama... eski insan topluluklarının yaşamlarında kurallar var ve bunlar daha o zamandan sembolik kutsama ayinleri halini almış durumda...
 

 
 
Negatif-Pozitif Ve Kesik/Bükülü/Kopuk Parmaklı El Damgaları....

Negatif-Pozitif El damgalarına Gargas Mağarasından Altamira Mağaarasına kadar geniş bir bölgede ve 40 000- 20 000 yıl aralığında rastlanılmaktdır.


Buralarda kullanılan "Kesik/Bükülü/Kopuk Parmaklı" el damgalarını, yaygın bir "egzama" vakasıyla açıklayabilmek fazla bilimsel olmayacak...

Tamamı yetişkinlere ait olan Negatif-Pozitif El damgalarında karşılaşılan "kesik parmak" uygulamasını, bir "ritüel"e bağlamak daha uygun görünmektedir.

Çünkü, parmak adama, el adaama hem dinsel edim olarak günümüze kadar devam etmiştir ve hem de, İslami toplumlarda hala, bir çok alanda "dinsel adağın ceza uygulamasına dönüşmesi süreeci"nde olduğu gibi, "parmak,el, kol, bacak,ayak kesme cezası" olarak da uygulanmaktadır.
 

 
Paleolithic Cave Arts in Northern Spainhttp://youtu.be/t0j9NC1hID0

 
1575 yılından beri tanınan Fransa-Gargas Mağarasının bir bölümü, adeta sadece negatif-pozitif el damgalarına ayrılmış gibidir...

143 adet el damgası siyah, 80 adeti kırmızı renkli olan damgalardan bunlar dışında kalan beyaz ve diğer renkler de vardır.


Toplam 144 el damgasında, bir veya daha fazla parmak "eksik" görünmektedir.

Bu parmakların damga için ağızla boya püskürtme sırasında "büküldükleri" mi, yoksa "egzama" vakası ile "düşmüş parmaklar" mı olduğu sorusu, henüz yanıt bulmamıştır.

Bunun yanısıra, bu parmakların "adak" olarak kesilmiş olması olasılığı da, henüz tam olarak değerlendirilmiş değildir.

Fransa'dan İspanya'ya kadar geniş bir alanda birbirinden yüzlerce km. uzaklıktaki mağaralarda, 40 000-20 000 yıl kadar önceki Neandertal'lerden kaldığı düşünülen bu el damgalarındaki mütilasyonların, günümüze kadar devam eden "parmak" ve "el-kol" kesme-adama ritlerine bağlı olmuş olması bize çok mümkün görünmektedir.

 
      Muhammed'in ülkesinde el-kol-parmak, kafa, ayak-bacak kesilmeye devam ediliyor...

 
Kuzey İspanya'da keşfedilen ve 40 000 yıldan daaha eski tarihlere ait olan Altamira mağarası el damgaları, Néandertal ve Homo Sapiens dönemlerine denk geliyor. http://www.maxisciences.com/.../des-peintures-rupestres...

 
                                               http://www.facebook.com/photo.php?      fbid=429212990447343&set=a.429212247114084.88751.244601975575113&type=3&theater

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder