16 Temmuz 2013 Salı

Dinlerin Eleştirisinde Bilimsel Ateizme Başvuralım!

 
Kaba Ateizme Karşı Bilimsel Ateizmi Derinleştirelim...

Bizler, bilimsel ateistler olarak, din'lerin asıl kaynaklarını "masallar, hurafeler, cehalet" alanında aramayı kategorik olarak reddediyoruz.

Bunu söylemek, dinlerin giderek "masal" veya "hurafeler" halini almış olduğunu reddetmek anlamına gelmiyor.

Biz bilimsel ateistler, din'leri ve onun kaynaklarını, insan toplumun yaşam ilişkilerinde; gerçek dünyanın yeme-içme ve cinsel ilişki kurallarında arayıp ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. "Mümin"lerin, inandıkları dinlerin geçmişinde, bir dizi hayvan ve bitki-meyvenin "kutsallığı" konusuna nasıl yanıt verdikleri bizi şu anda pek ilgilendirmiyor. Fakat, her ateist şahısın, üzüm'ün, mercimek'in, marul'un, güvercin, eşek, koyun, yılan, öküz veya dana'nın... iman veya kilise dünyasındaki yer ve işlevini, "cehalet", "hurafe", "masal" gibi kavramlara hiç başvurmadan, açıklayabilmeyi denemesi gerektiğini ve ancak böylece ateizme bilimsel temellerde bir ilerleme olanağını yaratmış olacağını düşünüyoruz.

Ne yazık ki, "anti-islamist" çerçeve dışına pek çıkamamış olan Turan Dursun, İlhan Arsel veya onların kötü kopyası durumundaki Erdoğan Aydın'ın "din eleştirileri"ne karşı "Bilimsel Ateizm" vurgusunu bu nedenle sistemli olarak yapıyoruz. Her dinsel ritüel veya yaklaşıma "masal", hurafe", "cehalet" damgası vurmanın ötesine geçmeyi becerememiş olanların, bilimsel ateizm alanında, toplumsal-tarihsel ilişkileri kavrama ve açıklamada diş kovuğunu dolduran açıklamalar yapamamış olmaları tesadüf değildir.Bu tür "kaba ateist"lerin, eski toplumdaki kadın-erkek ilişkilerini; miras ilişkilerini; totem ilişkilerini; farklı yiyecek ve yiyecek hazırlama biçimlerini; farklı öldürme ve cenaze kaldırma biçimlerini yeterince incelediklerine ve bunların nedenlerini tanımlamaya çalıştıklarına pek şahit olamıyoruz. Çünkü onlar, eski toplumun din'lerin kaynaklarını insan toplumunun geçmiş ilişki biçimlerinde değil; eski toplumun “cehaleti”nde, “masal” ve “hayal dünyasında” aramayı temel almışlardır.

18. yüzyılın aydınları, genel olarak, o günkü bilgi seviyeleri ile, "din"lerin kaynaklarını "cahil insan"ın hurafesi, masalı, cehaleti, uydurması olarak nitelemişlerdi.

Turan Dursun, İlhan Arsel gibi yazarlarımız maalesef bunların ötesine geçen bilimsel bir temel geliştirememişlerdir. Onların günümüzdeki versiyonu olan Erdoğan Aydın da, asırlar öncesi gerekçeleri yenilemeyi bilim sanıyor... Oysa bilim, geçen yüzyıllarda, insanbilim alanında, arkeolojik bulgularla birlikte, çok büyük ilerlemeler yapmış durumdadır. Şimdi, günümüzden 4000 yıl önceki Mezopotamya toplumlarının "Anayasaları" olan, temel yasalarını; gündelik kişisel yaşam ve ticari ilişkilerini; miras kayıtlarını, adeta günümüzün toplumları kadar "yakın"dan tanıma olanağı doğmuş durumdadır.

Mezopotamya "yazılı kaynakları"na yoğunlaşmamız, bazılarının sandığı ve yansıttığı gibi, "dinlerin kaynaklarını sadece bu alanda" aradığımız anlamına gelmez. Fakat "yazılı-belgeli" kaynaklar, elbette üzerinde en çok durulması gereken kanıtsal alanlardır. Üstelik, Mezopotamya kaynaklı "yazılı din"lerin de, kaynakları bakımından takibini en iyi, Mezopotamya'da bulunmuş ve çözümlenmiş dinsel ve ekonomik tablet kayıtlarına; anıt yazılara dayanarak gerçekleştirebiliriz.

Neredeyse 10 yıldır kamuoyuna yansıttığımız bu ana çerçevedeki çabalarımız, artık, dinlere yönelik eleştirilerimizde, ateistlerin sesinin daha olgun ve daha bilimsel çıkmasına hizmet etmiştir. Yapılması gereken, insanların küfürlerini veya iç boşaltmalarını "din eleştirisi" gibi sunma ve kavrama dönemini kapatmak; bütün din ve mezheplere karşı, ayırım yapmadan, bilimsel ateizme daha çok güç vermektir!


https://www.facebook.com/media/set/?set=a.437900556245253.90922.244601975575113&type=3


Din Kurumunun Toplumsal Kaynaklarının Bilimsel Analizi..

‘Sümer ve Akad’ ilahilerinde ve dolayısıyla Tevrat, İncil ve Kuran’da yer alan temel dinsel kavram ve anlatımların “yeni bir okuma tarzı” ile ele alınması!

Bu alanda yapılması gereken çalışma İslamiyet’i en basit düzeyde eleştirip, bunu ‘din eleştirisi’ diye sunmak değildi!

İslamiyet’e olduğu kadar Hıristiyanizme ve Museviliğe yazın ve ritüel temellerini veren ve ‘Sümer ve Akkad’ olarak tanınan merkezi Mezopotamya’nın eski toplumlarını ve onların kültürel çizgilerini,örgütlenme ve ilişki tarzlarını da tanımaktı.

Tevrat, İncil ve Kuran'ın Mezopotamya Yazın Kaynakları, ulaşılabilen en eski yazılı kayıtlar üzerinden,çok somut olarak Akado-Sammaru toplumlarının en gerçek ilişkilerini yansıtan tarih aktarımlarını,insanbilim kuralları temelinde incelemekte;farklı toplum birimlerce aktarılan bu kayıtların ‘din’ haliyle evrimini ele almaktadır.

***
Kuran, İncil ve Eski Ahit ile 'Sümer-Akkad' tablet yazıları arasında paralellik ve yakınlık bulunduğunun saptanmasına bağlı olarak , bu üç din kitabının 'Sümer söylenceleri'ne dayandığı ileri sürülmüştü. Gerçekten de, Musevilik, Hırıstiyanlık ve İslam'ın kitap metinlerinin , Akado-sammaru ilahilerinin zamanla dönüşmüş biçimlerine dayandığı artık ispatlanabilir bir olgudur.

Fakat bu, böyle olsa bile , burada yanıtı hep eksik bırakılan en can alıcı soru şu idi: O halde bu 'Sümer söylenceleri' nasıl oluşmuştu ve asıl kaynakları ne idi?

Şimdiki dini kitaplar ile Akado-sammaru tablet yazıları arasındaki bağlantıların bilim dünyasında berraklaşması , kaçınılmaz olarak, teolojinin olduğu kadar , eski felsefeciliğin ve eski toplumbilimciliğin 'din eleştirileri'nin de yeni bir zeminde ele alınmasıni gerekli hale getirecekti zaten.

Bu kitapta yayınlanan çalışma sonuçları böyle bir çabanın parçasıdır.

                                                                  ***
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik

"Musa var mıydı, yok muydu",
"İsa'nın karısı, kardeşleri" falan var mıydı, yok muydu;
“Kuranı Muhammed'in kalbine Allah mı doğdurdu”, yoksa “Cebrail Allah’ın kelamlarını taşıyıp Muhammed’in kulağına mı fısıldadı ?”

Bu düzeydeki tartışmalar, sadece İslam’ın değil, genel olarak dinlerin gelişim sürecinin temel yanlarının incelenmesinde, çok da fazla önem taşımazlar.
25.9.2008 
Safa Kaçmaz
---

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-2
22.2.2008

Din’in, özellikle de Musevilik ve İslam dininin, sadece imanlı ile tanrısı arasında “vicdani, ruhani, kalbi bir ilişki” olarak kalamayacak özellikte şekillenmesi, bu dinlerin kolayca toplum ve devlet yönetimi haline dönüşmesinin alt yapısını oluşturuyor.

Dikkat edilirse, bu ülkede, Türkiye’de, Diyanet Başkanlığı gibi mevkilere yükselmiş olup da, emekliliğinden sonra “dinci” kesim arasında “otorite” olarak kalabilmiş örneğimiz bulunmuyor. Diyanet başkanlığından sonra onlar gazete köşelerinde “din uzmanlığı” yaparlar hep. Bu herhalde nedensiz değil. 

Çünkü, her an ve her konuda onlar "….madem Kuran böyle diyor..." baskısı altındadırlar ve bu nedenle İslami kitle nezdinde hemen gözden düşerler. Çünkü, öteki din kitapları gibi, Kuran da, uygulanmak için vardır ve İslam dininin gelişkin bir dini-ruhani kast elinde reforme edilme olanağı bulunmuyor. Kuran ile imanlı arasında, İslam'ın yapısından gelen bir şekilde, ara otorite bulunmaz. Birey, Musevilik ve İslam’da, Hıristiyanlıkta olan ilişki tarzından daha farklı olarak, “Tanrıyla bire bir” ilişki tarzı içinde bulunuyor. Geçtiğimiz günlerde, Süleyman Ateş, bu alanda işlerin nasıl yürüdüğünün güzel bir örneğini, boşanmış kızının kendi rızasıyla evli bir erkekle ve onun karısıyla kuma ilişkisi içinde yaşamasından yakınan bir babaya karşı yanıtında, vermişti:

“Bu zamanda çok evlilik tavsiye edilecek bir şey değil ama taraflar razı olduktan sonra Kur’ân buna müsaade etmiştir….
Kızınız eşinden ayrılıp evli bir erkekle evlenmeye razı olmuş ise dine aykırı bir şey yapmamış.
Kızınızın yaptığı Allah huzurunda günah değildir….
(Bu devirde “Dinen” çok evlilik olur mu? )

Aynı gazetede Ruhat Mengi “…inanamıyorum” diye, isterse buhranlar geçirsin; Kuran kelamı ve Muhammed uygulamalarıyla eli kolu bağlanmış S. Ateşler, bu bağımlılıktan kurtulup , “ Bu çağda böyle şey olmaz” diyemezler.

Kuran ve Muhammed uygulamasında “9 yaşında kız ile evlilik” bulunduğu sürece, bay Ateş, Ruhat Mengileri daha fazla buhrana sokmaya devam ederek, bunun da “yüce dinimizce günah olmadığını” açıklamak zorunda kalacaklardır. Daha radikallerinin ise, konuya karşı savunmaya geçerek “günah değil” demekle yetinmeyeceklerini; bir “gerek”, bir “sevap” olduğunu savunabileceklerini de göreceğiz. Türban konusunu “özgür irade” noktasında ele alanlar da, pek yakında, "özgür iradeleri" ile, “9 yaşında kız”larını evlendirmek isteklerini formüle edebilirler. Türkiye’de zaten, 13’ünde, 14 veya 15’inde evlendirmek olanaklı olduğuna göre, arada kalan birkaç yıllık süre zaman içinde çözülebilir!

Dinin kökenleri, o denli toplumsal yaşamın kurallarına bağlıdır ki, bu alanı, basitçe bir “kalbi iman” noktasına taşımak hiç olanaklı olmayacak. Biz, gerçekte şimdi, uygulama konularından en kabalarının, toplumun yaşamı dışına itilmesiyle uğraşıyoruz ama, dikkatle bakıldığında, bir çocuğun doğumundan yetişkin olarak ölümüne değin, bütün hayatı boyunca davranışlarına ve davranışlarımıza bu tür “imani”, “dini”, “ananevi”, “hurafi”, “geleneksel” davranışlar yön vermektedir. Aslında hepimiz, sabah yatağımızdan kaktığımız andan itibaren, bütün davranış türlerimizi, atalarımızın içinde yaşadıkları toplumdan devralıp bize taşıyabildikleri kural veya uygulamalar temelinde biçimlendiriyoruz. “Selam”ımız, eve girişte ayakkabı çıkarmalarımız, büyüğün sağ elini öpüp alnımızın tam ortasına yapıştırmamız, oğullarımızı sünnet ettirmemiz; bayramlarda “bayramlıklar” giymemiz, “nasılsın?”lı sohbet tekerlemelerimiz… falan. Konuşma kalıplarımız bile, birkaç kez kendimize ne söylediğimizi sorguladığımız anda, bizi eski toplumun bağrına bir anda atıverecek kadar güçlüdür.

Eski toplumun bize devrettiği temel dinsel kavramların gücünü, bilimsel çizgilerden dinsel çizgilere kadar her alanda bulabiliriz. Kendini "din düşmanı" diye tanımlayan Turan Dursun'un "Aydınlık" terimi bile eski ateş kültüne dayanıyordu ve o bunun farkında bile olmadan “Din düşmanlığı” yapılabileceğini varsaymıştır.

Ali Nesin,10 yıl önceki “Köktendinciliğe karşı Aydınlanma Konferansında, en eski dinsel kategorizasyon belirlenimlerinden birisi olan kalıbı kullandığının bile farkında olmadan, güya “bilim” adına, şöyle diyordu;

“Onlar karanlıktır, biz aydınlığız.”

Erken Akado-sammaru Tanrı kavramının çizimi ('yıldız') nin “ateş” kavramı ile olan ortak ön köken anlamına işaret etmiştik. Bu toplulukların devamı olanların alfabelerinin ilk harfinin Alfa, Alaf, Aleppe, Alev, Ateş içeriğiyle herhalde bir bağlantı bulunuyordu. Bu harfin, elifbe’nin, alfabe’nin, abece’nin, alfavit'lerin ilk harfi olması hiç tesadüfî olmamalıydı.

Eski Yunan 'doğa felsefesi'nin 'ateş' arkhe'si, tipik materyalizmin övgüyle andığı bu 'yaratıcı ateş' , yeni Vatikan Papasının da övgüyle bahsettiği, Musa'nın çölde karşılaştığı "sönmeyen meşe ateşi" haliyle 'tanrı'nın erken dönemdeki tanımından, hiç olmazsa kavramsal düzeyde, başka bir şey değildir.

http://toplumvetarih.blogcu.com/dinlerin-elestirilmesinde-yontem-ve-icerik/11098931

Aynı gazetede Ruhat Mengi “…inanamıyorum” diye, isterse buhranlar geçirsin; Kuran  kelamı ve Muhammed uygulamalarıyla eli kolu bağlanmış S. Ateşler, bu bağımlılıktan kurtulup , “ Bu çağda böyle şey olmaz” diyemezler.

Kuran ve  Muhammed uygulamasında “9 yaşında kız ile evlilik” bulunduğu sürece, bay  Ateş, Ruhat Mengileri daha fazla buhrana sokmaya devam ederek, bunun da  “yüce dinimizce günah olmadığını” açıklamak zorunda kalacaklardır. Daha radikallerinin ise, konuya karşı savunmaya geçerek “günah değil”  demekle yetinmeyeceklerini ; bir “gerek”, bir “sevap” olduğunu savunabileceklerini de göreceğiz. Türban konusunu “özgür irade” noktasında ele alanlar da,  pek yakında, "özgür iradeleri" ile, “9 yaşında kız”larını evlendirmek isteklerini formüle edebilirler. Türkiye’de zaten, 13’ünde, 14 veya 15’inde evlendirmek olanaklı olduğuna göre, arada kalan birkaç yıllık süre zaman içinde çözülebilir! Türkiye “ gayretleri içindeyiz..” diyen yönetimler altında olduktan sonra…

Dinin kökenleri, o denli toplumsal yaşamın kurallarına bağlıdır ki, bu alanı, basitçe bir “kalbi iman” noktasına taşımak hiç olanaklı olmayacak. Biz, gerçekte şimdi, uygulama konularından en kabalarının, toplumun yaşamı dışına itilmesiyle uğraşıyoruz ama, dikkatle bakıldığında, bir çocuğun doğumundan yetişkin olarak ölümüne değin, bütün hayatı boyunca davranışlarına ve davranışlarımıza bu tür “imani”, “dini”, “ananevi”, “hurafi”, “geleneksel”  davranışlar  yön vermektedir. Aslında hepimiz, sabah yatağımızdan kaktığımız andan itibaren, bütün davranış türlerimizi, atalarımızın içinde yaşadıkları toplumdan devralıp bize taşıyabildikleri kural veya uygulamalar temelinde biçimlendiriyoruz. “Selam”ımız, eve girişte ayakkabı çıkarmalarımız, büyüğün sağ elini öpüp alnımızın tam ortasına yapıştırmamız, oğullarımızı sünnet ettirmemiz; bayramlarda “bayramlıklar” giymemiz, “nasılsın?”lı sohbet  tekerlemelerimiz… falan. Konuşma kalıplarımız  bile, birkaç kez kendimize ne söylediğimizi sorguladığımız anda, bizi  eski toplumun bağrına bir anda atıverecek kadar güçlüdür.
 
 Eski toplumun bize devrettiği temel dinsel kavramların gücünü, bilimsel çizgilerden dinsel çizgilere kadar her alanda bulabiliriz.
 
Kendini "din düşmanı" diye tanımlayan Turan Dursun'un "Aydınlık"  terimi bile eski ateş kültüne dayanıyordu ve o bunun farkında  bile olmadan“Din düşmanlığı”yapılabileceğini varsaymıştır. 
Ali Nesin,10 yıl önceki “Köktendinciliğe karşı Aydınlanma Konferansında, en eski dinsel kategorizasyon belirlenimlerinden birisi olan kalıbı kullandığının bile farkında olmadan, güya  “bilim” adına, şöyle diyordu;
 
“Onlar karanlıktır, biz aydınlığız.”

Erken Akado-sammaru Tanrı  kavramının çizimi ('yıldız') nin “ateş” kavramı ile olan  ortak ön köken  anlamına  işaret etmiştik. Bu toplulukların devamı olanların alfabelerinin  ilk harfinin Alfa, Alaf, Aleppe, Alev, Ateş içeriğiyle   herhalde bir bağlantı bulunuyordu. Bu harfin, elifbe’nin, alfabe’nin, abece’nin, alfavit'lerin ilk harfi olması hiç tesadüfî olmamalıydı.
 
Eski Yunan 'doğa felsefesi'nin 'ateş' arkhe'si, tipik materyalizmin övgüyle andığı  bu 'yaratıcı ateş' , yeni Vatikan Papasının da  övgüyle bahsettiği, Musa'nın çölde karşılaştığı "sönmeyen  meşe ateşi"  haliyle 'tanrı'nın erken dönemdeki tanımından, hiç olmazsa kavramsal düzeyde, başka bir şey değildir. Eski Ahit’in dinsel yazınının “Işık”ı, Musa tarafından söylenince “idealizm”, Yunan doğa felsefecileri aracılığıyla söylenince de, tek başına, materyalizm olmuyor.

Musevi ve Hıristiyan (bunların ön kollarından olan Alevi-Bektaşilik) dini yazının erken tanrısının en önemli biçiminin “sönmeyen kutsal ateş” haliyle bulunması ve bu yaratıcı ateş'in, İslami söylemde Âdem'den önce meleklerin başı olan Şeytan'ın da yaratıldığı 'madde' olmasını incelemiştik.

Eğer tek başına, "yaratılış"ın bir “madde” aracılığıyla gerçekleştiğinin söylenmesi metaryalizm olsaydı, İncil'lere, Eski Ahit'e gitmeye bile gerek kalmadan, Muhammed, en büyük materyalistlerden biri ilan edilebilirdi. Çünkü onun anlatımında da, tıpkı ön-kaynak kayıtlarda olduğu gibi, “yaratılış”ta “su”lar, “çamur”lar falan bulunur; Adem, mutlaka “toprak”tan yaratılır vb…

İslam'ın tanrısı bile Şeytan’ı, yine aracı bir maddi varlık kullanarak, “ateş”ten yaratmıştı. Ateşten yaratılmış bu cin fikirli Şeytan, “Toprak”tan yaratılmış Adem’e secde etmediğinde, tanrı onu sıkıştırınca, kendisinin “ateş”ten, Adem’in ise “toprak”tan yaratılmış olduğunu söyleyip Tanrıyı itirafa mecbur bırakmıştı. Allah da, "Biz Şeytanı, Âdem'den önce, kavurucu ateşten yarattık, vb." diyerek bunu açıkça onaylamıştı. Bu bakımlardan şekillenişleri sırasında varlıklarında derin bir "ateş kültü" bulunan erken Mezopotamya topluluklarında (gök, ateş tapımcısı olanlarda) tanrı kavramının, tanrısal olanın, "üç deste kamış" deseni ile anlatılıyor olması son derece doğaldı.

"Aydınlanma-cılık" kavramının etimolojisi, dinsel jargonun bu "ateş" , "ışık" motifine bağlanır. Eski Ahit'in tanrıları da, "Yaratılış" süreci içinde, bu nedenle daha ortada Güneş, Ay, Yıldızlar falan yok iken, “ilk gün”de "Işık" olsun derler ve Gök'lerden, Dünya'dan, Güneş, Ay ve Yıldızlardan önce ortaya "Aydınlık" ve "Karanlık" çıkar. Önce “Aydınlık” ve “Karanlık” yaratılır ve onlar birbirinden ayrıştırılır. Ali Nesin, Turan Dursun gibi kişiler de "biz Aydınlık"ız, onlar (dinciler) Karanlık" dediklerinde, bu noktada, "aydın"lanmış olmadıkları gibi, İslamın içine "Nurculuk" haliyle vb. girmiş olan eski ateş tapınımı kalıntılarıyla da özsel ayrılıklarını deyimsel kullanım üzerinden ortaya koyabilmiş sayılmazlar.
***
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-3

İncelemeye çalıştığımız «Yaratılış» anlatımlarında, Tanrı, eğer, herhangi bir takvime bağlı kalmaksızın, varlık ve yokluğa ilişkin, bildiğimiz ve bilmediğimiz her şeyi yarattığını söyleseydi, belki çok daha rahat edecektik.

Fakat bu «Yaratılış» anlatımlarının tanrıları, yarattıklarını «önce, sonra» kronolojisine ; «gün» takvimsel değerlerine bağlı kılmakla kalmaz (lar), üstelik yarattıklarını somut olarak « isim »lendirmeye de çok itina ederler. Yarattıklarına dönüp « isim vermek », onları, adeta « yarattığına » hayran olan bir varlık gibi görmemize bile yol açabilir…

Enuma Eliş ilahisi, en başından itibaren bu yüzden, «Gök» ün, «Yer»in Tanrıların, Otların, Kamışların «varlığı- yokluğu»yla değil ; bunların «adlarının, isimlerinin olması ve olmaması » ile daha çok ilgilenmekteydi :

"Adı yokken Gök’ün daha
Yer’in daha adı yokken
Babaları okyanustan
Anaları Tiamat’a
Sular karışıp bir oluyordu.
Saptandı sonra tanrılar
Lahmu (ve) Lahamu seçildi ardından
Zaman akıp gidiyordu durmadan
Belirlendi sonra Ki-şar ve An-şar
Günleri düzeltip ayarladılar. "
(Poéme de la création)
Enuma Eliş...'Yaratılış'ın Sümer anlatımı...

Yerli- yabancı «Summer uzmanları»mız , «ad sahibi» olmayı «var olma» ; «henüz ad sahibi olmamayı» ise «yok olma» durumu haliyle ele aldıkları için, bu ayrımın, olguların tanımlanarak ve tanınmasıyla «var edilme»yi anlatmak için özellikle kullanıldığını fark edememişlerdir. Bu ancak, erken Yaratılış kavrayışının, karşılıklı tanınma yoluyla olabilecek bir ittifak ediminin ifadesi olduğu görüldüğü zaman anlaşılır özellik gösterebilecek özsel bir noktaydı. Bu, farklı iki toplum birimin, birbirlerini tanıyarak ve tanımlayarak ittifak kurdukları noktayı, daha sonra kazanacağı anlamıyla «yaratılış anı» olarak kavramalarıyla ilgiliydi.

Bu nedenle Enuma Eliş ilahisinin başlangıç kısmında, daima « ad verme »den ve « ad verilmemiş » olmadan bahsediliyor ve çok açık bir tarzda Gök’ün, Yer’in, Tanrıların vb. « ad verilerek » yaratılması yani var edilmesi, var kabul edilmesi sürecini anlatıyordu.

Marduk (Nemrut) (Aşşur) da böyle davranır : Varlıkları sıraya sokar, onlara «ad verir», yani tanımlar ve bu tanım çerçevesinde , ötekiler tarafından tanınmalarını sağlar. Eski toplumun «yaratış» kavrayışı böyleydi.

Bektaşi edebiyatında « daha ismi yoktu, hatta cismi dahi yoktu» türünden mısralar ; varlıkların «ruhani dönem»leri ve sonra «cismani özellik» kazanmaları üzerine falan anlatımları , gerçekte bu eski kavrayış tarzının farklı bir ifade ediliş biçimidir.

Örneğin Harabi’nin Vahdetname’sinde şunları okuruz :

“Daha Allah ile Cihan yok iken
Biz anı var edip ilan eyledik
Hakk'a hiçbir layık mekan yok iken
Hanemize aldık mihman eyledik

Kendisinin ismi henüz yok idi
İsmi şöyle dursun cismi yok idi
Hiçbir kıyafeti resmi yok idi
Şekil verip tıpkı insan eyledik”

Bu husus yeterince bilince çıkarılmadığı için, Eski Ahit’in “Yaratılış” girişi de daima, yazılı olduğu haliyle değil, şimdiki yorum seviyesinden ele alınmış; tanrı orada “ad verdim” deyince, modern okur, bu sözleri, “yarattım” diye algıladığı bir yorumla “okumuş”tur:

http://toplumvetarih.blogcu.com/dinlerin-elestirilmesinde-yontem-ve-icerik/11098931

***

Benim konuları ele alış tarzım ve inceleme metodum, Turan Dursun, İlhan Arsel, Server Tanilli gibi yazarlarımızdan ve onlardan daha farklı bir yerde durmasına karşılık sayın M. İlmiye Çığ’dan da, onların konuları ele alış temelleri ve kullandıkları metot bakımından oldukça farklıdır; hatta onlara karşıttır.

'Sağ yön üstünlüğü' fikrinin savunulmasını sadece İslamla sınırlayarak ele alan İ. Arsel’in çalışmasında, “sol elle yemek haramdır” deme noktasında tıkanıp kalmış bir İslam teşhirini buluruz sadece. O şöyle demekteydi:

“Bu vesileyle ekleyelim ki, sağ’ın sol'a üstünlüğünü öngören şeriat verileri, tüm olarak bilimsel gerçeklere ters şeylerdir. Çünkü akılcı bilimin ortaya vurduğu gerçek şudur ki, insan beyninin sol kesimi, vücudun sağ kısmını (örneğin sağ el, sağ ayak vb., gibi) yönetmektedir. Buna karşılık beynin sağ kesimi, vücud'un sol kısmına (sol el, sol ayak, vb. gibi) kumanda vermektedir. Daha başka bir deyimle sağ elimizi kullandıran güç, beynimizin sol kesiminden gelmektedir. Şu durumda, eğer "sağ" ve "sol"dan birinin üstünlüğü söz konusu olacak ise, bu takdirde sol'un sağ’a üstünlüğünü kabulden başka çözüm yoktur. Öte yandan tarihin yetiştirdiği ünlü kişilerden, ya da uygarlık gelişmesinde en büyük payı olanlardan çoğu’nun solak oldukları bir gerçektir. Bir kaç örnek söyle: Büyük İskender, Sezar, Sarlyman, Napolyon Bonoparte, Leonardo Da Vinci, Mikelangelo, Bethoven, Albert Schweizer, ve daha niceleri! Bati ülkelerinde solakların sayısı oldukça çoktur: örneğin bilim ve teknik alanlarda en ileri gitmiş toplumlardan biri sayılan Amerika Birleşik devletlerinde halkın yüzde on beşi'nin solak olduğu bir gerçektir.”
http://www.ilhan-arsel)

İslam’ın, bu konuyu, “sağ elin sol ele üstünlüğü”; “sol elle yeme yasağı” gibi noktalara taşımış olması, bizim konuyu daha temelli ve erken tarihsel kaynaklar bakımından ele almamızı engellemiyor.

Çünkü İslam, konuyu sadece “sol elle yemek yemeyin” kuralıyla sınırlamıyor; Kuran'da, “sağ ve sol” motiflerini yaşamın bütün alanlarında kullanıyordu. Bu kullanım, insanın anatomik yapısında, doğal olan “sağ”ı, “sol”u bakımlarından değildi. Sorgu ve yazıcı melekler de, bu yön ayrımına göre omuz başlarına yerleşiyorlardı:

“…biri insanın sağ tarafında, biri sol tarafında oturmuş iki alıcı melek de (onun yaptıklarını) alıp kaydetmektedir.” [Kaf Suresi (17)]

Fakat bunun dahası vardı. Yeryüzündeki insanlar da, “kitapları sağ’dan verilenler” ve “ kitapları sol’dan verilenler” olarak bir düzenlemeye, sınıflamaya tabi tutuluyordu:

“Kime kitabı sağından verilirse…” İnşikak Suresi (7)
“….. her kime kitabı sağından verilirse…” İsra Suresi (71)
“…kitabı kendisine sağından verilen kimse…..” Hakka Suresi (19)

“Kitabı kendisine sol tarafından verilen ise şöyle der: "Keşke kitabım bana (?sol’dan ) verilmeseydi." Hakka Suresi (25)

İslami inanca göre, “Sağ”ın yani Adalet’in, Doğru’nun, Yemin’in, İman’ın tarafındaki topluluğu anlatan “Ashabü'l-Meymene” veya “Ashabü'l-Yemin” doğal olarak Muhammed’in tanrısının müminlerini tanımlıyor olmalıydı. Buna karşılık, “Ashabü'l-Meş'eme” veya “Ashabü'ş-Şimal”, Kuzey Eshabı, Muhammed’in tanrısının asilerini, karşıtlarını ifade ediyor olmalıydı. Her topluluğun kendi tanrısının sağına geçme döneminde, elbette, “Kuzey topluluğu”nun anlatımında, kendisini sağ tarafta duruyor olarak tanımlayacağını göreceğiz. “Sağ” ve “sol” yön ayrımının aynı zamanda “Kuzey” ve “Güney” tanımları olarak kullanılmasının örneklerini, en erken Akado-Sammaru tabletlerinden itibaren “Kuzey Rüzgarı, Nefesi” ve “Güney Rüzgarı, Nefesi” olarak da tanıyoruz.

“Kitabı” sağ’ından verilmiş olmak veya sol’undan verilmiş olmak eski toplumda böylesine önemliyse, doğal olarak, bizzat bu kitapların “sağ’dan başlanarak” yazılması ve sağ’dan başlayarak okunması ile “sol’dan başlanarak okunması ve sol’dan başlayarak yazılması” da o topluluklar için son derece önemli olmuş olmalıydı. Öyle ki, şimdiki alfabe ve yazım tarzlarının sağdan veya sol’dan başlaması sistemlerinin başlangıç kaynaklarına doğru gidildikçe, muhtemelen eski toplumun bu ayrıştırılmış yön düzeninin izleriyle de karşılaşacağız.

İslam Kuran’ına göre “Kıyamet günü”nün toplumsal diziliş düzeninde de, “sağ’da toplanmış insanlar Cennetlik, sol yönde toplanmışlar ise Cehennem'lik olanlardı. İslam ön kaynakları bakımından bir Tufan ayini (Din Günü, Hesap günü) tanımı olan bu “Kıyamet” toplantısı esnasında, “merkez”deki tanrı(lar)a göre düzenlenmiş iki topluluk bulunuyordu. İslami kavrayışa göre, tanrı(ların) sol’unda duranlar, ateş kültüne göre tanımlanmış “kaynar kazan” ve “kavurucu ateş” motifli bir Cehenneme gideceklerdi; Tanrıların sağ’ında toplananlar ise, hiç sorgusuz, yine İslami kavrayışla tanımlanmış bir Cennet'in sahipleri olacaklardı.

Toplam bu üç gurup içinde şekillendirilmiş topluluk halindeki bir seremoni, ayin ortamı varmış gibi; “merkez” ve ona göre sağ’da duranlar; ve sol tarafta duranlar olarak diziyordu.

(Kıyamet) bir koptu mu,

Siz de üç sınıf olduğunuz zaman,
Sağ’da sağın adamları, ne mutludur onlar!
Sol’da solun adamları, ne mutsuzdur onlar!

Önde, en öne geçenler, işte o ileride olanlar!
Naim cennetlerinde (Allah'a) yakın olanlardır.
Çoğu öncekilerden,
Biraz da sonrakilerden,
Cevherlerle işlenmiş tahtlar üstünde,
Karşı karşıya kurulmuşlar.
Etraflarında taze kalan küpeli genç hizmetçiler dolaşırlar.
Main'den doldurulmuş küpler, ibrikler ve kadehlere,
(tertemiz kaynakların suyundan doldurulmuş kâseler, ibrikler ve fincanlara,) 
Bu içkiden ne başları ağrıtılır ne de içtiklerini tüketirler.
Meyve beğendiklerinden,
Kuş eti istediklerinden,
İri gözlü huriler,
Saklı inciler gibi,
İşledikleri amellere mükâfat için.
…….
Dalbastı kirazlar,
Salkım muzlar içinde,
Uzamış bir gölge,
Uzamış bir gölge,
Birçok meyve,
(ki) bunlar ne eksilir, ne de yasaklanırlar,
Yüksek döşekler (üstündedirler).
……..
Solun adamları ise, ne solun adamları!
İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içinde,
Kapkara boğucu dumandan bir gölge,
Ne serin, ne de rahatlatıcı!
……..
Sonra siz, ey sapık inkârcılar (solun adamları) ,
Mutlaka bir ağaçtan, zakkumdan yersiniz,
Karınlarınızı onunla doldurursunuz,
Üstüne de kaynar su içersiniz,
Susuzluk illetine tutulmuş
kanmak ilmeyen develerin içişi gibi içersiniz.
İşte ceza gününde onların konuklukları (ağırlanışları) böyledir!

Ama o (can çekişen kişi) Allah'a yakın olanlardan ise,
(ona) ravh (rahmet, ferahlık, daimi bir hayat), güzel bir rızık ve Naim cennet vardır.
Eğer sağın adamlarından ise,
Artık selam sana, sağın adamlarından.

Ama o yalanlayan sapıklardan (‘solun adamlarından’) ise,
Muhakkak konukluğu kaynar su
Ve yaslanacağı cehennemdir! (Kuran,Vakıa)

Dinsel kayıtlarda “sağ ve sol” yön kavrayışının izlerini takip ettiğimizde, bunun sadece Kuran’la sınırlı bir konu olmadığını derhal anlarız. 
                               
              http://toplumvetarih.blogcu.com/dinlerin-elestirilmesinde-yontem-ve-icerik/11098931









 Matruşka'larda Tarih Bulmak..

19.6.2009

Mатрешки - Matriyeşki

Safa KAÇMAZ

Üstteki en büyük…

Açıyorsunuz içini, bir yenisi var…

Matruşka…

Rus’ların, her seferinde içinden biraz daha küçüğü çıkan küçük tahta kutucuk veya küçük kadın heykelleri…

“Mater”le bağlantılı olmalı bu kavram …

Ana…Tarih ana...

Ve böylece gider “aç kilit…” oyunu…

-Aç kilit !

Anaç tarih yanıtlar hemen:

- Açmam kilit!

- Anahtar nerde ?

Tarih ana, belki “suya düştü..” diye yanıt verecek ve bizi umutsuzluğa sevk edecektir!

“Ölümsüzlük otu”nu bulmuş sevinçle gelirken, bu “sır otu”nu elinden suya düşüren Gılgamış’ın (veya İslam’ın Lokman hekiminin..) çaresizliği içinde bakakalırız öylece…

Adana'mızda Mayıs ayında kabarmış Seyhan nehrine, nasıl bakarsa umutsuz, hafif ürpermiş olarak, tarihi taş köprü üzerinde durmuş bir çift çocuk gözü, öyle…

“Matruşka!” diye haykırır sonra belki içimizdeki ses, çözüm bulmada ısrarlı…

Pes edecek değil umud…

Matruşka yolculuğu gibi zevkli ve heyecanlı bir yürüyüştür sanki üzerinde durduğumuz toplumsal tarih sayfaları…

Aç kilit!

Ardından bir kilit daha !

Tarih ve toplumsal konular, genelde böyle zevkli bir bilim yolculuğu sunar, eğer neleri, nerelerde ve nasıl aramamız gerektiğini biliyorsak…

Kaybolmadan Nuh Tufan’ının izini sürerken…

Ağrı dağı tepesinde değil ama…

Dinlerin “kutsal kitap”larında harflerin, kelimelerin, kavramların dibini eşerken…

Toplumsal tarih alanı genelde böyledir ama; kuru, sıkıcı, bayat, bilinen ezberlerin yinelendiği “tarih ve toplum teorileri” de hiç de az değil…

Etrafımıza bakalım… ne kadar çok olduğunu hayretle görürüz.…

Beylik laflar…Bilgiç yinelemeler…

Ve sıkıcı…

Ruhumuz daralır “gizemler” arasında dolaşmaktan..

Gına geliriz artık, eski toplumun “cehaleti”ni atalarımızın suratına durmadan çarpan aşağılamalardan!

Akado-Sammaru ilahilerindeki veya onlardan ulaşmış dinsel kitapların bir deyiminin anlamını bilmedikleri halde, onu alaya alıp, kendilerindeki “üstün bilgelikle” övünmeye geçen haksız yazarların sıkıcı “bilimsel açıklamaları” bayıltır ruhumuzu…

Toplumsal tarihi, bilinmezlik ve cahiliyet alanı olarak sıkıcı veya tam tersine onu zevkle izlenir kılan, bizim konuları ele alma tarzımızdır.

Bu konu çalışma perspektifimize sıkıca bağlıdır.

Hiç olmazsa son 10.000 yılda neyi aradığımızı, onları nasıl arayabileceğimizi ve nasıl aramamız gerektiğini bildiğimiz koşullarda, karşımıza neredeyse kocaman bakir bir alan çıkıyor ve biz orada, görece özgürce, dinsel baskılardan, resmi görüş egemenliğinden kurtulmuş bir şekilde, keyfimizce at koşturabilme olanağı elde etmiş oluyoruz...

Sadece bununla bitmiyor iş ama, yine de önemli bir nokta bu…

Etimolojik kaynakları araştırma çalışmasında, bazen umulmadık bağlantıların ortaya çıkabiliyor olduğunu yeniden ve yeniden saptıyoruz orada..

Asur veya Süryani topluluklarını incelerken , “Toprak köleliği” ve (karmaşık renkle ilgili olarak) “Abraşiye” gibi hususlar var. “Alaca bulaca” renklileri Allah’ın sevmediği üzerine yazılar yazıp, İslam’ı bu şekilde eleştiren İlhan Arsel veya onun gibi yaklaşanlar, somut olarak “Abraş” kavramı temelinde Süryani din adamları ve hiyerarşinin ifade ediliğini; “Sümer” kayıtlarında, giyim-kuşam rengi olarak, kırmızı, kara, mavi, belki “mor”, “violet” vb. (bunlar şimdiki kiliselerde ve bayraklarda, İslam’ın yeşilinde, Kürdün veya Aleviliğin Kırmızısında, Musevi mavi’sinde vb. hala kullanılıyorlar…) yanında “alaca bulacalılar” gibi bir kategori bulunduğunu bilseler herhalde, “kara renkliler”, “alaca bulacalılar” falan üzerine Muhammed’e yönelik eleştiri formatları biraz daha farklı olurdu; olmak zorundaydı.

En azından biz dinlere veya Muhammed’e yönelik eleştirilerimizde, Mezopotamya dinsel literatürünü, onun bazı temel kavramlarını hesaba katıyor; katmak zorunda olduğumuzu unutmuyoruz.

Arka tarihsel alanı aydınlatılmış bir toplumbilim, bizi “Karabaşlı” topluluk, “Kızılbaşlı” topluluk, “alaca-bulaca” topluluk… ayrımlarının tarihte yaşanmış olduğu bir noktaya götürüyor. Buradan “ekose”lilere (Hollanda) kadar ulaşabileceğiz belki.

Bugünkü Avrupa aydınları da maalesef tarihi yeterince bilmiyor. Onlar için “Kara Kafa”, bir Orta Doğu ülkesi olan Türkiye’den gittikleri için, Türk ve Kürt’lerin hepsi “Kara Kafa”dır…

Eh, tesadüf de yardımcıları olmuş…

Hakikaten Kürtlerin ve Türklerin saç/kıl renklerinde “kara” renk vurgusu az değil!

Gelgelelim, tercüme edip yayınladığımız Siruz’un Silindir tercümesinde de gördüğümüz gibi, “Kara Kafa”lılar deyimi, saç rengiyle ilgili değildi; bir topluluk tanımı olarak kullanılıyordu ve başka bazı tercümanlar bu deyim yerine “Sümer halkı” da diyebilirdi. ( … “Siyah kafalı halk” şeklindeki bir tercüme “anlam” olarak hatalı değil ama… bizde gündelik kullanımda hala, siyah’tan çok “Kara kafa”, “Kara Baş”, “Kızıl Baş” , “kara toprak” vb. deyimleri kullanıldığı için, güncele yakın bağlantı kuran ifadeleri tercih etmek daha yararlı… “Kafa” ve “Baş” da, bizde hala çok önemlidir .. “Kafa Kağıdı”, “On baş nüfus..”, “Baş üstüne….yemin..selam…misafirlik..” gibi..)

 
 
 
“Kara kafalı”ların kalıntılarını İsa’nın “Dünyalılar” terminolojisinde; “Asur’un “Toprak köleliğinde” ; Mezopotamya’nın “Kara”sında, yani “Tarımsal toprak”larında arayacağız…

“Kara” veya “Toprak” kavramları, Mezopotamya’da durulan yere bağlı olarak “Güney”i, “aşağı”yı ifade ediyordu.

Bulunulan yere bağlı olarak “Kuzey” ise, “Yukarı”, yani “Gök” idi..

Akado-sammaru erken dönemlerinden itibaren yazılı kayıtlarda yer alan “Yer/Toprak/Kara/ Dünya/Aşağı” ile “Gök/Yukarı/Üst/ Mavi (Çünkü mesela Fransızcada Gökyüzü ve Tanrı hala eşit anlamda kullanılır…) ayrımı, Mezopotamya’nın “Akad” ve “Sümer” adı verilen topluluklarının yerleşim alanları ve renk biçimleri olarak kullanılıyordu.

Bütün dinsel literatüre damgasını vuran en temel ayrım, en temel jargon işte budur!

Toplumbilim alanındaki çalışmalarım içinde, Mezopotamya kaynaklı olan dinlere ait literatürde daima karşılaştığımız

-“Cin topluluğu ve İnsan topluluğu”

-“Gök topluluğu ve Yer topluluğu”

- “Tanrılar topluluğu ve İnsanlar topluluğu”

…. vb. biçimindeki ikili temel ayrımının Mezopotamya gerçek tarih iskeletine yerleştirilerek okunması gerektiğini keşfetmemden bu yana, Tevrat’ı, İncilleri, Kuran’ı, Enuma Eliş’i, Enoş’un Kitabını ve Avesta’yı tamamen farklı bir şekilde “okuyarak” algılamaya başladım. Artık dinsel yazını “okuma”nın farklı bir tarzı ortaya çıkmış durumda.

Sözünü ettiğimiz dinsel literatürde okuduğumuz “ruh”, “hayvan”, “bitki”, “uzay” vb. görüntülerine büründürülerek anlatılmış olan gerçek insan topluluklarının bozulmuş tarihçesiydi; “Sümer” ve “Akad” denilen toplulukların günümüzden 6000 yıl önce yoğunlaşmış olan karşılıklı ilişki biçimleriydi.

O anlatımlarda bir tarafta “Tanrı” / “Tanrısal”/ “Tanrısal evlatlar” topluluğu yer alıyordu ki, farklı din veya mezheplerin terminolojisinde kullanılan “Melekler”, “Cinler”, “Şeytanlar”, “Huriler”, “Cennet’ler, “Göksel varlıklar”, “tanrısal varlıklar”…. hep bu coğrafi ve kültür alanları üzerinde yaşayan toplum birimleri ifade eden kavramlardı.

Murat Belge, “Tanrı oğlu İsa” gibi temel kalıpsal kavramlara, “mantığı zorlayan” yaklaşım gözüyle yaklaşırken, Mezopotamya tarihini hemen hiç bilmeyen, kuru bir nihilizm üzerine güya toplumbilimcilik kuruyor ve toplum birimleri, “iyi toplum”- “kötü toplum” ayrımına tabi tutmayı “tarihçilik”, “siyasetçilik”, hatta “entelektüellik” diye pazarlıyor.

Öte yanda ise, bu “Tanrılara” hizmetle yükümlendirilmiş, onlara riayet etmeleri gerektiği baştan kesilmiş tarımcı topluluklar bulunuyordu. Eğer Mezopotamya’da “köle ruhlu toplumlar” var ise, bunların kimler olduğunu ortaya çıkarmak, erken tarihteki “tanrılar” ve “hizmetkarları” ayrımının kimlere denk düştüğünü ortaya çıkarmak anlamı da taşıyacaktır. Böyle bir çaba, ilgili toplumların adeta genlerine girmiş toplumsal özellikler olarak yaşamlarımızda çok önemli rol oynamaktadır. Öcalan’ın Kürtleri “köle ruhlu bir halk” olarak nitelemesinin gerekçelerini öğrenmek ilginç değil midir? Avestacılık, Süryanilik “toprak köleliği” ile neden bu kadar içli-dışlı tanımlar kullanmaktadırlar?

Gerçekten de bu tür temel ayrımlar bütün dinsel yazında oldukça açıktır.

Bu hususlar bir kez kavranılınca, dinsel algılar, bir takım kaynağı belirsiz ve uyduruk efsanelere bağlı anlatım olarak değil de, zamanla bozulmuş ve fakat oluştukları dönemde son derece gerçek yasa ve kurallar olan bir dizi toplumsal uygulamanın ifadeleri olarak ele alınırsa, Muhammed’in Allah’ının , Gök ve Yeri önüne gelmeye çağırınca, Yer ve Gök’ün ister istemez koşup Allah’ın önüne nasıl gelebildikleri üzerine Kuran ifadelerinde derhal “mantıksızlık” aramaya kalkmayız.

Bu tarz bir kalıpsal deyim kullanımının olması gereken anlamını ortaya koyar ve Muhammed’in bilmesi olanaksız olan Mezopotamya erken tarihlerine ve o dönemlerin belgelerine referans veririz.

Gerek Muazzez İlmiye Çığ hanım, gerekse Turan Dursun veya bu çizgide olanlar için, şimdiki dinler, Mezopotamya topluluklarının bir şekilde ürettikleri, artık nasıl ve niye üretmişlerse, bir takım efsaneler toplamıdırlar.

Aslında “din”lere ait bu görüşler sadece onlara has da değil…

Hatta onlara has hiç değil!

Bunlar Avrupa Aydınlanma dönemi adı verilen Burjuva yükselişi döneminde, kendilerine yol açmak isteyen burjuva ideologlarının, dinleri siyasi iktidardan dışarıya itekleme sırasında öne sürdükleri tezlerdir. Bunlar elbette bilimsel düşüncelerin gelişmesinde, baskıların ortadan kalkması anlamında, tayin edici önemde rol oynamışlardır. Fakat, günümüzde hala 17.,18. veya 19. yüzyılın argümanlarıyla “din eleştirisi” yapmak doğru değil ve o argümanlar temelinde, ne Göbekli Tepe buluntularına anlam verebiliriz; ne eski toplumun ilişki ve işleyiş kurallarını ortaya çıkarabiliriz ve ne de Akado-Sammaru toplumlarının yazılı belgelerini layıkıyla anlayabiliriz.

http://toplumvetarih.blogcu.com/matruska-larda-tarih-bulmak/6817725

***
Turan Dursun’un, İlhan Arsel’in, onların takipçiliği sanki çok cazipmiş gibi, onların temel çizgilerini “güncelleştiren” Erdoğan Aydın’ın bu tür ritüellerin kökenlerine dair açıklayıcı toplumsal bir argüman sunmaya çalışma denemeleri bile yoktur!

Çünkü onların da kendilerine göre bir “iman” akitleri var: Din denildi mi, ondan sadece bir takım mavalları anlamak!

Peki o eski toplumda hiç kanun, kural falan yok muydu? Varsa bunlar nelerdi?

Onlar tarafından bunlara pek yanıt veril(e)mez.

Benim neredeyse ilk yaptığım çalışma konularımdan birisi, “eski toplumda kız ve erkek çocuk miras düzeneği” idi ve neredeyse 20 yıla yakındır toplumsal tarihi çalışıyorum ve bir arkeoloğun sabrıyla, eski toplumu, özel olarak Musevilik, Hıristiyanlık, İslam, Avestacılık kaynağı olarak Mezopotamya toplumsal tarihini ve literatürünü, ana özellikleri bakımından ortaya koyuyor ve tanıtıyorum.

Çünkü o toplumları tanımadan, “kutsal fahişe kız evlad”ın (öteki “normal” kızların değil!) baba mirasından pay almasının gerekçelerini tanıyamayız.

Bunları bile tanımadan , “Mezopotamya’nın erkek egemen toplumları”ndan başlayan “bilimsel” çalışmalara sadece üzüntüyle bakıyoruz.

Aleviler arasında, bize, şu anda, sanki atalardan kalmış basit bir hurafe imiş gibi gelen “küçük oğul mirası pay edip böler, büyük oğul da içinden çekip beğendiğini alır” gibi bir kuralın eski toplumda Anayasal bir hüküm olduğunu görüyoruz.

Dolayısıyla biz, bu çalışmalarda, taş veya maden kullanımına vb. bağlı periyotlaştırmaları kullanmıyoruz. Benim çalışmalarımda gözettiğim süreçler ve aşamaları, “taş devri” , “maden devri”, “cilalı çanak-çömlek devri” vb. değildir; toplumsal ilişkinin aldığı özelliklere bağlı tanımlamalardır.

Dinsel kayıtlarda giderek “Yer” ve “Gök” olarak kavranılmaya başlanacak temel dinsel kavramların, Mezopotamya’nın çok temel, coğrafik düzenlenmesinden kaynaklandığını görüyoruz. “Yukarı Mezopotamya” ve “Aşağı Mezopotamya” coğrafik ayrımı, giderek “Yukarı= Gök” ve “Aşağı= Yer/Toprak/Dünya” haliyle kavranmaya başlanmış olmalıydı.

Bu temel kalıpsal yapının adlandırılma biçiminin izlerini, mesela İncil’de, “İlk İnsan Yer’den”, “İkinci insan Gök’tendir” veya Kuran’da, “biz İnsan’ı aşağılara yerleştirdik..” gibi sürüp giden dinsel jargonda takip edebiliyoruz. Bu nedenle de, Muhammed’in Allah’ı, Kuran’da “Yer ve Gök”lere isteyerek veya istemeseniz bile, gelin önüme durun….” Falan dediğinde Yer ve Gök, adeta koşar adım Allah’ın önüne gelebiliyorlardı.

Turan Dursun veya Erdoğan Aydın bu anlatım tarzlarını alaya alarak “bilimsel kitap” yazarlar.

Ben ise, bu kalıpsal ifade tarzının,

- Eski Mezopotamya tarihinde, “Yukarı” ve “Aşağı” toplum birimlerin dinsel temsilcilerinin ortak bir ittifak ayinini

- Akad ve Sümer temsilcilerinin “Tanrı önünde buluşma”larını ve “amin- öyle olsun” yemini yapmak üzere gerçekleşen kutsal bir ayin olduğu yorumunu yaparım.

“Aşağı”da “kara başlı” topluluk ve “Yukarda” muhtemelen mavi - kızıl başlı topluluklar arası (bunlar dışında olanlar da vardı elbette) başlayan ilişki - ittifak bizim “Akado - sammaru” ifadesi kullanmaya başladığımız anı verir.

Akad topluluğu Kuzey Mezopotamya’da, “Sümer” /Samara/ Samiri / Şumeru/ Şam ise “aşağıda”, Güney Mezopotamya’daki topluluk idi. Bunlar İÖ. 3750’li yıllardan itibaren yoğun bir “karşılıklı evlilik ittifakı” içine girip kaynaşmaya başlamış görünüyorlar.

Toplumsal tarih zaten, aslında, toplum birimlerin içlerinde kurulmuş ( “iç ittifak”) ve karşılıklı olarak birbirleriyle kurulmuş (“dış ittifak”) ittifak süreçlerinin ve bu süreçlere yön veren kuralların anlatımından başka hiçbir şey değildir.

Din’lere ise, bir yönüyle, eski toplumlara ait kuralların süreç içinde bozulmuş ve uygulama alanından çıkarken sembolik hal almış anlatım ve ritüeller toplamı diyebiliriz. Eğer bir ritüelde, mutlaka beyaz renkli, üç yaşında, eksiksiz bir koç kurban edilmek zorunda ise, burada kesinlikle eski toplumun hayvan totem dönemindeki ilişki tarzından kalan bir kalıntı kural ile karşı karşıya olduğumuz sonucu ortaya çıkar…

Karşımızda olan toplumun “kara” renkle sembolize edilmediğini anlarız. “Koyun-kuzu-koç” olarak “davar”la ilgili bu topluluğun, eski tarihte, ilgili ritüelde, kadın ve çocuk kurbanı değil, “yetişkin erkek kurbanı” gerçekleştirdiğini anlarız.

İnsan kurbandan hayvan kurbana geçişin ve “koç”a tapınmanın, bir cehalet eseri olmadığını; bir akıl ve bilgelik ürünü olduğunu saptarız.

İlk erkek çocuğunun evlilik ve üreme sorunlarından kurtulmak üzere ortaya çıkan fallus kültünün gereği olarak “penisin kökten kesilmesi” yerine geçen “sembolik kesim” olarak sünnetin, ortaya çıktığı tarihsel şartlar bakımından, bir cehalet ürünü değil, bir bilgelik göstergesi olduğunu saptarız.

Şimdi açıkça sormalıyız:

Tavşan’a, Köpeğe, Balığa, Domuza olduğu gibi “Kuzu İsa”ya ve babası “Koç” veya Tilki Enlil’e tapan eski toplum mu “cahil”dir?

Yoksa eski toplumları, “cahil”, “hurafe”, “kurgu” etiketleriyle suçlayan iç bunaltıcı “bilimsel” kitapların yazarları mı cahil ?

 
                      Eski Toplumdan İslam veya Kuran’a Ulaşan İzler....

Günümüzden 5 bin yıl kadar öncesine dayanan Akado-Sammaru tabletlerinin çözümlenip okunmasından bu yana, eski toplumu, “eski ve gerçek bir toplum” olarak değerlendirme olanağı artık ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan bizi, ‘uzay’ teorileri; uzaylılar üzerinden yapılan “Marduk’çu safsata”lar veya, "…dinler hurafedir..." biçimli “aydınlanmacılık dönemi hurafeleri” pek ilgilendirmiyor.

Sosyolojik anlamıyla din fenomeninin, Mezopotamya erken toplulukları arasında doğup gelişme sürecini somut olarak izleme olanağına sahibiz şimdi.

Erken dönemde, yaklaşık -3250'li yıllarda, ilk taş ve kil tabletler üzerine şekil-yazıların biçimlenmesinden bu yana geçen sürenin uzunluğu, bu yazılarının, birçok halde yeterince doğru bir şekilde ele alınmasını engellemektedir. Bunda bütün sorumluluk, ömürlerini bu konulara vermiş bilim adamlarımıza ait değil elbette. Böyle söylemek büyük haksızlık olur. Toplumların kavrayışındaki değişmeler de, ilk kavram ve kurumların zamanla, farklı anlaşılması ve torun nesillere de öyle yansıtılmasının yolunu açıyordu. Bize oldukça değişmiş haliyle ulaşan bir dizi temel kavram ve kurumu, ilk hallerindeki özellikleriyle tanımak çok ciddi bir çaba gerektiriyordu.

Büyük bir bozulmaya uğramış olarak bize ulaşmış olsa da, şimdi artık, mevcut dini kitapların temel kavram ve ‘yaratılış’ anlatımlarının iskelet yapısının, erken Akado-sammaru ‘yaratılış’ anlatımlarıyla büyük paralellikler taşıdığını; erken dönem tarihsel kaynakların orada olduğunu tam olarak biliyoruz.

Eski toplumun yapısını, anlaşılmaz karanlıklar içinde, 'düşlerde', 'sırlarda', ‘cehalet’lerde 'açıklamak' yerine, yer yer tamamen kaybolmuş olsa bile, şimdiki kalıntı izler üzerinden yürüyerek, bu ana çizgiler üzerinde geriye gidip günümüze gelerek, var olmuş ve yaşanmış olan haliyle eski toplumu tanımaya çalışmak zorundayız.

“İslam eleştirisi” deneylerinde bulunan değişik “ateist”, “aydınlanmacı” yazarlarımız, bu çabalarını “Kuran sınırları” içinde kalarak gerçekleştirmeye çalıştıkları ölçüde çok zayıf kalıyorlar ve çalışmalarını da son derece hatalı düzeylere taşımak zorunluluğuyla karşılaşıyorlar. Bu nedenle oralarda yararlanılabilecek pek fazla ilerletici görüş bulunmaz. Onlar, dini edebiyatta bulunan “Yer” kavramını şimdiki anlamıyla Yer-Dünya olarak ; "Gök” kavramını şimdiki anlamıyla Gök olarak veya “dağ” kavramını şimdiki anlamıyla dağ, “sinek” veya “çekirge”, “arı” gibi kavramları da şimdiki “haşare”ler anlamında sinek, çekirge ve arı… falan olarak yorumlayıp giderler. Bu durumda olanlar için, dinsel alandaki tek “bilimsel” tek açıklama, eski toplumun “cehaleti”nden başka bir şey olamaz zaten. Bu nedenle de, onların kitaplarında “hurafe”, “cehalet”, “bilim dışılık”, “hayal”, “düş” gibi kavramlardan yol bulup da daha ilerilere gitme olanağı kullanılamaz.

İslam’ın eleştirisi de yapılmalıdır elbette; genel olarak dinlerin bir parçası olarak… Ama Erdoğan Aydın gibi, sözünü ettiğimiz türdeki yazarlar, ‘sağ’ ve ‘sol’ yön kavramları üzerine Muhammed eleştirisi yaparlarken, İncil’leri veya Eski Ahit’i bile olsa, okumuş olabilselerdi, oralarda da “tanrının güçlü elinin ‘sağ’da bulunduğu”ndan yola çıkıldığını görebilirlerdi.

Demek ki, yön olgusu, eski toplumun “ayrışarak bütünleşme” ilişki tarzının işleyebilmesi için kullanılan en temel faktörlerden birisiydi. Sağ’a veya 'sol' yöne kutsallık atfetmek duygusu giderek oluşmuştu. “Aşağı-Yukarı”, “Yer-Gök”, “Kuzey-Güney” veya “sağ-sol” biçimli bu tür temel “kutsal ayrımlar”ın varlığını erken tabletlerden itibaren saptayabiliyoruz.

‘İki kadının şahitliğinin bir erkeğe’ eşitlenmesi fikrinden, kısa yoldan bir ‘kadın küçümsenmesi’ sonucunu çıkarılacak yerde, eski yazılı yasalar daha itinalı incelenebilse, eski toplumda, “küçük erkek oğul”un da “büyük erkek oğul”un çift hisselik miras payına karşı, (ikisi de 'erkek'! ) baba mirasından sadece “tek hisse” aldığı da görülebilecekti ve eski toplumda şimdi olduğundan daha farklı bir ‘cinsiyet’ yaklaşımı olabileceği de fark edilebilecekti.

Kadın düşkünlüğü dillere destan olan Muhammed’in 'kadını küçümsemesi’nde de, belki de ön kaynak erken Arap toplulukları erkeklerinin evlenmek zorunda olduğu karşıt kadın’ların , ‘düşman kardeşler’ olan “eşek” veya “köpek” totemli Asur, Yezidi toplum birimlerin kadınları olması olgusu bulunduğu akıllarına gelebilirdi. Bu tür değerlendirmeler, muhtemelen karşılıklı zıt iki toplum birim arasındaki ilişkilerden doğan ve korunması gereken bu zıt’lığın yol açtığı önyargılara dayalı olarak şekillenmişti.

Dini metinlerde veya “şifai” anlatımlarda yer alan “Kutsal sinek” , “yaban arısı”, “çekirge” gibi kavramlar ile, doğadaki sinek, arı veya çekirge anlatılmıyordu. Bu tür kavramların gerisinde, eski toplumun o şekilde isimlendirmeyi uygun gördüğü toplumsal kutsal bir bölüm görevli tanımı olabileceği fark edilebilse, bu alanda boş sözler azalır ve çok daha yararlı bir yönelim edinmek mümkün olabilirdi. Avesta incelenebilir ve bu dinin kutsal “arı”sı; kötü çekirgesi; kötü ve kör yaban sinekleri ile Muhammed’in Kuran’da kullandığı jargon arasında bağlantılar kurulabilirdi.

http://toplumvetarih.blogcu.com/eski-toplumdan-kuran-a-ulasan-izler/939032

***
Daha önce, Eski Ahit’te “kan içme” ve “kanlı et” yani çiğ et yeme veya Musevilere ‘helal’ olan hayvanların bile ‘yağ’larını yeme yasağından bahseden kuralları yayınlamıştık.

Bunlar, bugün bizlere pek anlamlı olarak görünmese bile, eski toplum bakımından son derece önemli noktalardır. Öyle ki, Tanrı, Tufan diye bilenen insan kurbanlı ritüelden sonra, ‘kalan’larla yaptığı yeni ‘akid’, ‘ahd’, ittifak, anlaşmada onlara bir tek temel şart getiriyordu. O da, artık 'kan içmemek' ve 'çiğ et yememek'…

Bu yeni şart, hayvanlarla ilgili olduğundan daha çok insanlarla ilgiliydi ve tercümeler bunu ne kadar soyutlamak için uğraşsalar da, söz konusu olanın aslında önce “insan kanı” ve çiğ çiğ yenen “insan eti” olduğu, anlaşılmaktadır. Zaten, eski toplum 'hayvan' veya 'bitki' dediğinde de, genel olarak bundan, totem’ler arkasına gizlenmiş insan topluluklarını anlıyordu. Günümüze kadar gelen kalıntı deyimlerimizde veya eski tabletlerde “eşek”, “öküz”, “dana” gibi tanrılara, kişilere bu nedenle rastlıyoruz. Şu veya bu hayvan-bitki yeme yasağının bir adım önceki dönemde, söz konusu olan doğrudan doğruya, daha sonra kendine bitki-hayvan ismi takan ve kurban edilen insan’ın kendisiydi.

Çiğ et yemek hususu, eski Akado-sammaru tabletlerinde de “Maru”, “Martu” olarak okunan, başka tabletlerde, büyük olasılıkla “Maru-utu” olarak anlamamız gereken topluluğa ilişkin bir uygulama olarak vurgulanmaktadır.

Eklemeliyiz ki, eski Tufan versiyonlarındaki Akado sammaru Nuh’u, aynı zamanda “Ubartuttu’nun oğlu” olarak ifade edilir ki, Uttu veya bildiğimiz haliyle 'od', Şamaş’ın, Sam, Nar’ın yani 'Ateş’in farklı bir topluluk tarafından karşılığı olarak kullanılan kelime idi. Eski tabletlerde, Marduk, Nemrut ve Assur, içerik bakımından eşdeğer kavramlar, eşdeğer Tanrı (oğlu) olarak belirirler.

Çiğ (et) köftenin bugünkü uygulama alanları, herhalde eski Nemrut/ Marduk kültü ve Hitit’lerin bir bölümünün uygulaması ile bağlantı halinde olmalıydı. Bu, sadece erkeklere mahsus, toplu olarak sadece erkeklerin yemesi mümkün olan kutsal bir 'et yemek' türü idi ve bunun izleri bizi eski tarihin insanın çiğ olarak yendiği yamyamlık noktasına kadar taşıması gereklidir. Dolayısıyla, 'çiğ köfte' kültünün de erken dönem yapısına işaret eder.

Ekleyelim ki, Harran ev tipinin 'arı kovanı' biçiminde oluşu, Lübnan ve Suriye’ye göre "kuzeydeki arı sürüleri" gibi Eski Ahit ifadeleri bakımından bize yeni yaklaşım değerleri açabilecek bir işarettir.

"Arı" (*1) kavramının, örneğin Fıransızcada, "bal sineği" ("mouche à miel") olarak da ifade edilebildiğini dikkate almak gereklidir. Avesta’da da bu tür “kötü”, “kör sinek”lere sıkça rastlıyoruz. “Sinek” ve “cinsel organ” arasındaki bağlantıya ise; “Sineklerin tanrısı” gibi Eski Ahit deyimlerine; iskambil düzeneğindeki “sinek” kavramı bağlantılarında dikkat çekilmişti.

“Kan içimi” , Akado-sammaru tanrılarının ilk anlardan itibaren uygulama alanlarında görünüyor. Ele geçen, neredeyse bütün heykel ve çizimlerde kadehsiz, kupasız bir Tanrı yoktu. Bektaşiliğin “Dem”lenmesinde de söz konusu olan “Dem= Kan”dı.

Bunlar son derece anlaşılır uygulamalardır. Çünkü eski toplumun kardeşlik ittifakı, başlangıçta ‘kandaşlık’ ilişkisine dayanıyordu. Bu ise, karşılıklı olarak ‘kan birliği’ sağlamayı gerektirir ki, bu, her iki tarafın kurbanlarının kanının karşılıklı, belki karıştırılarak, ritüelsel içimi ile sağlanabilmiş olmalıydı. Türklerin ‘söz’ünün ‘ant içmek’ olarak ‘içmek’ sözcüğüne bağlı olması bile, eski toplumun kandaş kardeşlik ilişkisini nasıl sağladığını anlamaya yeter.

Bugünkü modern toplumların, içki kültürünün gerisinde eski toplumun kan içme kültü bulunuyor. Atalarımızın bu uygulaması zamanla, kan’ın içkiye karıştırılması biçiminde sembolik bir hal almış olmalıdır. Bugün, içki içilirken, karşılıklı kadeh tokuşturarak, hiç tanımadığı masa arkadaşına 'sağlık’ ve ‘dostluk’ temennileri sunma anlamsızlığı, eski toplumun jargon alanının hala kullanılıyor olmasından ötürüdür.

İçtikten sonra kadehleri fırlatma tutumu da, eski toplumun söz veriş geleneği ve bu bir kez anlaştıktan sonra “kan içme”ye devam edilmeyeceğinin sembolik anlatımı olmalıydı.

İslam’da içkinin yasaklanması, çok sonra olmuştur. O dönemlerde içkisiz bir toplum bulunmuyor olmalıydı. Çünkü bu içkinin aynı zamanda, kurbanların acı çekmesini önlemeye yaradığı da keşfedilmiş olmalıydı ki, bulunan yeraltı mezarlarında, kadehleri elinde öylece olmuş, kurban edilmiş insan iskeletleri bulunmuştur. Bu geleneğin de ‘baldıran’ uygulamasına dayanan eski Hellen topluluklarının bazılarınca sürdürüldüğü anlaşılıyor.

Bugünkü toplulukların hangi tür bir içkinin takipçisi oldukları aslında, onların eski Akado-sammaru alanlarındaki farklı kaynaklarına da işaret eder. Germenik Almanya’nın biracılığı, Fransızların şarapçılığı, Rusların votkacılığı Akado-sammaru kült alanlarının eski içki çeşit kaynaklarına bağlanmalıdır.

Sonradan İslami olan topluluklarda da hurma, üzüm kaynaklı içki çeşitlerinin bulunuyor olduğu, bizzat Kuran tarafından açıklanır. Kuran’da alkollü içki, başlangıçta değil, giderek yasaklanmıştır. Yasaklandığı şartlarda bile cennet Hurrilerinin kucağında içilen içkiler üzerine güzel sözlerin devamı, içki kültünün bu topluluklardaki önemini gösteriyor. Fakat tek başına “içmek”, İslami gelenekte hala, “şerbetini içmek” vb. yoluyla devam etmiştir.

İçki’nin, öncelikle eski toplumda insan kanı yerine kullanımına ve kanı içilen kurbanların İsa’cılığın ön geleneğindeki ataları olduğuna, tanıdığımız Nasıralı İsa da tanıklık eder. Her şeyini Kitab’ın söylediği gibi yapan Meryem oğlu İsa, son yemek’te, havarilerine, şarabı uzatıp ‘için, işte bu benim kanımdır’ dediğinde, şarap ve kan geçişmesini tam kelimelerle ifade etmiş olur.

http://toplumvetarih.blogcu.com/eski-toplumdan-kuran-a-ulasan-izler/939032


***

   "Muhammed, Kuran ve İncil" başlığını taşıyan ve "ateist"ler tarafından 

 yayınlanmış olan bu tür ve bu düzeyde bir yaklaşım tarzı değiştirilmelidir!


İslam'ı eleştirirken, başka dinlerden "referans" beklemek; bu dinlerin "kendi 

mantığı içinde onları vurma" yöntemleri kullanmak vb., bizleri çok sağlıklı ve 

                            bilimsel sonuçlara  ulaştırmayacaktır.

Bilimsel ateizm, bu içerikteki eleştirilerin acilen düzeltilmesini gerekli kılıyor!


 
İslami düşünceye göre, aslında "her şey allah'tan ..." ise, kafir olmak, ateist olmak, Allah'a inanmamak, günah işlemek, cehennemlik olmak .... vb. de "Allah'tan" olmalıdır!

Nitekim Kuran, bu "kısır mantığın kıskaçları"ndan kurtulamaz ve "her şeyi Allah'a bağlamak"
anlayışı temelinde, bir dizi "insani söz" söyler...

Biz elbette, Kuran'ın kendi iç çelişmelerini; hatalı anlayışları da sergileyeceğiz.

Fakat sadece bunlarla yetinmeyecek; Kuran'daki söylemlere ulaşan binlerce yıl önceki 
toplumsal ilişki izlerini de bulmaya; ortaya koymaya; onların "doğa üstü bir varlık Allah"a ait olmadığını; toplumsal ilişkiler sürecinde insanların oluşturduğu eski kurallara ait olduğunu ortaya koyacağız.

Bu eski kurallar, zaman içinde anlamlarını yitirdiği için, Muhammed zamanında, bir dizi 
kalıpsal kavram ve kuralın temelleri çoktan unutulmuş durumdaydı. İlahilerde tekrarlanan içi boşaltılmış ve yeniden farklı anlamlar yüklenmiş temel dini kavramlar halini almışlardı...

Eski Mezopotamya toplumlarını ve dinsel inançlarını inceleyerek ve onların bozulmuş 
biçimlerinin Kuran'daki izlerini bulmaya çalışmak çok önemlidir.
 
 
            Kuran Mantığına Göre, Ateist Olmamızı Sağlayan Allah İse,

                             Günahlarımızın Sebebi de Odur!

Ve lev şâallâhu mâ eşrekû, ve mâ cealnâke aleyhim hafîzâ(hafîzan), ve mâ ente aleyhim bi vekîl (vekîlin).

İmam İskender Ali Mihr : Şâyet Allah dileseydi, şirk koşmazlardı. Seni onların üzerine muhafız yapmadık. Sen, onlara vekil de değilsin.

Diyanet İşleri : Allah dileseydi ortak koşmazlardı. Biz seni onların başına bir bekçi yapmadık. Sen onlara vekil (onlardan sorumlu) da değilsin.

Abdulbaki Gölpınarlı : Allah dileseydi şirk koşmazlardı ve biz, seni onların üstüne bir bekçi dikmedik, onları korumaya, işlerini görüp kendilerini gözetmeye memûr da değilsin.

Adem Uğur : Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onların vekili de değilsin.

Ahmed Hulusi : Eğer Allâh dileseydi, şirk inancında olmazlardı! Seni onlar üzerine muhafız koymadık! Sen onlara Vekiyl değilsin.

Ahmet Varol : Allah dileseydi onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bekçi kılmadık. Sen onların üzerine vekil de değilsin.

Ali Bulaç : Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdı. Biz seni onlar üzerinde bir gözetleyici kılmadık; sen onlar üzerinde bir vekil değilsin.

Ali Fikri Yavuz : Eğer Allah dileseydi, onlar Allah’a ortak koşup müşrik olmazlardı. Biz, seni, onlar üzerine bir gözcü yapmadık. Sen onların üzerine bir vekil de değilsin.

Bekir Sadak : Allah dileseydi puta tapmazlardı. Seni onlara koruyucu yapmadık, onların vekili de değilsin.

Celal Yıldırım : Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onlar üzerine bir koruyucu kılmadık ve sen onlar üzerinde bir vekîl de değilsin.

Diyanet İşleri (eski) : Allah dileseydi puta tapmazlardı. Seni onlara koruyucu yapmadık, onların vekili de değilsin.

Diyanet Vakfi : Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onların vekili de değilsin.

Edip Yüksel : ALLAH isteseydi ortak koşamazlardı. Seni onların üzerine bekçi yapmadık. Onların avukatı da değilsin.

Elmalılı Hamdi Yazır : Allah dilese idi müşrik olmazlardı, biz seni onların üzerine mürakıb göndermedik, sen onlara vekil de değilsin

Elmalılı (sadeleştirilmiş) : Allah dileseydi onlar Allah'a ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine gözcü göndermedik, sen onlara vekil de değilsin!

Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) : Allah dileseydi, ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar üzerine bekçi yapmadık, sen onlara vekil de değilsin!

Fizilal-il Kuran : Allah dileseydi, onlar O'na ortak koşmazlardı. Biz seni onların başına korucu, bekçi dikmedik; sen onların vekili, davranışlarının sorumlusu da değilsin.

Gültekin Onan : Eğer Tanrı dileseydi ortak koşmazlardı. Biz seni onlar üzerinde bir gözetleyici kılmadık; sen onlar üzerinde bir vekil değilsin.

Hasan Basri Çantay : Eğer Allah dileseydi onlar (böyle Allaha) ortak katmazlardı. Biz seni onların başına bir gözcü yapmadık. Sen onların üzerine bir vekîl de değilsin.

Hayrat Neşriyat : Hâlbuki (kullarını irâdelerinde serbest bırakan) Allah (îmân etmelerini)dileseydi, (aslâ) şirk koşmazlardı. Hem (biz) seni onların üzerine muhâfız yapmadık. Sen onların üzerine vekîl de değilsin!

İbni Kesir : Eğer Allah dileseydi; onlar şirk koşmazlardı. Hem Biz, seni onların başına bir bekçi yapmadık. Sen, onların üzerine bir vekil de değilsin.

Muhammed Esed : Eğer Allah dilemiş olsaydı Ondan başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmazlardı; Biz seni onların bekçisi yapmadık ve sen onların yaptıklarından sorumlu değilsin.

Ömer Nasuhi Bilmen : Ve eğer Allah Teâlâ dilese idi onlar şirke düşmezlerdi. Ve seni onların üzerine bir muhafız kılmadık, ve sen onların üzerine bir vekil değilsin.

                                               http://www.kuranmeali.org/6/enam_suresi/107.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx

 
Kuran 6:107 - Enam Suresi 107. Ayet

Diyanet Vakfı
EN’AM 107. Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onların vekili de değilsin.
Diyanet İşleri
EN’AM 6/107. Allah dileseydi puta tapmazlardı. Seni onlara koruyucu yapmadık, onların vekili de değilsin.

Yaşar Nuri Öztürk
EN’AM 107.Allah dileseydi, şirke batmazlardı. Biz seni onlar üzerine bekçi yapmadık. Sen onlara vekil de değilsin.

Elmalılı Hamdi Yazır
Allah dilese idi müşrik olmazlardı, biz seni onların üzerine mürakıb göndermedik, sen onlara vekil de değilsin.

Ömer Nasuhi Bilmen
Ve eğer Allah Teâlâ dilese idi onlar şirke düşmezlerdi. Ve seni onların üzerine bir muhafız kılmadık, ve sen onların üzerine bir vekil değilsin.

Hasan Basri Çantay
Eğer Allah dileseydi onlar (böyle Allaha) ortak katmazlardı. Biz seni onların başına bir gözcü yapmadık. Sen onların üzerine bir vekîl de değilsin.

Muhammed Esed
Eğer Allah dilemiş olsaydı Ondan başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmazlardı; Biz seni onların bekçisi yapmadık ve sen onların yaptıklarından sorumlu değilsin.

Abdulbaki Gölpınarlı
Allah dileseydi şirk koşmazlardı ve biz, seni onların üstüne bir bekçi dikmedik, onları korumaya, işlerini görüp kendilerini gözetmeye memûr da değilsin.

Süleyman Ateş
Allâh isteseydi, ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bekçi yapmadık, sen onlara vekil de değilsin!

Suat Yıldırım
Eğer Allah dileseydi onlar müşrik olmazlardı. Biz seni onların üzerine bekçi olarak göndermedik. Sen onların işlerini yürütmekle de görevli değilsin.

Ali Bulaç
Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdı. Biz seni onlar üzerinde bir gözetleyici kılmadık; sen onlar üzerinde bir vekil değilsin.

Edip Yüksel
ALLAH isteseydi ortak koşamazlardı. Seni onların üzerine bekçi yapmadık. Onların avukatı da değilsin.

İbni Kesir
Eğer Allah dileseydi; onlar şirk koşmazlardı. Hem Biz, seni onların başına bir bekçi yapmadık. Sen, onların üzerine bir vekil de değilsin.

 
Bilimsel ateizm, bütün din ve-ya mezheplerin birbirlerini 

"garipsemeleri"nin ve "eleştirmeleri"nin üzerine çıkarak, 

onların tümüne karşı bilimsel tutum almak 
 
demektir!


 
 
 FELSEFENİN TEMEL İLKELERİ'Nİ ELEŞTİREL BİR TARZDA OKUYALIM!
                                         V. MARKSİZM VE DİN

(...)Ama, kesin açıklama unsurlarını getiren Marksizmdir. İşte onun ilkeleri:

1. Dinin alt biçimleri, büyüye dayanan uygulamalar, doğal ve toplumsal olayların ilkel bir şekilde idealistçe açıklanması, keza aynı şekilde felsefi ve ahlaki görüşler, sofuca yakarışlar ve kurban vermeler gibi, "ruhanileştirilmiş" büyüye dayanan ibadet biçimleri taşıyan daha gelişmiş biçimler de, duygular planında ve düşünce planında, insan pratiğinin gerçek olan bir verisini, yani onun, insanoğlunun insanlığın başlangıcında çok büyük olan göreli güçsüzlüğünü, ne anlayabildiği ne de egemen olabildiği doğa karşısındaki güçsüzlüğünü, üretimin zayıf gelişmesine bağlı olan güçsüzlüğünü,[14] sınıf baskısına, perspektiflerden yoksun oluşuna, toplumsal bilincin zayıflığına bağlı olan, ne anlayabildiği, ne de hükmedebildiği toplumsal olaylar karşısındaki güçsüzlüğünü ifade eder, anlatır ve yansıtırlar. Herkes bilir ki, dinsel uygulamalardan, iyi olan sonucu sağlamaları, "işlerde başarı" dahil, başarıyı, hasma karşı zaferi, sonsuz mutluluğu vb. sağlamaları beklenir. Şu halde din, insanlar için amaçlarına varmanın bir aracı olarak, mutsuzluğun nedenlerini bilmemesine bağlı, aynı zamanda, mutluluğa karşı duyulan belirsiz, bulanık özleme bağlı bir uygulama gibi ortaya çıkıyor. Ama din, böylece, pratiğin verilerini yansıtıyorsa, onları tersine olarak, nesnel verilere göre değil de öznel verilere, (sayfa 186) düşlerin görüntülerine, bilisizliğin kurbanı olan insanın düşüncesinin arzularına göre yansıtır. "Tanrı", örneğin, yüce kurtarıcı, yetkinliklerin yetkinliği (kemallerin kemali) oluyor.

Bizzat "tanrı" fikri içindeki, ortaya koymuş olduğumuz çelişkiler, insanın kafasında kurduğu "salt yetkinlik", "salt bilgi", "sonsuz mutluluk" fikirlerinin iç çelişkilerini, yani insanın, gerçek dünyanın çelişkilerini ve bilgisizliği içinde tasarladığı gerçekliği olmayan (fantastique) istekleri tersyüz ederek içine yerleştirdiği gerçeksiz ve metafizik fikirlerin iç çelişkilerini ifade etmekten başka bir şey yapmazlar. Tanrı fikri, aynı zamanda metafizik, salt, çözülmez çelişkiler haline gelen bütün bu çelişkileri bir tek demet halinde özetlemek, bir araya yığmak ve yoğunlaştırmaktan başka bir şey değildir.

Böylece, din, diyalektik materyalist bilimin tam karşıtıdır; diyalektik materyalist bilim, gerçeğin çelişkilerini, tersyüz etmeden, doğru olarak, aslına sadık kalarak, yabancı, imgesel, gerçek olmayan bir şey katmadan yansıtır. Engels'in dediği gibi dinin kökleri, "yabanıllık (vahşet) çağının kısıtlı ve bilisiz kavrayışlarındadır."[15]

2. Bununla birlikte, dini incelemek için ikinci bir olguyu da hesaba katmak gerekir, çünkü, din, bilgisizlikten doğduğundan, bilimsel açıklamaların yerine imgesel açıklamaları koyduğu ölçüde, büyük bir bölümüyle, gerçeği maskelemeye, olayların nesnel açıklamasını gizlemeye yardım eder ve kendi kuruntularına bağlı dindar adam şu ya da bu biçimde, ilke olarak, şeytan işi saydığı bilime düşmandır. Bu özellik, kendi sömürülerini yığınların gözünden gizlemekte çıkarı olan sömürücü sınıflar tarafından, daha önceki dersimizde kaydettiğimiz gibi, sonuna kadar kullanılmaktan geri kalmıyordu. Kendi sınıf baskılarını sonsuzlaştırmak için yığınların edilginliğine, eylemsizliğine, onların tevekkülüne, yumuşak başlılığına, mutsuzluğun kaderde yazılı olduğu inancına muhtaçtırlar, ama, aynı zamanda, yığınların mutluluk (sayfa 187) umutlarının öteki dünyaya doğru çevrilmesi gerekir: geleceğe ait avutucu cennet umudu, sömürülen yığınlara yeryüzündeki "fedakarlıklarının" ödülü olarak sunulmuştur. Böylece, ilkin, antikçağda aman vermez bir alınyazısı olarak tasarlanan ruhun (âme) ölümsüzlüğü, öteki dünyada kurtuluş umuduna dönüşmüştür. Ta en eski zamanlarda, bilgili-görgülü yönetici sınıflar, yığınlar üzerindeki etkisini sürdürdükleri aldatmacaların bir sözcüğüne bile inanmazlarken, dinden, "düzenin korunmasının" ideolojik kuvveti olarak, Marx'ın formüle ettiği gibi halkın afyonu olarak yararlanılmıştı.

Daha eski Mısır rahipleri, tanrıların heykellerini kendi kendilerine hareket ettirerek mucizeler "imal ediyorlardı"; Romalılar, "iki kahinin gülmeden birbirine bakamayacaklarını" temin ediyorlardı ve Cicéron, dinin, kadınlar ve kölelere göre olduğunu bildiriyordu. Eski Düzenin gerici feodalleri, bilimdeki ilerlemeleri yavaşlatmaya çalışmak için dinden yararlandılar; tıbbi araştırmaları, cerrahlığı yasak ettirdiler. Dünyanın, alemin merkezi olmadığını savunmuş olduğu için Galilei'yi mahkum ettirdiler. 20. yüzyılda bile, çarların Rusyası'nda, Miçurin, çarlık polisine, kutsal şeylere saygısızlık eden bir adam olarak ihbar edilmişti: Miçurin, bitki türlerine çaprazlamayı uyguluyordu.

18. yüzyıl Fransız materyalizmi ile dine çok kuvvetli darbeler indirildi. Bununla birlikte, ülkemizde [Fransa'da -ç.] bir sürü gerici siyasal önlemlerle devrimin hemen ertesinde ve bütün 19. yüzyıl boyunca, özellikle, Birinci İmparatorluğun düşüşünden sonra, 48 Haziranından sonra, Paris Komününden sonra ve Vichy düzeni sırasında, din yeniden ihya edildi.

Sözde mucizelerin sahneye konuşu, sömürgeciliğin yöntemlerinden biri oldu. Teorik plan üzerinde, dinin felsefi içeriği kesin bir yenilgiye uğradığı halde, bu siyasal kullanımı 1789 Devriminin çağdaşı Kant tarafından kusursuz bir biçimde ortaya konmuştur. Ona göre tanrının varlığı tanıtlanamaz. Bununla birlikte onu "kabul etmek" gerekir, çünkü, bu fikir olmasa, her şey mubah olurdu, artık büyük adalet koruyucusu olmazdı, (sayfa 188) artık gökyüzünün jandarması, artık bir ödül ve ceza güvencesi kalmazdı, "doğru" olan cesaretini yitirir, "kötü" olan cesaret bulurdu, kısaca burjuva düzen tehlikeye düşerdi.

Şu halde, "tanrı", doğrudan doğruya karşı-devrimci bir silahtır; hatta onun varlığından teorik olarak emin olmak bile gerekli değildir, onu, pratik olarak ve yararı bakımından kabul etmek yeterlidir. Burjuvazinin din konusunda değişmez uygulaması bu değil midir? Ve bu, dinsel idealizmin teorik bakımdan tam başarısızlıklarının en güzel bir tanıtıdır, değil mi?

Sosyalizmin tarihsel zaferi, gerici sınıfların egemenliğine son verdi. Sınıfların hizmetinde ideolojik bir güç olarak din, böylece toplumsal temelini yitirdi. Ama daha bir zaman, insanların bilincinde geçmişten arta kalan bir şey olarak varlığını sürdürüyor. Onun için, sosyalist düzende, bilimle din arasında, bilgisizlikle bilgi arasında teorik bir savaşım sürmektedir.[16] Mademki, bilgi savaşım ile ilerler, bu savaşım bilgi sürecinin bir yönüdür. SSCB'de vicdan özgürlüğü ilkesinin içeriği böyledir.

***

İnsanbilim ve Marksizm

Nisan 2003 / Safa Kaçmaz

Marksizm ,'bütün tarih sınıf mücadelesi tarihidir' şeklinde genel ve kesin bir tezle ortaya çıkmıştı. 1848 Bildirisi'nin bu tezi ilan etmesinin üzerinden bir yıl geçmeden, aynı cümleye ( “ilkel komünal toplum hariç” ) düzenlemesi yapmıştır.

Bilinen anlamıyla Atina ve Roma köleciliği dünün bir ürünü sayılır. Sümer Tablet çözümlemelerinde, Hammurabi ve öncesi eski yasalarda, 4000 yıl öncenin kölesi, özgür yakın geçmişin henüz canlı duran anıları bakımından, hiç olmazsa yeni yıl bahar bayramlarında, sokakta, sahibi ile yan yana yürüme ve genel olarak da sahibine karşı, "sen benim sahibim değilsin" diye yasal dava açabilme hakkına sahipti. Dolayısı ile Marksizmin kendi değerlendirmesi bakımından 'sınıf mücadelesine dayalı insanlık tarihi'nin geçmişi, rakamlarla ifade etmek gerekirse, üç-dört bin yılın ötesine gitmez.

Manifesto'nun 'sınıf mücadelesi yasası'nın geçerliğini “(ilkel komünal toplum hariç) bütün tarih” olarak sınırlaması, öte yandan, onun, sosyolojik olarak, bütün bir insan toplum geçmişine ilişkin birleşik yasa değerlendirmesine sahip olmadığı anlamına gelmektedir: Buna göre, insan toplumu, sınıflara ayrışmadığı ve ayrıştığı koşullarda farklı toplumsal yasalarca yönetilir; bu iki toplumsal yapıda 'tarihin motoru' farklıdır.

35.000 yıl önce Lasceaux ve güney Avrupa mağaralarını desenleyen insan atası, kadınlara 'etek giydirecek' ölçüde bir ' sosyal gelişme' göstermişti. Orada dinsel özellik taşıyan renkli resimler ve kesik parmaklı el desenleri, Avrupa’nın çokbilmiş uzmanlarınca, 'güzel sanatların ilk meyveleri' olarak ilan edilivermiştir. Böylece mağarada yarı-yamyam yaşayan insan atasının, 'güzel sanat kültürüyle' övünme olanağına da kavuşmuş bulunuruz. Kültürüyle övündüğümüz eski insanın, bu denli uzun bir süre boyunca, toplumsal varlığını yöneten ve düzenleyen sosyal yasaları yok mudur?

35.000 yıl önce izini aniden yitirdiğimiz avcı-toplayıcı Lasceaux insanın, daha sonra, MÖ. 7500 yıllarında, Mısır, Anadolu ve Mezopotamya'da yeniden karşılaştığımız torunları da henüz tarımsal üretime geçememiş; en fazla, yarı yerleşik avcı-toplayıcı özelliklerini sürdürüyorlardı. Bununla birlikte, toplumsal ilişki düzeyi bakımından, on bin yıl önceki bu insanlarla neredeyse koşut yaşayan geçen çağın Amazon, Afrika ve Avustralya yerlilerinin dinsel ve dolayısıyla sosyal yasalarının var olduğuna bütün uzmanlar tanıklık etmektedirler. Öyle ise, cinsel ilişki neticesinde gerçekleşen insan 'üretimi' dışında bir 'üretim' tanımayan; doğal meyve, kök toplayıcılığı ve yamyamlık dahil avcılıkla yaşam sürdüren bu toplulukları bir arada tutan, yöneten ve toplumsal varlıklarını ileriye taşıyan yasalar var olmak zorundaydı. Üstelik bu yasalar, üretim tarzlarının değişmesiyle değişmeyen yasalar olarak, üretimin pek gelişkin olduğu şu andaki ABD ile üretimin hiç denecek derecede olduğu şu andaki Yeni Gine'nin yerli bir kabile köyünde de aynı temel özellikte işlerlikte olmalıydı.

'Sınıf' sözcüğü, Classe, Avrupa dillerine Hint’çe Kast sözcüğünden geçmedir ve eski Hint topluluklarının birbirleriyle ve iç ilişkilerini düzenlemek için kullandıkları belirlenimin adlandırılmasıdır. Dolayısı ile 'sınıflı' olmayan bir topluluk düzeninden alınmış bu tanım, o eski topluluğa yeniden uygulanmaya kalkışıldığında işe yaramaz olmaktadır. Çünkü 5000 yıl önceki Hint topluluklarında şimdi anlaşılan anlamda bir 'sınıf' ayırımı yoktu.

Birey olarak insan, her dönemde, farklı özelliklere sahip bir toplum birim içerisinde yer almıştır; almaya da devam etmektedir. 'Sınıf' tanımını eski insan toplumları için kullanamayan Marksist sosyoloji, böylece, öteki bütün öteki okullar gibi, topluluğun tarihsel gelişimini 'endogami', 'egzogami', 'ana yanlı', 'baba yanlı' gibi, çoğu yanlış tanımlanan ayırımlar temelinde ele alarak anlatmak zorunda kalmıştır.

Avrupa bilim dünyası, eski insanı değerlendirmeye başladığı anda, köleci ruhundan bir türlü arınamaz ve eski toplum karşısında daima köle 'ilkelliğini' görür. Oysa, tarihteki eski insanı, doğan, ölen, öldüren, kültür kuran, yaşayan insan atası olarak değil de, başka tür yaratıkmış gibi değerlendirmek yalnızca kendi kavrayış yeteneğimizi köleleştirmek sonucunu doğurabilirdi.

Marksist olan Hardt ve Negri, Marx'ın Hindistan toplumunu ve tarihi hakkında değerlendirmelerine tavır almak zorunda kalırlar:

"….Marx, Hindistan'ın geçmişini boş ve durağan bir şey olarak görebiliyordu: 'Hindistan toplumunun hiçbir tarihi, en azından bilinen bir tarihi yoktur. Hindistan tarihi diyebileceğimiz şey direnmeyen ve değişmeyen bir toplumun edilgenliği üzerine imparatorluklar kuran işgalciler silsilesinin tarihinden başka bir şey değildir'.

(…) sorun Marx'ın bilgi yoksunluğu değildir. Asıl mesele Marx'ın Avrupa dışındaki tarihi ancak Avrupa'nın halihazırda geçmiş olduğu yolda hiçbir sapma göstermeden ilerlemek olarak kavrayabilmesidir : 'İngiltere, Hindistan'da biri yıkıcı öteki de yeniden yapıcı olan ikili misyonu yerine getirmek zorundadır, yani eski Asyatik Toplumu yok etmek ve Asya'da Batılı toplumun maddi temellerini atmak.' Hindistan ancak bir Batılı topluma dönüştürülerek ilerleyebilirdi. Bütün dünya ancak Avrupa'nın izini takip ederse ileriye gidebilirdi. Marx'ın Avrupa-merkezciliği son tahlilide Las Casas'ınkinden pek farklı değildir."(İmparator. bl.140)

Burada sorun, Marks'ın özel olarak Hint tarihi hakkındaki bilgi eksikliği olmadığı gibi, Avrupa-merkezciliği ile de sınırlı değildir.

Marks'ın, en önemli eseri sayılan, daha çok kapitalist üretim tarzının incelenmesiyle tanımlanan Ekonomi Politik çalışması gerçekte 'tamamlanmamış' bir çalışmadır: 'İlkel komünal toplumun' bir ekonomi politiği var mıdır? Marks’ın çalışmasında bu sorunun belirgin yanıtı bulunmaz. Bu eksiklik, Marks'ın bizzat kendisinin, daha sonraları, V. Zasulic ve G. Plehanov'a mektuplarla arkadaşlık etmeye başladığında, Çarlık Rusya’sı üzerine inceleme yapma gereği duymasıyla da ortadadır. Fazla derin olmayan ön çalışmasıyla birlikte Marks, eski Rusya'daki toprak üzerindeki arkaik ortak mülkiyet biçimlerine ilişkin kalıntıları Bavyera'da da bulmaya başladığını açıkladığı zaman, zaten konunun Asya ile sınırlı kalamayacağını itiraf etmiş oluyordu.

Bu bakımdan, toprağın kolektif kullanımına dayanan 'Asyatik üretim tarzı' üzerine kimi ardıllarının geliştirdikleri teori, 'sulamanın ortak yapılması' gibi ölçütler üzerinden daha başlangıcında, Afrika'ya da sıçramak zorunda kalmıştı. Böylece geliştirilmemiş de olsa bir 'Afrika tarzı üretim' sonucu ile de karşılaşmak zorunda kalırlar. Marksist ekonomi politik, eski insanın üretim ve paylaşım ilişkilerine yön veren yasalarını ortaya çıkarmadan önce, tarihin son kesitindeki kapitalist üretimi incelemekle işe başlayarak bilimsel metottan ayrılmış olduğu gibi, ele aldığı toplumsal ilişkilerin öncelleriyle bağlarını kurabilme bakımından tarihsel bir kopukluğu ve bundan kaynaklanacak zayıflığı teorik yapısının içine taşımıştır.

Merkezinde, bir anlamda 'para' nın incelenmesi bulunan Kapital, değer birimi olarak neden altın ve gümüşün kullanıldığı sorusuna-öncellerinin tartıştığı bir konudur üstelik-tarihten gelen tatmin edici bir yanıt verememiştir. Şimdi kesin olarak biliyoruz ki, Sümerler döneminde, günlük hayattaki kullanım değeri, ok, mızrak ucu, kazma, pulluk, sacayağı yapımında kullanılan demir ve bakır yanında sözü bile edilmeyen altın ve gümüş eski insanın hayatına doğrudan doğruya dinsel amaçlı kulanım olarak girmiştir. Sümer toplumunda MÖ.2350'li yıllarda Urukagina yasalarında değişim birimi asıl olarak hala arpadır. Ancak MÖ.2000'lerdeki Eski Yasa metinlerine doğru gümüşe geçiş sağlanmış gibi görünmektedir.

Bugün bütün ülkelerde, yurttaşlara yüklenmiş bir nakdi vergi uygulanır. Parasal vergiye dönüşmesinden önceki biçimi olarak ürün cinsinden ayni vergi, eski topluluklarının birbirleriyle olan ve içlerinde kurdukları ilişki düzenlerinin anlaşılmasını sağlayan en önemli noktalardan birisidir. Sümer-Akkad toplumlarının gerçek topluluklarının tarih anlatımlarının bozulmuş biçimini yansıtan kutsal kitabın Adem ve Havva’sının iki oğlunun yaptığı ikinci iş büyük oğulun küçük oğulu öldürmesiyse, ilki de, ürettikleri ürünün “ilk ağızlarını” getirip tanrı sunağına koymaları olmuştu. Sunağa konulan ilk ağız, “ilk ürün”, kuşkusuz, toplum birimlerin birbirlerine karşı yükümlü oldukları 'ödeme'nin sembolik anlatım biçimidir. Sunaklar iki toplum biriminin birbirine karşı eski, doğrudan ürün cinsinden ödeme yükümlülüğünün taşınamaz hale geldiği aşamada, karşılıklı yükümlülük aktarım sembolik alanı olarak karşımıza çıkar.

Bu ve benzeri öteki konular eski toplumun üretim ve üleşim ilişki temellerinin kavranması bakımından önemli bilgiler taşırlar. Bir başka ifadeyle, eski toplum yapıları incelenip kavrandığı oranda, toplumsal genel yasalar ve bu yasaların onlar üzerinde şekillendiği üleşim ilişkileri hakkında temel bilgiler edinilebilmiş olur.

Engels'in Devletin, Ailenin ve Özel Mülkiyetin Kökeni adlı başlangıçta yapılması gerekli olan son dönem çalışması büyük ölçüde Amerikalı Morgan’ın kitap özetidir; o sınırları ancak yer yer aşar. Eski toplumun gelişme evreleri, Morgan gibi, çanak-çömlek yapımcılık tekniğindeki gelişme aşamalarıyla açıklanmaya çalışılır. İngiltere'de kapitalizmin gelişmesini inceleyen yazıların okyanus dalgaları, yerini, eski toplumun sosyal şekillenişini sağlayan temellerin anlatımındaki yaz deresi zayıflığına terk eder. Truva keşfini ve dolayısıyla Homeros 'mitolojisinin' tarihsel gerçekçiliğini suskunlukla geçiştiren Engels, eski toplumun ekonomik ve sosyal yasaları bakımından kayda değer sonuçlara varamamıştır. O dönemde tarihsel bilgi eksikliğinin bulunuyor olması, eksikliğin bilincinde davranılmasını gerektirirdi.

Yaprak sayıcı Avrupa Kurumsal sosyolojisi ve tarihçesiz ABD'lilerin gördüğüne inanan 'gerçekçi' Görgücül Sosyolojisi, insanbilimi budayıp kuru bir ağaca dönüştürmüştür; Marksist sosyoloji ise toplum bilim alanında, başlangıçta toprağı havalandırma olumlu rolünü oynamış fakat yanlış teorik dogmaları yüzünden ilerisine gitme olanağını başaramamıştır.


***

 Marksizme Temel Bir Eleştiri


Eski Mezopotamya toplumlarına ait yazılı tabletler 1840 yılından itibaren çözümlenmeye 
başlanmıştı ve bunlar İngiltere'de yayınlanıyor, bütün dünya bu bilgilere İngiltere üzerinden ulaşıyordu.

Marks ve Engels'in bütün bu arkeolojik verilere, geçmiş tarihin aydınlığa çıkarılması 
çabasına, "mitoloji" denilen bir tür tarih aktarım tarzına karşı tutumları, sadece tipik "aydınlanmacı" , "pozitivist" yaklaşımların suskun ve utangaç devamı olmuş görünüyor....

Safa Kaçmaz

http://toplumvetarih.blogcu.com/marksizme-temel-bir-elestiri/6962073

 

 
                                                         Orijinal Kuran yok

Bugün dünyanın hiçbir yerinde “Kur’an orijinal el yazması” yok­tur. Birinci “aslı” da (beze, kağıda, hurma dalına, yufka taşa, deriye, kürek kemiğine, kaburga kemiğine, ağaç kabuğuna yazılı olan), bun­dan alınıp oluşturulan ikincisi de (Hafsa’nm sandığındaki) ve bundan yararlanılarak birkaç nüsha yapılan üçüncüsü de bugün bulunmuyor. Birinci ve ikincisi “yakıldığı” için yok. Üçüncüsüyse ne “hikmet”se, bulunması gerekirken bulunmamakta. Bununla birlikte var gösteril­mekte. Bugün eldeki Kur’an, Muhammed’in “vahy” diye yazdırdığı Kur’an’ın ne “aynı”sıdır; ne de “tamamı”dır. îbn Ömer, şunları söyler:

“Hiçbiriniz Kur’an’ın tümünü elimde bulunduruyorum demesin. Biliyor mu ki, Kur’an’ın çoğu, yok olup gitmiştir…”

- Turan Dursun (Din Bu, sayfa 220)
 
***
Bilimsel Ateizm çizgisi, dinlerin ve İslam'ın Turan Dursun tarzında eleştirisi ile 

yetinemeyeceği gibi, bizzat T. Dursun'un, İlhan Arsel'in, onları tekrara çalışan Erdoğan Aydın'ın hatalı yaklaşım tarzlarını ve yetersiz bilgilerini aşmaya çalışmayı da gerektirir.

İslam'ı eleştirirken, Müslümanların resmen dayandıkları "Kuran"ın, orijinalinin olup 
olmamasının ( Allah yoksa, zaten "orijinal, son baskı" vb. tartışmanın alemi var mı?) çok büyük bir önemi yoktur.

Tüm anonim yapıtlar gibi, Tevrat ve İncil'ler gibi, bunların dayandıkları ön kaynaklardan
olan  Enuma Eliş'ler, Sümer İlahileri gibi, Kuran da bir dizi düzenlenme süreci yaşamış olmalıdır. 

Zaten öyle olmasa, buna şaşmak gerekirdi!

Hal böyle iken, dikkatlerin önceliğinin çekilmesi gereken onca nokta varken, bu alanlara 
yoğunlaşan bir polemik, sansasyonel ve hatta "provokatif" olabilir ama, İslam'ın oluşma sürecini, Mezopotam'ya ve çevresindeki toplumların on binlerce yıllık birikimlerinin dönüşme, soyutlanma ve sembolikleşme kutsallaşma sürecine bağlı olarak anlatamaz.

Zaten bizlerin, Turan Dursun'a, İlhan Arsel'e, Erdoğan Aydın'a ve diğer kaba ateistlere en
temel eleştirimiz de, onların bu alandaki eksiklikleridir.

Geçmişte, bu eksiklikler yaşanmıştır; bu bir olgudur. Fakat artık, eksikleri erdem gibi
 görmekten ve göstermekten kaçınma zamanı gelmiştir.
 
 
                      “İslamiyet Ve Bilim”(Erdoğan Aydın) Üzerine

                            http://toplumvetarih.blogcu.com/islamiyet-ve-bilim-erdogan-aydin-uzerine/11254136
 
Mezopotamya kaynaklı dinsel ilahilerde ve Akado-Sammaru kayıtlarında, Adem ve Havva’nın oğulları olarak “Kain” ve “Habil” arasındaki ilişkilerde, “Çoban” ve “Çiftçi” arasındaki atışma ve çelişmelere, bütün bu eski kaynaklardan itibaren rastlanır.

Avrupa’nın ‘Aydınlanma’ döneminin en ünlü eski beyinlerinden, günümüzün din ve doğu uzmanlarına kadar herkes (yakın zamana kadar hepimiz ) bütün bu eski dinsel anlatımlarda, erken Mezopotamya toplumlarının gerçek tarihini bulmak ve aramak yerine, onlarda sadece ‘efsane ve-ya uydurma’ keşfedebilmişlerdi.

Eski İlahilerin ve onlara dayanan Tevrat veya Kuran’ın, ‘cahil eski toplum’ tarafından nasılsa üretilmiş bu tür “efsane ve-ya uydurma”lara dayandığına yönelik böyle bir kör inanç, Türkiye kamuoyunda uzun yıllar önce Turan Dursun tarafından, din’i İslam’la eşitleme eğilimi halinde de yansıtılmıştı. Turan Dursun'un bu “samimi çabaları”nın, sonuçları itibariyle önemli teorik tahribatlar yarattığını artık ortaya koymak gereklidir.

Şimdi Erdoğan Aydın gibi yazarlar tarafından sürdürülen bu genel çizgi, ‘Akkado-sammaru’ tarihinden, Enuma Eliş’ten, eski tabletlerdeki dinsel anlatımlardan, eski toplumun örgütlenme ve ilişki tarzlarından tamamen bağımsız bir ‘İslamiyet’i ‘Bilim’le karşılaştırma çabası içinde ‘cilt’leri doldurmaktadır. Fakat Tevrat’tan bağımsız bir Kuran; Enuma Eliş’ten bağımsız bir Tevrat, bilimsel bakımdan incelenemez bile.


Bu, temel bir metot konusudur.

Erdoğan Aydın, bu alanda eğer bir parça ciddi bir araştırmaya yönelirse, daha ilk anlarda, İslam’ın çerçevesi ve deyimleri içindeki ‘mantık’ alanında kalarak oluşturduğu bu “cilt’ler dolusu kitap sayfaları”nın adım adım anlamsızlaşıp yürürlükten kalkmak zorunda olduğunu görecektir.


Örneğin, Erdoğan Aydın’ın, “Gökler ve Yer yapışık iken” gibi bir Kuran ifadelerini “ilkel insan iddiaları” vb. olarak niteleyip, konu üzerine onlarca sayfa boş laf etmesi buna bir örnektir. (İslamiyet Gerçeği-2, VIII. Bölüm, S.131)

Kuran’da Enbiya Suresi’nin 30. Ayetinde, “gökler ve yer yapışıkken ayrılması” konusunda bir ayet vardır. Buradaki ifade kalıbı, Muhammed’den binlerce yıl önce kayda geçmiş kil tabletlerde Enlil tarafından yapılan “Yer’den Gök’ü ayırma, Gök’ten Yer’i ayırma” işlemine dayanmaktadır. Bu tabletleri bilenler için, Kuran’ın bu bölümünde Muhammed’in kendisine ait özel tek bir yan bulunmadığı gayet açıktır.
 
Farklı tercümelere göre, Kuran’ın bu bölümünde şöyle yazılıdır:

Kuran-Enbiya 21/30:

Diyanet İşleri

İnkar edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi? İnanmıyorlar mı?

Elmalılı Hamdi Yazır
Ya o küfredenler görmedilerde mi ki Semavât-ü Arz bitişik idiler de biz onları ayırdık, hayatı olan her şey’i sudan yaptık, hâlâ inanmıyorlar mı?

Hasan Basri Çantay
Göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları birbirinden yarıb ayırdığımızı, her diri şey’i de sudan yarattığımızı o küfr (ve inkâr) edenler görmedi (ler) mi? Halâ inanmayacaklar mı onlar?

Süleyman Ateş
O nankörler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık? Hâlâ inanmıyorlar mı?

***
Burada Kuran’ın tanrısı, anlatıma göre, Gök(ler) ve Yer bitişik iken, Gökleri Yer’den ayırmış ve ‘yaratılışı’ böyle gerçekleştirmiş ise, artık tahmin edebiliyoruz ki, bu temel kavramların yer aldığı erken ilahiler Enlil dönemlerine aitti ve Muhammed’in döneminden 4000 yıl kadar öncesinde sözlü gelenek olarak ve daha sonra da tabletlerde yazılı halde bulunuyor olmalıydı.

Böyle bir durumda, Erdoğan Aydın'ın yaptığı gibi, “Yerin Gökten ayrılması” sözleri üzerinden sadece Muhammed’e vurarak İslam’ı eleştirmek ve yapılan bu işi de, “din eleştiriciliği” olarak tanıtmak, oldukça çocukça bir çabadır ve bilinçlenmek isteyen kitleler bakımından ise hedef saptırıcıdır.

Erken Sümer ilahisinde şöyle deniyordu:

« Nimetlerin gerçek yaratıcısı,
Kararları değiştirilemeyen Efendi,
Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil,
Yer’den Gök’ü ayırmayı düşündü,
Gök’ten Yer’i ayırmayı düşündü.

Ortaya çıkan varlıkların büyümesi için,
“Gök ile Yer’in Kemiği”nde (Nippur) ... Yaydı.
Kazma’yı var etti, ‘Gün’ü yarattı,
Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi,
….
Efendi Kazma’yı çağırdı, kaderini belirledi…»

(Kramer, Sumer Mitolojisi, Kabalcı,s.103)

Bu ilahide Enlil’in, “Gök” ve “Yer”i “yaratan” olarak değil; onları birleştiren-ayrıştıran olarak bulunduğuna dikkat edelim.

Aynı zamanda, “Gök” ve “Yer” ile uğraşan Enlil, birden bire “Kazma’yı var etme”ye yönelir… Ve bunlar anlatımdaki ciddiyeti asla sarsmaz; anlatıcılarımız kusursuz bir düzenlemeyi anlatmaya devam ederler. Çünkü gerçekten de, burada sanılan anlamıyla “Gök” ve “Yer” değil; “Yukarı Mezopotamya” (Gök) ile “Aşağı Mezopotamya” (Yer-Toprak) ilişkisi ele alınıyordu ve “Kazma” denilenler, toprağı çapalayan, kazma ile kazan topraksız, cahil, “kazma” köylülerdi.

Buradaki anlatımlar, sanılan anlamıyla “Gök” ve “Yer” ile ilgili değil; çok somut olarak “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” topluluklarının ilişkilerinin düzenlenmesiyle ilgiliydi.

Zaman içinde “Yukarı Mezopotamya”= Yukarı, “Gök” ile eşitlenerek; “Aşağı Mezopotamya”= Aşağı, “Yer” ile eşitlenerek kullanılmaya başlanmıştır. Ama biliyoruz ki, “Aşağılık İnsan” tanımlaması ile “Yüceler Yücesi= Semavi Varlıklar” vb. türü kalıpsal kavramlar da, yine bu “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” ilişkisi içinde anlam bulmaktadır.

Dini metinlerin bu yeni bilimsel “okuma” biçimi üzerine uzun zamandır duruyoruz.

Bu tür örnekler, ‘Gök’, ‘Yer’, ‘Kazma’ gibi eski ilahilerde bulunan bir dizi temel kavramın, erken dönemlerde belki bir başka anlamda kullanılmış olabileceğine dair, herkes için uyarıcı birer işaret olmalıydı. Söylediğim her şey derhal kabul edilmese bile, bunların ciddiliği; üzerinde çalışılmış argümanlar olduğundan hareket edilerek, yeni yorumlar yapılırken dikkatli olunması yararlı olurdu.

Gelgelelim, dini inanca sahip olsun veya olmasın; ilahiyatçı, tanrıtanımaz, ‘aydınlanmacı’ ve takipçileri olan Doğu nihilistleri, ‘Yer ve Göklerin yaratılması’, ‘Yer’in Gök’ten, Göklerin yer’den ayrıştırılması’ gibi kalıpsal deyim konularında kendilerini basit algıya öyle bir kaptırmışlardır ki, düşüncelerinde, tablet deyimlerinin Mezopotamya tarihine ait bir dönemi anlatmış olabileceğine dair tek bir kuşku izi taşıyor bile görünmezler...

Oysa Erdoğan Aydın, ‘bilim’de ‘kuşku’nun yerini O. Hançerlioğlu sözlüklerinden yaptığı bolca aktarmalarda ne de güzel yineleyip duruyordu…

Ama iş, onu gerçekten yaşama uygulamada!

Safa Kaçmaz

----
(*1) “Kara kartal kanarya’yı dize getiremedi; Sarı Kanarya, Aslan’ı kendi evinde beş kere yere serdi” biçimindeki başlıkları, sadece Türkiye’de futbol kulüplerini ve futbol jargonunu tanıyan bir insan anlamlandırabilir. Mezopotamya kaynaklı dinsel edebiyatı tanımadan, “din” üzerine yazmak, “kara kartal”dan Beşiktaş’ın, Kanarya’dan Fenerbahçe’nin, Aslan’dan GS’ın anlatıldığını bilmeden “hayvanlar alemine ait fıkra”lar gibi bir çıkarımda bulunmaya benzer.

***

Bu değerlendirme türü oldukça yüzeysel...

Öncelikle konu doğru bir şekilde ortaya konmalı...

"Tevrat-Sümeroloji bilmeden kuran eleştirisi yapılamaz iddiası en hafif tabirle komik." diyerek bizim yaklaşımımızı özetlemek doğru değil... Konuyu komik kılan bu...

Tabii ki, herkes ve her şekilde Kuran'ı eleştirebilir...

Ama sorun şu: Bu eleştiriler acaba sağlam bir bilimsel metot ve içeriğe sahip olabilir mi?

İzole bir "İslam" ve "İslam Eleştirisi" bilimsel bakımdan çok hatalıdır ve aslında mümkün de değildir.

"Üç kutsal din"lerin ortaya çıktığı Mezopotamya tarihi ve yazını hakkında yeterince bilgi sahibi olmak, sadece "bak bunlar eski dinlerde de var" demek için değil; öncelikle, dinlerin gelişim sürecini bilimsel olarak ele alabilmek için gereklidir.

İslam'ın "sağ yön üstünlüğü" üzerine sayfalarca yazı döktürenler ve bunu bilim diye sunanlar, eğer, "Sağ ve Sol Yön Tapınımı"nın Sümer-Akad dönemine kadar dayandığını; oralardan Tevrat'a ve İncil'lere geçtiğini bilmezler ve bunun salt bir "solak", "sağlak" konusu olmadığını bilmezlerse, eleştirenlerin içeriği de, doğal olarak sağlam olamaz; kullanılan yöntem bilimsel taleplere uygunluk gösteremez.


Yukarıdaki türde "eleştiri" getirenlerin, aceleci ve anlamsız yargılara girişmeden önce yazdıklarımızı sabırlı bir şekilde okuyacağını, daha olgun ve bilimsel yaklaşımlar göstermeye çalışacağını umarız.

***

Başka bir dizi yerde olduğu gibi, yukarda da;

"Tabii ki, herkes ve her şekilde Kuran'ı eleştirebilir...

Ama sorun şu: Bu eleştiriler acaba sağlam bir bilimsel metot ve içeriğe sahip olabilir mi?" diye yazmıştık.

Bizim tüm yazılarımız, bütün dinlere karşı, bilimsel ateist eleştirilerdir ve bu çalışmaların Türkiye'de, bilimsel ateist bakış açısının derinleştirilmesine ciddi katkıları olmuştur; olmaktadır da...

Yukardaki "eleştirileri" yazan ve tüm argümanlarınların özetini; "En iyisi dünya üzerindeki tüm dinleri hatta tüm kültürleri eksiksiz bilmeliyiz ki islamiyet hakkında söz söyleme yetkimiz olsun" diye yapabilen birisi ile bu konuları tartışmak, en azından şu anda pek verimli değil.

Herhangi bir "eleştiri" ile "bilimsel metot ve içeriğe sahip eleştiri" arasındaki temel farkı bilmeyen; bu ayrımı yapabilme kapasitesi olmayan bir yaklaşımdan, fazla ümitvar olmamak lazım...

Bizim İslama ve tüm diğer dinlere yönelttiğimiz eleştirilerin ne içeriğine ve ne de bilimsel yöntemine ilişkin fikir sahibi olmamış biri gibi görünüyor.

Bu nedenle, bu düzeydeki basit akıl yürütmeciliklere yanıt vermeyi de gerekli bulmuyoruz.


 
                         İslamiyet Ve Bilim (Erdoğan Aydın) Üzerine

“Yaratılış” Bilmecesini Çözmek
Erdoğan Aydın'ın “İslamiyet Ve Bilim” adlı bir çalışması var.
Bu kitap 1992 Turan Dursun Araştırma ve inceleme ödülü kazanmış. "İslamiyet Gerçeği" dizisi olarak da 4 cilt halinde yayınlanmış.
Erdoğan Aydın, örneğin, şöyle diyor kitabında:
“Bilindiği gibi dinsel inanışın “yaratılış” varsayımını ilk defa ve kendi içinde en tutarlı biçimde sistematize eden kitap Tevrat'dır. Sonraki kitapların tümü bu söylenceyi farklı ifadeler ve kısmi değişikliklerle tekrar etmekten başka bir şey yapmış değillerdir. Hele ki, Kuran'da ifade ediliş biçimi, Tevrat'taki iç tutarlılıktan da yoksun, adeta akılda kalanların, farklı sure yazımlarındaki farklı anımsanmalarının ürünü olarak daha da ilkel ve muğlaktır...."
 ( İslamiyet Ve Bilim/İslamiyet Gerçeği-2, V. Bölüm: "Kuran'a Göre Evrenin 'Yaratılışı' " S.87)
Peki, buradaki bu dar ve tarihsel bakımdan son derece eksik bilgiler temelinde, “önceki” Mezopotamya dinsel inanlarını, “önceki” Sümer-Akad ilahilerini, “önceki” Enuma Eliş'i, yeterince bilmeden; onların farklı toplumsal birimlere has yapılanmasını kavramadan, kısaca Mezopotamya kaynaklı dinler ve dini metinler hakkında yeterli ve doğru genel bir fikre sahip olmadan, o kaynaklardan süzülüp gelmiş olduğu çok açık olan İslam'ı ve Kuran'ı doğru bir temelde nasıl eleştirebiliriz?
Bu mümkün mü?
İlhan Arsel ve Turan Dursun'un “salt İslam eleştirisi” diyebileceğimiz ve sanki İslam izole bir din olarak ele alınabilirmiş gibi; Kuran’ın ayetleri veya kuralları Muhammed'in kendi yaratısıymış gibi bir yaklaşımla yürütülen “din eleştirisi” hatalı çizgisi, araya serpiştirilmiş "Sümer" lafları dışında, Erdoğan Aydın tarafından da sürdürülmektedir.
Yirmi yıl kadar öncesi için, bu alanlardaki bilgi düzeyinin düşüklüğü anlaşılabilir ve hoş görülebilir... Fakat, dostça uyarı ve eleştirilerden sonra da, Erdoğan Aydın, bu eksik ve hatalı içerikli kitapları, “düzeltme” yapmaksızın yeni baskılarla insanlara sunuyorsa, o noktada artık kimsenin “eleştirilerin sertliği”nden yakınma hakkı kalamayacağını da açıklamak isteriz.
Eğer, Erdoğan Aydın dostumuz, uyarılarımızı dikkate alsa; “İslam eleştirisi” adı altında yayınladığı ve adeta 18. yy “aydınlanmacıları”nın gerekçelerini yinelediği bu çalışmasını, yeniden yayınlamadan önce “gözden geçirmeyi” deneseydi, belki elinde 4 ciltlik bir kitap dizisi kalmayacaktı... Hatta, belki bu kitabın içeriğinin "düzeltilemez" olduğu gerçeğini de görecekti...
Ama zaten bunlar bile büyük bir kazanç olacaktı.
En azından, kendisi, İslam'ın ve Kuran'ın eleştirisinin tek başına ele alınamayacağını; mutlaka Mezopotamya'daki öteki dinsel kaynak ve uygulamalarla bağ içinde ele alınması gerektiğini anlayacaktı.
Bütün bunlar da “bilimsel ateizm” için birer kazanç olacaktı...
Fakat o, hatalarında ısrar etme yolunu seçti.
Bayat “İslam eleştirileri”ni yinelemeyi bilim saydı.
Fakat, biz biliyoruz ki, Enuma Eliş'i, erken Mezopotamya ilahilerini, Hitit dinsel şekillenişini tanıyanlar için, tüm bu bilgilere dayanmayan ve bu kaynaklardan beslenmeyen bir İslam eleştirisi asla "bilimsel" olamaz... Hatta “ Ateist açıdan İslam Eleştirisi” özelliği bile taşıyamaz.
Turan Dursun'un, İlhan Arsel'in, Server Tanilli'nin İslam'ı eleştiren kitaplarındaki hatalı çizgi ve ele aldıkları içeriklerin hatalı sunumu, farklı dinlerin karşılaştırmalı eleştirisi yönteminin sistemli olarak kullanılmayışı, çalışmalarını çok daraltmış ve onların adeta, genel ateist
bir çizgiden, dar bir “anti-İslamist çizgiye” kaymalarına yol açmıştır.
Ana çerçeve bakımından, Erdoğan Aydın böyle bir dar çizginin, ufuk açmayan, yeni argümanlar geliştirmeyen yineleyicisi olmayı tercih etmiştir.
Sürdürülemez olan bu çizginin hatalarını,bizzat kendisinin de göreceğini umalım...

***

http://toplumvetarih.blogcu.com/islamiyet-ve-bilim-erdogan-aydin-uzerine/11254136

***

Eğer, Turan Dursun, Erdoğan Aydın, Server Tanilli, İlhan Arsel gibi yazarlarımız, eski dinsel metinleri Mezopotamya erken topluluklarının yaşam biçimleri ve onu anlatan tarihleriyle bir parça bağ içinde ele alabilme yeteneği gösterebilmiş olsalardı, Eski Ahit’te, Tanrının evreni niye ille de “6 gün” takvim değeri temelinde “yaratmış” olduğunun anlatılmış olabileceğini; dinlerin farklı “kutsal günleri” ile bunun bir ilintisinin olup olmadığını; aynı tanrının, bir “Yok ediş” Tufanı yaparken, neden "Yarattığı İnsan’la” birlikte, mantıken hiç “günahları” olmaması gereken, “İnsan’la birlikte hayvanları, sürüngenleri, kuşları da Yeryüzü’nden silip atacağım” demiş olabileceğini…. vb. bir parça sorgulama yönünde ilerlemeyi deneyebilirlerdi.

Dinsel metinlerin bu kalıpsal deyimlerinde Tanrı’nın neden ille de bir “Yeryüzü” vurgusunu  yapmış olabileceği hakkında; Tanrı’nın, basit bir şekilde “onları yok edeceğim” demek yerine “Yeryüzü’nden silip atacağım” demiş olması vb. gibi “Yer ve Gök” ayrımının kaynakları üzerinde düşünme kapısını aralayabilirlerdi.

Bu gibi örnekler, Din’lerin eski kaynaklarını tanımanın bugün çok daha önem kazanmış olduğunu göstermeye yetiyor. Eskiden bilinmeyen sayısız Akado-Sammaru kaynağı, Hitit ve Asur tabletleri bulunup çözümlenmiş ve Mezopotamya kaynaklı din ve mezheplerin 10 binlerce yıllık ön geçmişlerine doğru bağlantı kurma ve çıkarımlarda bulunma olanağı ortaya çıkmış durumdadır.

Bu bakımdan eski ‘Yaratılış’ ilahilerinde ve şimdiki “kutsal” metinlerde yer alan,

-‘tatlı su - tuzlu su’,
-‘aşağı - yukarı’,
-‘ışık - ateş’,
-‘gece - gündüz’,
-‘aydınlık - karanlık’
- ‘yer- gök’…

gibi kavramların kullanıldıkları dönemdeki anlamları açığa çıkarıldığı ölçüde, şimdiki dinlerin ‘yaratılış’ anlatımlarının, erken Akado - Sammaru topluluklarının karşılıklı tarih ve karşılıklı ilişki düzeninin farklı anlatım tarzlarına dayandığını artık görmeye başlamış oluruz. (*1)

Bu erken ilahilerde, ‘Yeryüzü’ ve ‘Gökyüzü’ kavramları da öylesine somut, elle tutulan ve doğal bir şekilde ele alınır ve anlatılır ki, o anlatımlarda, Gökyüzü’nden bahsederken birden bire “Kazma” kavramına geçmek hiç bir anormallik yaratmaz. Oysa, bu kavramların bugünkü değerleri temel alınırsa, “Gökyüzü” ile “Kazma”nın bir “yaratılış” anlatımında yan yana geçmesi halinde, ilgili tanrıların akıllarından zorları olduğu düşünülürdü. Oysa, hem o tanrıların akıllarından zorları yoktur; oldukça akıllıdırlar… Hem de, ilahi anlatımında, o tanrıların “yaratış” işlemleri büyük bir doğallık ve uyum içinde “Gökyüzü”nden “kazma”nın “yaratılışı”na doğru aktarılır.

Çünkü, burada sözü edilen “Gök” ve “Yer”, Akkado-sammaru toplulukların bir öteki tanımı, bu toplulukların bizzat kendileriydi. “Yukarı Mezopotamya” ile “Aşağı Mezopotamya” topraklarının farklı bir tanımlama türüydü.

‘Kazma’ ise, Türkiye’de şimdi bile eğitilmemiş bir kişiyi tanımlama deyimi olarak kullanılır; dolayısıyla 'kazma', Gılgameş’in ikizi, rakibi, ittifakdaşı Çiftçi-köylü Enkidum’un diğer bir anlatım biçimi, Adem'in çiftçi olan varyantı, yani eğitilmemiş olan farklı bir “insan toplumu” tanımıydı.

Hatta belki de bu nedenle, buradaki “yaratılış”larda anlatılan Adem’in bu nedenle başlangıçta “gözü kapalı”ydı; yani henüz “bilgelik” kazanarak “gözleri açılmamış”tı.

Buradaki “kazma” sözcüğü, kelime anlamıyla “karagöz” olan yani gözü kapalı, cahil, kaba-saba birisinin tanımı idi. Günümüzde bile “çapa-kazma” işi yapmaya devam eden Mardin - Ş.Urfa yöresinin “çapa” işi yapan topraksız köylülerinin muhtemel ön atalarıydı.

http://toplumvetarih.blogcu.com/islamiyet-ve-bilim-erdogan-aydin-uzerine/11254136


 
                “Namazı kat’eden şeyler: Köpek, eşek, domuz ve kadın”

Turan Dursun

Tabu Can Çekişiyor


DİN BU

III. KİTAP

s.126

Diyanet, cevap yazısında, "Buhari'de bu anlamda bir hadis yoktur.

Aksine, namaz kılanın önünden bunların geçmesiyle bozulmayacağı­nı ifade eden hadisler vardır" diyor.

Bu, bir saptırmacadır. çünkü "Buhari'de bulunmayan hadis"ler de "hadis"tir. Bu hadislere göre de İslam'da "hüküm" belirlenmiştir. Bu konuda da öyle. Diyanet'in kendi yayınlarından olan "Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Salih"de bu yönde açıklama vardır. Ve bu açıkla­maya göre:

— Mekhül, Ebu'l-Ahvas, Hasan Basri ve İkrime, namaz kılanın

önünden köpek, eşek, kadın geçerse, bunların namazı bozacağı görü­şünü paylaşmışlardır.

—İbn Abbas da, kara köpek ve adet gören kadının önden geçmesi durumunda namazın bozulacağını savunmuştur. Ata İbn Ebi Rebah da İbn Abbas'ın görüşündedir.

—Ahmed İbn Hanbel'den de, "düz kara köpek"; eşek ve kadının, önünden geçtiği namazı bozacağı görüşünde olduğu aktarılmıştır.

-Ehl-i Irak (Irak halkı, Irak uleması) da, fıkıh kitaplarında yazılı bulunduğuna göre, "köpek, kadın, eşek ve domuz" namaz kılanın önünden geçtiği zaman namazı bozar. "

Söz konusu Diyanet yayınında bu bilgiler verildikten sonra, dayanak olarak alınan hadis, en sağlam hadis kitaplarından olan Müslim'in e's-Sahih'inden şu çeviriyle aktarılıyor:

-"Önünde, deve semerinin ard kaşı boyunda bir sütresi (engel) olmayan kimsenin namazını KADIN, EŞEK bir de KARA KÖPEK kat'eder (keser, bozar)."

—Yine aynı yerdeki açıklamaya göre, soru soran biriyle Ebu Zer arasında şu konuşma geçer:

—Kara köpek namazı bozuyor da kırmızı köpek neden bozmuyor?

—A kardeşimin oğlu! Ben de senin sorduğunu peygambere sordum. Peygamber, "Kara köpek şeytandır" buyurdu.

Buhari'nin yer verdiği hadisler arasında da Aişe'nin bir tepkisini görürüz. Diyanet'in yayınladığı Tecrid'in 309. hadisi olarak yer verdi­ği açıklamaya göre. Aişe:

-"Siz, biz kadınları, köpek ve eşekle bir mi tutuyorsunuz?" de­miştir.

***

 Kara Köpek Namazı Bozar da, Kırmızı Köpek Neden Bozmaz?

İslami yaklaşıma göre, sutrasız iken, namaz kılan bir mümin'in önünden "köpek, kadın, eşek ve domuz" geçer ise, o namaz geçersiz olur. Bu mantıkta, anlıyoruz ki, namaz kılan Mümin, sanki bu hayvan veya varlıklara secde ediyormuş gibi bir durumun kabul edilmemesi yaklaşımı var...

İlhan Arsel, Turan Dursun gibi yazarlarımız, bu hayvanlar ile kadının bir arada bulunmasından dolayı, derhal, İslam'ın kadını aşağılaması sonucu çıkarmışlar ve onu eleştirmişlerdir. İslam'ın kadın yaklaşımı elbette eleştirilmeli.. Ama acaba , onların kullandığı yukardaki argümanlarla mı?

Biz bu tür argümanların çok sığ ve toplumbilim bakımından ise, bütünüyle işe yaramaz olduğu kanısındayız. Çünkü anlıyoruz ki, burada söz konusu olan şey, Totem/Put dönemi alışkanlığına bağlı olarak, Arap kavimlerinin, (öteki totem hayvanlara değil ama.. özellikle) köpek, domuz ve eşeğe tapmayı yasaklama çabasıydı. Arap ataları için kadın, işte bu totemlere sahip topluluklardan alınmakta olan insan olduğu için, muhtemelen bu totem hayvanlar ile eşitleniyor ve bu nedenle o hayvan totemler arasına "kadın" da dahil ediliyordu.

Adem'in karısı, güya bizim ilk anamız Havva'nın , daha "gözü açık değilken", tanrının toprakta karnı üstü sürünme cezası vereceği Yılan ile ilişki kurmuş olması ve-ya onun sözünü dinlemesi, Mezopotamya kadınlarının da totem hayvanlarla çok içli-dışlı olmuş olduklarını gösteriyor ki, zaten bugün bile "kumrum", "pilicim", "koynuma aldığım yılan", "kısrak gibi yürüyenim"... diye onları "hayvan"la eşitleyerek konuşmaya devam ediyoruz...

Ama sadece kadınları değil...

İsa'ya "kuzu", "küçük Güvercin" vb. diyenler de aynı Mezopotamya topluluklarıdır. Demek ki, erkeğe, kadına, çocuğa, tanrılara, bitki ve-ya hayvan totem adlandırması yapmak, eski toplumun, insan kurban ediminden kurtulma sürecinde başvurduğu Totem uygulamasının bir ürünüydü.

Göbekli Tepe Mezarlık kaya desenlerinden itibaren kanıtlı olarak biliyoruz ki, en az 10 bin yıl öncesinden beri Mezopotamya toplumları, kendi varlıklarını , kalıntılarını şimdi burçlarda da takip ettiğimiz gibi, koyun, koç, oğlak, eşek, aslan, kartal, akrep, balık... gibi bir dizi farklı hayvan toteme sahiplerdi ve onlarla tanımlanıyorlardı. Bir kadın "aslan (gibi) erkekle" evlenebildiği gibi, bir erkek de, "it'in kızı"nı veya "eşşeğin kızı"nı alabiliyordu ki, bu laflar harfi harfine günümüzde de kullanılmaktadır.

İlgili toplulukların hayvan ve bitki/tahıl/meyve/sebze totem ayrışmaları öylesine ayrıntılı olmuş olmalıdır ki, Muhammed dönemi İslam uleması, kendi aralarında "köpeğin renginin ne olduğu" hakkında bile tartışmaya girmektedirler.

Çok "kuru" bir yazar olarak İlhan Arsel'i bir yana bıraksak bile, Turan Dursun'un, "köpek hakları savunucusu" ilan ettiği Avesta'ya, en azından "köpek" bölümüne bakmış olduğunu varsayıyoruz. O durumda T. Dursun, saptamak zorundaydı ki, Avesta, "köpek hakları"nı "savunur"ken, "köpek" deyip geçmiyor; o "köpek"leri cins cins, renk renk ayırıyordu!

Bu "köpek"lerin renk ayrımı, erken Enuma Eliş anlatımlarında ve Akado Sammaru kayıtlarında da vardır.

Çünkü, bunlar "köpek" değil, İnsan'lardı; tapınak görevlisi yetkililerdi; Hitit ve Asur saraylarında görev yapan "kapı kulu" veya "yetkili" şahıslar olarak "Padişah Köpekliği" yapıyorlardı. Üstelik o dönemin hiç bir "köpeği", kendini "köpek"/Koruyucu olarak nitelemekten de gocunmuşa pek benzemez!

Eğer Tanrı, elçisi vasıtasıyla bütün bunları onun kulağına fısıldamamış ise, Muhammed nerden bilsin?

Ama şimdi biz arkeolojik kazılar, çözümlenmiş eski tablet yazıtları yoluyla eski toplumu tanıyor ve onların totem hayvan ve bitkilerinin, ne anlama geldiğini, isimlerini, izlerini takip edebiliyoruz.

Sadece İslam değil, bütün öteki dinler de, bilimin gösterdiği yoldan eleştirilmelidir..

Uydurmalara dayanan kışkırtmalar aracılığıyla değil...

Öyle yapanlarla kol kola olan, o dergi ve gazetelerin yıllarca sorumluluğunu üstlenmiş olan ; hatta adına "Aydınlanma Konferansı" dedikleri bir konferansa tebliğ'ci olarak katılan Oral Çalışlar gibileri, Başbakan uçağına bindirilince, "kışkırtma" argümanlarından da olsa, bildiklerini de unutuverirler!

İslam da, bilimsel temellere oturmuş argümanlarla eleştirilmelidir !

Aşağıda yer alan Turan Dursun'un eleştirilerinin böyle bir bilimselliğe sahip olup olmadığına , artık okur karar versin!

http://toplumvetarih.blogcu.com/kara-kopek-namazi-bozar-da-kirmizi-kopek-neden-bozmaz/3034132



                          "Aydınlanma Konferansı"ndan Kalanlar...

           "Adı Var, Gerisi Yok" Veya Hatalı İçerikte Şatafatlı Konferans!


Mart 1997'de düzenlenen "Köktendinciliğe karşı AYDINLANMA" Konferansına Süleyman Demirel'den, İlhan Arsel'e, Sadun Aren'den Ali Nesin'e, Bedri Baykam'dan Faik Bulut'a, Lütfi Doğan'dan Oral Çalışlar ve Erdoğan Aydın'a kadar önemli bir "aydın" birikimi, farklı biçimlerde, "katılmış"tı...

Geçen 10 yıllık süre sonunda, bu katılımcılarımızın bizzat kendilerinin de,

"Dere tepe düz gittik, fakat neden bir arpa boyu yol gittik?"

sorularını yanıtlamalarına yardımcı olmak üzere, oradaki konuşma ve sunularından bölümler yayınlayacağız..

Amacımız sadece katılımcılarımızı, sunularını, ele almak ve tanıtmaktır. Hiçbir şekilde “teşhir” amaçlı değildir. Zaten katılımcı aydınlarımızın tamamının iyi niyetli oldukları da açıktı.

Fakat burada “niyet”lerin çok fazla önemi yok.

Gelişmeler, 10 yıl önceki bu konferansa ve onun sonuç bildirgesi ve katılımcılarının görüşlerine geri dönmeyi zorunlu kılıyor.

Sadece Türkiye ile sınırlı olmayan "dinsel gelişme"lerin kökenlerinin yeni bir bakış açısıyla ele alınması artık gerekli olmuştur.

Çalışmalarımızın önemli bir alanını oluşturan bu noktaların ilerletilmesi, güncel hedeflerin daha ötesinde, insanbilimin temelleriyle ilgilidir. Bunu genellikle tekrarlıyoruz.

Bunlarsız bir "mücadele"nin havanda su döğmekle neticeleneğini, 15 yıl önceki, eski başbakan ve eski Cumhurbaşkanı Demirel’den, Eski Diyanet Başkanlarına kadar, en önemli beyinlerin, farklı düzeylerde katıldığı bir Konferansın, kısır sonuçları da göstermektedir zaten.

Aradan geçen 15 yıl sonra, bugünkü “bir arpa boyu yol gitme”nin bir kader olmayıp, insanbilim bakımından, dolayısıyla dinlerin kökeni ve dinsel gelişmelere karşı mücadele forumları yaratmak bakımından var olan hatalı yaklaşımların, bir bakıma kaçınılmaz sonuçları olduğunun ortaya konulmasının, bizzat konferans katılımcılarına da yardımcı olacağını umalım...

***

Türkiye’deki ateistlerin, önümüzdeki dönemde, doğru içerik üzerindeki genel bir ortak Konferans'ta buluşmaları gerektiğini düşünüyoruz..

Ebette, bunun teorik temelleri ortaya net konulmalı..

1997 yılında, "Köktendinciliğe karşı 1. Uluslararası Aydınlanma Konferansı" adı verilen toplantının düzenleyicileri ve katılımcıları, geçen yıllarda "türban özgürlüğü"ne imza atan Ali Nesin, "ileri demokrasici" Oral Çalışlar, Diyanet eski başkanlarından Lütfü Doğan gibi şahıslardı.

Onların şimdi bulundukları yer, "“Köktendinciliğe Karşı Uluslararası 1. Aydınlanma Konferansı" gibi şatafatlı başlıkların "değersizliğini" de ortaya koyuyor zaten.

Önemli olan, aceleci tarzda veya şatafatlı tanımlarla meşhurlar toplantısı yapmak değil; bilimsel ateizm çerçevesi içinde kalıcı ve ileriye yönelik hedefler taşıyan adımlar atmayı sağlayabilmektir.

***

Türkiye'deki süreç ateistlerin toparlanması yönünde gelişiyor.

Bu sürece şimdi, bilimsel ateizmin yön verme zamanı gelmektedir.

Kaba, tepkisel ateizmin, Türkiye'de gelişmekte olan ateistlere sunabileceği fazla bir şey olmadığı meydandadır. Yıllardır, bu kaba ve tepkisel ateizm, kendini adeta "anti-İslam" bir çizgiye hapsetmiş; anti-İslam'la sınırlı söylemlerle, söylemek uygunsa, adeta "yüreğini soğutmuş"tur!

Sünni İslamın iktidarına karşı, dinlerin sosyal ve tarihsel temellerinin ortaya konularak, dinsel iktidarlara karşı mücadeleyi bilimsel ateizm başarabilir...

Şu anın görevi, bilimsel ateizmi; ateizmin bilimsel temellerini daha çok tanıma ve tanıtmadır.


                                                   ***
 
Uluslararası Aydınlanma Konferansı Sonuç Bildirgesi


Köktendinciliğe karşı I. Uluslararası Aydınlanma Konferansı

Sonuç Bildirgesi


Ülkemizin sivil toplum örgütlerinin gönüllü işbirliği ve dayanışmasıyla, Aziz NESiN'in kurucu

 başkanı olduğu On binler topluluğunun sorumluluğunda, 20-22 Mart 1997 günlerinde 


Ankara'da gerçekleştirilen Köktendinciliğe Karşı Uluslara­rası 1. Aydınlanma Konferansı'na 

katılan yerli ve yabancı bilim, düşün, sanat ve yazın insanları bizler;

.....

Sadun Aren
Peter Priskli

Demet Işık
İlhan Arsel

Faik Bulut
Atilla Aşut

Alpaslan Işıklı
Ali Nesin

Nedim Aras
Faik Akçay

Türkel Minibaş
Türker Alkan

Türkan Saylan
Kaya Güvenç

Lütfü Doğan
Turgut Burakreis

Osman Ertem
İsmet Zeki Eyüboğlu

Oral Çalışlar
Bedri Baykam

Sina Akşin

Suphi Karaman
Erdoğan Aydın

İlhan Selçuk
Muzaffer İlhan Erdost

Muazzez İlmiye Çığ
Ali Balkız

Özcan Keskeç
Cevat Güray


                                                                                        

Dr. Mustafa Sütlaş

http://www.istabip.org.tr/hf/hf4597.asp

NİSAN - MAYIS 1997

Yazar Aziz Nesin’in, ölümünden kısa bir süre önce, 30 Haziran 1995 tarihinde, bir basın toplantısı düzenleyerek yapmayı amaçladığını kamuoyuna açıklamış olduğu konferansı bir grup aydın ve demokratik kitle örgütü temsilcisi olarak, onun kurucusu ve başkanlığını yaptığı On binler A.Ş.’nin hukuksal sorumluluğu altında 20-22 Mart 1997 tarihlerinde Ankara’da Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu’nun Sosyal Tesisleri’nde gerçekleştirdik.

Konferans, Mayıs 96’da yapılan ilk toplantıdan sonra 18 toplantı ile hazırlandı. Düzenleme Komitesi bir gün önce konferansın gerekçelerini şöyle açıkladı:

“Neden Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı?”
“Cumhuriyetin ilanından 70 yıldan fazla zaman geçmesine karşın, bugün Türkiye yeniden ve yoğun bir biçimde başta laiklik olmak üzere Cumhuriyetle sağlanan önemli kazanımları sorgulamaya çalışıyor. Sorgulamanın da ötesinde, kökten dinci odakların açık saldırılarının hedefi olmuş durumda.

Cumhuriyetle sağlanan ve daha sonraki toplumsal savaşımlarla gelişip güçlenen tüm, çağdaş, demokratik, laik kazanımlar silip süpürülmek, ülke ortaçağ karanlığına çekilmek isteniyor. Bugün bu istemleri şeriat özlemleriyle açıkça dile getirenler yıllardır İmam Hatip Okulları, Kuran Kursları, Özel ve Resmi öğrenci yurtlarında kurdukları mescitleri, vakıfları, dernekleri, ekonomik ve sosyal kuruluşları aracılığı ile yaşamın her alanında örgütlenmişler, hatta bu örgütlenmeyi siyasal alana da taşıyarak devlet içinde kadrolaşmayı, siyasal olarak kurumsallaşmayı başarmışlardır.

Köktendinci akımlar olarak kendini duyuran bu gelişmeler, sadece ülkemizde ve islam dünyasında değil, gezegenimizin her yerinde ve diğer dinler içinde de yoğun bir şekilde yaşanmaktadır. Değişik din ve tarikatlar adına sürdürülen köktendinci örgütlenmeler demokratik, ekonomik ve laik düzeni hedef almanın yanı sıra, etkinliklerini zaman zaman şiddet eylemlerine dönüştürmekte ve hatta seçtikleri kişilere ölüm saldırıları düzenlemektedirler.

Emperyalist odaklar tarafından beslendiği ve yönlendirildiği artık şüphe götürmeyen kökten dinci akımların bugün yarattığı tehlike ve tehditlerin ulaştığı boyutları çok önceden gören Aziz Nesin, yıllar önce bu konuda bir girişimde bulunmuş, uluslararası düzeyde köktendinciliğe karşı bilimsel bir kongre toplamayı tasarlamıştı.

Şurası açıktır ki bu konferans köktendinciliğe karşı bir tepki toplantısı değildir. Tersine insanlığın bugün gündemine yerleşen bu yakıcı sorunu bilimsel olarak sorgulamak ve insanlığa bu konuda ışık tutmayı amaçlamaktadır.”

Açılış günü Aziz Nesin’in oğlu Prof. Ali Nesin bir konuşma yaptı.

Konuşmasına; “ ‘Ne şeriat ne darbe’ sloganının atıldığı bu günlerde, bu konferans özellikle anlamlıdır” diyerek başlayan Nesin şöyle devam etti:


“Evet, biz şeriat da istemiyoruz, darbe de. Peki ne istiyoruz? Demokrasi istiyoruz. Yani, sivil toplum örgütleri aracılığıyla yurttaşların etkin oldukları bir toplum istiyoruz. Bu konferansı, sivil toplum örgütleri ve birkaç aydın örgütlemiştir. Basının deyimiyle “ücretsiz yurtseverler” düzenlemiştir. Biz bu konferansı düzenleyerek, demokrasinin Türkiye’ye yerleşmesine, kök salmasına bir katkımız olduğuna inanıyoruz. Beş parasız ve beş dakikasızdık. Koşulları zorladık. Çalıştık çabaladık ve bu konferansı düzenledik. Kusurlarımız hoş görüle.

Konferansımızın adı “laiklik için konferans” değildir. “Köktendinciliğe karşı aydınlanma konferansı”dır. Yani bu konferans bir savunma değil, bir hücumdur! Gün savunma günü değildir. Gün hücum günüdür.

Bu konferans salt İslami köktendinciliğe karşı değil, Hristiyan olsun, Musevi olsun, Budist olsun, her türlü köktendinciliğe karşı bir konferanstır. Aynı zamanda boş inanca, kör inanca, cinciye, falcıya karşı bir konferanstır. Ve söylemeye gerek var mı, kesinlikle dine karşı bir konferans değildir.

Biz hücum ediyoruz da onlar susuyorlar mı? Hayır! Onlar çok uzun zamandan beri hücum ediyorlar... Onlar karanlıktır, biz aydınlığız. Bu arada ılımlı dincileri de unutmuyoruz ve onlara karşı da halkımızı uyarıyoruz. İstedikleri kadar tehdit etsinler. Korkmuyoruz! Onlar din tacirleri ve cennet pazarlayıcıları, onlar bizden korksunlar. Aydınlık karanlığı er ya da geç yok edecektir.”
http://toplumvetarih.blogcu.com/koktendincilige-karsi-uluslararasi-aydinlanma-konferansi-yapild/2946685

                                                      
                   
 
Tabi bunun yanında AKP üstünden Amerika’nın Türkiye’ye ılımlı İslâm modeli 

biçtiğini söyleyenler de var...

Oral Çalışlar:

Amerika’nın tek politikası var; İstikrarlı, Amerika’ya bağlı, batı ittifakı içindeki bir Türkiye esastır. Yönetimde
 
AKP, CHP, DYP olmuş hiç fark etmez.
 
Burası istikrarsızlıklarla dolu bir bölge. Burada Amerika’nın iki tane sağlam müttefiki var. Biri İsrail, biri Türkiye. 

http://www.yeniasya.com.tr/2006/09/25/roportaj/default.htm

                                                     ***
 
Aydınlanma Konferansı'nda Oral Çalışlar

Oral Çalışlar’ın, siyasal islam’ın tehlikesi ve kadının kapatılması üzerine Mart 1997 tarihinde söyledikleri ile, Mart 2008'de, şimdi “Türkiye'yi AB’ye taşıyacak AKP” söylemleri arasındaki uyum-suzluğa yanıtı, kendi sorumluluk alanında bırakalım.

Konferanstaki konuşmasında, Muhammed öncesi ve dönemi hakkında verdiği bazı somut bilgilerin dışında, onun eski topluma ve eski toplumda kadına ilişkin yorumları tam bir kafa karışıklığı ve bilgisizlik örnekleriyle doludur.

O. Çalışlar, bir yanda, son derece etkili olan ve çocuğunun babasının hangi erkek olduğuna bizzat karar verici bir kadın tanımlamasını daha henüz yaparken, aynı zamanda o kadının zayıflığını göstermiş olduğunu sanmaktadır.

Mezopotamya toplumlarını eski Yunan edebiyatı ve kanunları üzerinden “barbar doğu” olarak tanıyan Batı uygarlığı, maalesef, etkilerini günümüze kadar taşıdığımız, “Mezopotamya’da kadının konumu” noktasındaki yanılgıların da, kaynağı olmuştur.

Oral Çalışlar da, erkeğin yasal evliliği ile başka kadınlarla cinsel ilişkisini birbirine karıştırdığı konuşmasında, kadının miras hakkının erkeğe göre "yarım pay" olmasını da, görüşlerinin doğrulanmasının kanıtı diye sunuyor.

Eski toplumda, diyelim ki Abraham’ın “karısı”, “yasal eşi” Sarah, bizzat kendisinin parasıyla satın alınmış bir cariyeyi, Hacer'i, kocasına sunduğunda, erkek egemenliğine teslim olmuş olmaz. Eski Ahit’teki tanıdığımız evliliklerin çoğunda, kadın, gerektiğinde kocasına sunmak üzere kendi cariyeleriyle birlikte gelin giderdi. En azından İsak ve Yakup’un karılarının Sara örneğini takip ettiklerini, cariyelerini “çocukları olsun diye” kocalarına bizzat sunduklarını biliyoruz. Bu kadınların hepsi de, Eski Ahit’te “kısırlık” çeken kadınlar olarak yansıtılmıştır ama, biliyoruz ki, bu sonraki bir uydurmadır ve kadının neden cariyeleri kocalarına sunduklarını açıklayabilmek için geliştirilmiş olmalıydı. Bunları “Sara’nın kısırlığı” falan bağıntısında genişçe ele almıştık: Sara, gelini Rebekka, ve Rebekka'nın gelinleri doğurgan olmayan anlamında "kısır" falan değil ; eski kanun metinlerinin "kocalarına çocuk vermeyen kutsal fahişe kadın" anlamında "kısır"dılar!

Kadın’ın miras payının olmaması veya erkeğe göre, yarım pay olması, eğer, kadının eski toplumdaki zayıflığının göstergesi olarak kabul edilirse, MÖ. 2000 ile Musevilerin Musa dönemine kadar geçen süre içindeki Mezopotamya topluluklarında “erkeğin de çok zayıf olduğu” sonucunu ilan etmek gerekir. Çünkü bu dönemin yazılı kayıtlarında, erkek çocuklar arasında da, ilk, büyük erkek oğul’un babasının mirasının iki payını, buna karşılık öteki erkek kardeşlerin ("küçük oğul") ise, bunun yarısını alacakları yazılı kanun hükmü olarak mevcuttu ve miras paylaşım tabletlerinde de, somut olarak (erkek) "oğullar arasında" ki bu eşitsiz miras dağılım kurallarının uygulanmış olduğunu görmüştük.

Bay Çalışların konuşmasını dayandırdığı örnekler bile, onun, eski toplum hakkında ne kadar bilgisiz olduğunu ve savlarının temelsizliğini göstermeye yeter.

Haksızlık etmemek için, ekleyelim ki, eski topluma ilişkin bu zayıflık sadece ona özgü değildir ve “Aydınlanma Konferansı”nın bütün katılımcılarında, değişik düzeyde, bu bilgisizliğin yansımalarını görüyoruz. Bu Konferans, tam da bu nedenle, başarılı olamazdı, olamamıştır da zaten.

Küresel sermayenin “ulus devletleri” ve sınırlarını yıkma sürecinin öteki yüzünü, dini toplumların kuvvetlenmesi, güçlenmesi oluşturuyor. Aydınlanma Konferansı’nın kötü kaderi şuradadır ki, her şeyden önce dünyada böyle bir dinsel gelişmenin ekonomik ve sosyal temellerinin analizinden yoksun olarak işe başlamıştı..

“İlk büyük monoteizm elbette Yahudiliktir” gibi son derece ve ilkesel hatalı dogmalar üzerine yerleştirilen dar pozitivizmin İlhan Arsel türü sığ İslam eleştirmenliği kılavuzluğunda da, güya toplum “Aydınlanma”lıydı!

Biz, işin ters yüz olduğu kanısındayız: Toplumdan önce, katılımcıların kendilerinin “Aydınlanması”nın ne denli gerekli olduğu, içinden Ali Nesin, Oral Çalışlar gibi şahıslar çıkararak göstermiştir.

http://toplumvetarih.blogcu.com/aydinlanma-konferansi-nda-oral-calislar/3227816
 
                                                          ***

 
Ateist olduğunu rahatça söyleyen Cumhuriyet Yazarı Oral Çalışlar ile Başbakan Erdoğan arasında Ürdün dönüşü uçakta, herkesi güldüren Kur'an muhabbeti geçti.
 
Uçaktaki konuşma sırasında Cumhuriyet yazarı Oral Çalışlar, Erdoğan'a Kur'an kursu sorunu için, orta öğrenimde din ve ahlak derslerinin seçmeli yapma önerisi getirdi. Bunun üzerine Erdoğan, Çalışlar ve gazeteciler arasında esprilerin ard arda patladığı bir sohbet yaşandı.

Erdoğan: Din kültürü ve ahlak dersinde sorunumuz yok.
Çalışlar: Seçmeli hale getirilirse herkes istediğini öğrenebilir.
Erdoğan: O derslerde Kur'an öğretilmiyor ki!..
Çalışlar: Öğretiliyor, biliyorum. Çocuklar aradı beni...
Erdoğan: Bak, o bizim işimiz, bizim ihtisas sahamız. Ben senin alanına karışmıyorum onu da bana bırak. (Gülüşmeler)
Gazeteciler: Oral, bak şimdi sayın Başbakan bir sure oku der sana...
Çalışlar: İnna ateyna diye başlarım okumaya... (Gülüşmeler)
Erdoğan: Şimdi bak. Burada namazla ilgili bahisler, namazla ilgili bazı sureler öğretilebilir. Ama bu Kur'an öğretmek değil. Orada birkaç tane sureyi öğretmişsin başka bir şey değil. Kur'an dersi dediğimiz zaman, tecvidi, tilaveti, kıraatı var. Bunlar ayrı şeylerdir...

http://www.aktifhaber.com/oral-calislar-erdogan-ve-kuran...

                                                           ***

Türker Alkan: Aydınlanma Konferansı Konuşması (Mart 1997)


                                                                    ***

Bu konuşmada asıl sorun, "İslami şeriat düzenin bir sosyal sistem" olduğunu 
 görmemek ve göstermemektir. 
 
"Her dönem uygulanabilir bir devlet modeli" gibi göreceli kavramların ardına
dolanarak, toplumda İslami şeriat düzenine karşı mücadele fikri önemsizleştirilmektedir.

   Sanki, "her dönem uygulanabilir" olan başka bir devlet modeli varmış gibi...

İslami şeriat sistemlerin reel olduğuna ve dolayısıyla onlara karşı mücadele 
 gerektiğine dikkat çekmek yerine, İslam'ın zaten her dönem uygulanabilir bir devlet modeli yok ve olamaz... türünden avunmalar, İslamizasyon tehlikesini gizlemeye yaramıştır.

   "Aydınlanma Konferansı" adı verilen o toplantıda Erdoğan Aydın'ın konuşmasında, 
"Avrupa Rönesansı"ndaki anlayışla, İslam'ın bir sosyal düzen "bile" kuramayacağı varsayımı işlendiği görülmektedir... 

    Bu elbette İslam'ın Voltairlerce küçümseme türü "eleştiri"lerin birkaç asır sonraki 
yeni bir versiyonudur ve sonucu da İslami şeriat düzeni tehlikesine karşı mücadeleyi küçümsemedir.

Dinsel düzenlerin "sosyal bir devlet", "sosyal bir düzen" oluşturabildiği gerçeğini 
görmemek demektir.
                                        
                 
                                                        ***


 
                                                                         ***
                                                                                                    ***


Eyüp Sultan Konuşması
Dr. Hikmet Kıvılcımlı

(Vatan Partisinin 15.10.1957 Salı günü saat:13.00 - 17.00 arasında Eyüp Meydanı'nda takip ettiği açıkhava toplantısında Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın diktafonla tespit edilen konuşmasıdır.)

                                                                 ***
 
                                                
                                                 

 Bilimsel Ateizm Yoluyla Takke'nin Altındaki Damgaların Çözümlenmesi...

İsmailağa Cemaati'nin sitesinde yazılanlara bakarken, "Yenip İçilmesi Helâl Olan ve Olmayan Şeyler"

başlığı altında bir dizi "kural" aktardıklarını görüyoruz.

Bunların çok önemli bir bölümü, kendi içinde çelişen; mantık ve "dini kuralların iç uyumu" bakımından eklektik şeyler... Örneğin, "domuz" için "pis", "mekruh", "haram" kavramlarını döşendikten hemen sonra,

"52- Domuz sütü ile beslenmiş kuzuların yenmesi helaldir; çünkü süt, tüketilerek eseri kalmaz." denilebilmektedir.

Veya bir başka bağıntıda ise :

[118- Bir baba, muhtaç olmadıkça, yaratılışta kötü davranışlı olan evladının malını kendi kendine yiyemez. Fakat bir ihtiyaç bulunmasa bile, iyi olan evladının malını alıp yiyebilir.

Bir hadis-i şerif 'de buyurulmuştur:
“Sen de, senin malın da babanındır.”] denilmektedir.

Bu tür ifadelerin gerçek kökenlerini, toplumsal anlamlarını bu tür cemaatlerin adamları da, önderleri de bilemez zaten... Bilseler, bir mantıksal düzenleme yapmayı denerlerdi...

İslami kesimin genel olarak böyle bir yapıya sahip olamadığını görüyoruz zaten...

Bizim buradaki asıl konumuz kendisini ateist olarak kabul edenlerin, genelde dinlere, özelde de İslam'a yaklaşım tarzlarının, "cehalet, saçmalık..." deyip orada durma biçiminde olmaya devam etmesi....

Ateist çevreler içinde, günümüzde tamamen saçma-sapan bir hal almış bile olsa, dinsel bir kuralın, eski toplumda nasıl ve hangi nedenlerle şekillenmiş olabileceği üzerine ciddi bir bilimsel çalışma gerçekleştirildiğini de görmüyoruz.

"Allah yoktur, din yalandır" demiş olmak, (eğer ille de bu kavramlarla söylemek gerekli ise..) bir doğruyu ifade etmektir ama, bu tekerleme, "dinlerin toplumsal kökenleri nedir?" şeklindeki konu başlığımızın bir adım ötesini bile açıklamaya yetmez.

Marksist Georges Politzer'in "FelsefeninTemel İlkeleri"nde şöyle yazdığını görmüştük:

" Tanrı fikrinin, dinsel duyguların ve dinin varlığı bir olgudur ve bu olgu bir açıklama gerektirir."( S. 186)

Fakat aynı yazarın, az sonra " Ama din, böylece, pratiğin verilerini yansıtıyorsa da, onları tersine olarak, nesnel verilere göre değil de öznel verilere, düşlerin görüntülerine, bilisizliğin kurbanı olan insanın düşüncesinin arzularına göre yansıtır"...(s. 186-7) demiş olması, sanki "dinlerin toplumsal temelleri" hakkında bir açıklama yapacakmış hissi doğursa da, hemen ilerde "...din, bilgisizlikten doğduğundan..." diyerek, konuya "son nokta"yı koymaktadır.

"Bilgisizlikten doğan din..." tanımlaması, aynı zamanda, bu çeşit ateizmi savunan kesimlerin teorik çalışma yükümlerini sadece, "dinlerin cehaletini teşhir etme..." noktası ile adeta sınırlamaktadır, gerçekte de sınırlamıştır.

Bu tür "aydınlanmacı" kaba ateizmin dilinden düşürmediği belli başlı kelimeler; "cehalet", "fantazi", "düşler ve hayaller", "bilgisizlik"tir...

Ne yazık ki, Avrupa’nın ‘Aydınlanma dönemi'nin en ünlü eski beyinlerinden günümüzün din ve doğu uzmanlarına kadar herkes (yakın zamanlara kadar hepimiz.. ) bütün bu eski dinsel anlatımlarda, erken Mezopotamya toplumlarının gerçek tarihi toplumsal ilişkilerini bulmak ve onları aramak yerine, dinsel-ilahisel aktarımlarda, neredeyse sadece ‘efsane ve-ya uydurma’ keşfedebilmişlerdi.

Eski ilahilerin ve onlara dayanan Tevrat veya Kuran’ın, ‘cahil eski toplum’ tarafından nasılsa üretilmiş bu tür efsane ve-ya uydurma’lara dayandığına yönelik böyle bir büyük kör inanç, Türkiye kamuoyunda uzun yıllar önce Turan Dursun tarafından, din’i İslam’la eşitleme eğilimi halinde de yansıtılmıştı. Turan Dursun ve İlhan Arsel gibi yazarlarımızın İslami baskıya karşı cesur çıkışları övgüye değer olmakla birlikte, onların tarihsellik ve insanbilimden uzak; kendilerini “anti-islam” söylemle prangalayan kitapları, günümüzün bilimsel ateizm platformuna kaynak oluşturamaz. Onların eserlerinin, sonuçları itibariyle ateist kamuoyunda önemli teorik tahribatlar yarattığını artık ortaya koymak gereklidir.

Erdoğan Aydın’ın “İslamiyet ve Bilim” adlı kitaplarında “cehalet, masal, hurafe” kelimelerinin ve “İslam’ın çelişmeleri” dökümü dışında “bilimsel ateizm” namına herhangi bir özellik bulamayız.

Sağlam bir ateist çerçeve, 'Rönesans Aydınlanma'cılığın Batı propagandası temellerinden kurtulmakla ve toplum yasalarını yeniden tanımlamakla başlayabilir.

"...İslam karşısında olsun da, ne olursa olsun, kabulümüzdür...." türü bir yaklaşım, Türkiye'de nihilizmin temel düsturu ola gelmiştir. Din tanımazların yapacağı iş , dinler arası bir karşılaştırmayı, şartlı da olsa, bir tercihle sonuçlandırmak olamaz, olmamalı.

Din, eski farklı toplum birimlerin birbirleriyle ve kendi içlerinde kurdukları eski ilişki tarzlarının giderek kutsallaşmış kurallar toplamıydı.

Yezidiler için geçerli olan ‘marul’ veya ‘fasulye’ yeme yasağı, onların ‘aptallıklarını’; bir öteki Hıristiyan topluluğun ise Yortularda mutlaka ‘marul yeme’ , mutlaka ‘yeşil mercimek pişirme’ kuralı da onların ‘akıl’lılıklarını, ‘insan sevgisi’ni vb. göstermez; tükürmeyi yasaklamış olması Yezidiliğin “temizliğini” ve durmadan tövbe-istiğfar öngördüğü için de, bu İslam’ın “pis” olduğunu göstermez; çünkü düşünülüp tercih edilmiş davranışlar değildir bunlar, geçmiş ata toplumlarından sorgulamaksızın devir alınmışlardır.

Bu dinleri ve kurallarını o halleriyle şekillendiren erken dönem toplulukların bu davranışlarında fazla özgür olmadıklarını biliyoruz. Marul'u yeme veya yememe konusunda; fasulye veya mercimeği yeme veya yememe konusu da onlar için bir "özgür seçim" alanı değildi. Tıpkı 'balık' yeme veya yememede; tavşan, domuz, deve, midye vb. yeme veya yememede olduğu gibi...

Şimdi Erdoğan Aydın gibi yazarlar tarafından sürdürülen bu genel çizgi temelinde, ‘Akkado-sammaru’ tarihinden, Enuma Eliş’ten, eski tabletlerdeki dinsel anlatımlardan, eski toplumun örgütlenme ve ilişki tarzlarından tamamen bağımsız bir ‘İslamiyet’ dinini, algısı kendilerine mahsus bir ‘Bilim’le karşılaştırma çabası içinde ‘cilt’ler doldurulmaktadır. Boş laflar yazmanın örneğidirler bu ciltler.... Çünkü, Tevrat’tan bağımsız bir Kuran; Enuma Eliş’ten bağımsız bir Tevrat, bilimsel bakımdan incelenemez bile....

Öte yandan "üç kutsal din" denilen inançların erken kökenleri söz konusu olduğunda, sanki, farklı bu farklı dinler sadece birbirlerinden çalınmış bazı anlatımlara dayanıyormuş gibi, “İslam, Musevilik ve Hiristiyanlık..” denilerek bir genelleme yapılmasına da karşı çıkıyoruz.

Mesela Erdoğan Aydın, Eski Ahit'teki “Yaratılış” anlatımını kast ederek, “Bu rivayeti İ.S. 6 yüzyıl Arabistan koşullarında akılda kaldığı haliyle yineleyen Kuran…” (İslamiyet ve Bilim. S.89) derken aynı temelsiz, tahlil yoksunu, din’leri toplumsal temellerinden kopararak “Din hurafedir ve birbirinden çalma anlatımlardır...” türünde bir anlayışın yansıması olan sözleri bir kez daha yinelemiş olur.

Oysa, her eski farklı dinsel anlatımda, aktarıcı toplum birim bakımından, “yaratılış” ritüelleri farklı biçimlerde yaşanmıştı ve işte bu nedenle de farklı bir şekilde aktarılıyordu.

Eski Ahit’te birden fazla “Yaratılış” anlatımının; Kuran’da ise birden çok “yaratılış maddesi” bulunuyor olmasının temel nedenleri buydu.

“Kutsal Kitap”ların “varlık”larının , “Su”dan, “Toprak”tan, “ol sözü”nden, “kan pıhtısı”ndan, “çamur”dan ; “yumurta”dan vb. meydana gelmesinin asıl nedeni, anlatıcı peygamberlerin mantıksızlıkları değil, kendilerinden önceki farklı toplulukların bu tür "farklı yaratılış anlatımları" bulunmasıydı. Sonraki "elçi"ler, değişik anlatım veya ilahilerin giderek kaynaşmış bu farklı “madde”lerine ister istemez kendi anlatımlarında yer vermek zorunda kalmışlardı.

Kaba bir karşılaştırmalı değerlendirmede bile, “Deveyi haram” kabul eden Musevilik ile “deveyi en makbul kurban kabul eden İslam” arasında tek yönlü bir çalıntı, “hatalı anımsama” olduğu tezinin boşluğu görülebilir. Bu tür yaklaşımlar, Erdoğan Aydın gibi yazarlarımızın dinleri "uydurmalar toplamı" görmelerinden ve aslında dini edebiyatın Sümer-Akkad kökenlerini tanımamalarından kaynaklanıyor.

Bütün bunlar, temel metotlar konusudur ve Erdoğan Aydın gibi "aydınlanmacı" ve "bilimci"ler, işte özünde bilim karşıtı metotlarla böyle bir güya "ateist" mücadele yürütmeye çalışmış oluyorlar.

Fakat milyonlarca insanın "inandığı yalanlar olan din" olgusunu bir yana bıraksak bile, bu yalanlar temelinde oluşan "din devletleri" sürecini de açıklamak gerçek bir görev olduğu halde, ateist çevreler, dinleri "cehalet, bilgisizlik..." kelimeleriyle örülen savunma sınırlarını atlayarak; dinlerin kökenlerini eski toplumun gerçek yaşam ve paylaşım ilişkileri içinde arama bilgeliğini göstermeye başlamalıdırlar.

O zaman şu soruları kendimize bir kez daha soralım:

- "52- Domuz sütü ile beslenmiş kuzuların yenmesi helaldir; çünkü süt, tüketilerek eseri kalmaz." demeyi nasıl bir dini ve dinsel olmayan mantığa oturtabiliriz?

Domuz sütü ile kuzu beslemek gibi bir konu nereden çıkıyor?

Günümüzde sözünü etmeye değer böyle bir sorun mu var?

Eğer "domuz sütü" tüketilince eseri kalmıyorsa, sürekli domuz sütü neden içilmesin?

"Tüketilince eseri kalmıyor" gerekçesi geçerli ise, "tüketilince eseri kalmıyor" olan domuz eti neden yenmesin?

-"Yaratılışta kötü davranışlı olan evlat" veya "yaratılışta iyi davranışlı olan evlat" ve Baba ile bu evlatların ilişkilerinin bu şeklide son derece itinalı ifade edilmiş sorunsalı nerede ortaya çıkmış?

Onların babası olan şahıs, oğulları ve oğullarının malları arasında neden böyle bir ayrım yapmakta; bu ayrımlar, neden " Helâl Olan" ve "Helal Olmayan Şeyler" sınıflaması içinde sayılmaktadır.

 

                                                                                                                             
 
                                                                                
"Aydın Türk" isimli yazarı, konuyu hemen toparlıyor:

["Eğer dinler yanlışsa niye bu kadar çok kişi inanıyor?

Çünkü üç büyük din, aslında tek bir din sayılır. Hıristiyanlık ve Müslümanlık Tevrat’ı referans alır. Toplumdan topluma biraz farklılık gösteren bu inanç sistemi toprağa dayalı büyük imparatorluklar ortaya çıkmaya başladığında, bu imparatorluklarla birlikte yayıldı. Bu inanç sisteminin mensubu olan toplumlar, tarihte siyasi ve askeri açıdan daha başarılı oldular ve bu yüzden de inançları yayıldı. Eğer başka bir dinin mensupları Hıristiyan Avrupa ve Müslüman Türk ve Araplar kadar yayılmacı ve gaddar olsalardı, şu anda birileri eğer bu söz konusu din doğru değilse neden bu kadar kişi ona inanıyor diye soracaktı.

Cennet, cehennem, Tanrı, Şeytan, Adem, Havva fikirlerine dayalı bu inanç sisteminin bu kadar yaygınlaşmasının sebebi odur. Fakat ‘Neden tüm toplumların şu ya da bu şekilde bir dini vardır ve neden tümü doğaüstü güçlere, ruhlara, Tanrı ya da tanrılara inanır?’ diye sorulursa, o zaman cevap değişir.

Bunun sebebi dünyanın neresinde doğarsa doğsun, tüm insanların aslında bu evren denen bilinmezde aciz oluşu. Neden var olduğumuzu bilmiyoruz. Hayattaki amacımızı bilmiyoruz. Hayatta bir amacımız olup olmadığını bile bilmiyoruz. Kökenimizi zaten bilmiyoruz. Hele de geleceğimizi, ölümü ve ölümden sonrasını hiç bilmiyoruz. Dolayısıyla bu kadar boşluk içindeki bireyleri bir araya getirebilmek, bir amaç etrafında toplayabilmek ve onlara hayatta sağ kalıp bir şeyler yaratma ve bir şeyler başarma mücadelesinin içine çekebilmek için fikirsel olarak tutunacakları dallar göstermek gerekiyordu. Bazı ruhani liderler ve karizmatik toplum önderleri de insanlara bu tür gerekçeler verdiler. İşte dinler bundan ibarettir diyebiliriz."]

"Neden tüm toplumların şu ya da bu şekilde bir dini vardır?" gibi temel bir soruya verilecek bilimsel bir yanıt böyle mi olmalıdır?

Böyle bir soruya, "İşte dinler bundan ibarettir diyebiliriz" biçimli bir "özet"li yanıt, özü bakımından, kaba ateizmin binlerce kez yinelenen sakızından daha fazla bir özellik taşımıyor.

Bu kitaptaki "din tanımı"nın, "Aydınlanma" döneminin kaba burjuva ateizminin yüzyıllardır tekrarlanan "insanın acziyeti", "cehaleti" vb. gibi, belki birkaç yüzyıl önce anlaşılabilir olan ve fakat günümüzde tamamen bir tarafa fırlatılıp atılması gereken argümanlar çerçevesinde yapıldığını görüyoruz.

Bu durumda yola çıktığı "din" tanımı bakımından böyle bir kitabın bir "ilk" olması hiç mümkün değil.

                                                         **

Yukardaki "din" tanımlamasına biraz daha yakından bakalım:

" ... üç büyük din, aslında tek bir din sayılır..."

Kendini bilimsel alanda tanımlamak isteyen bir düşünce sistemi veya kişi, "Musevilik, Hıristiyanlık, İslam toplumdan topluma biraz farklılık gösteren bir inanç sistemi" anlamında ifade ederse, onun eleştirmeye çalıştığı dinleri yeteri kadar bilmediğini ifade etmiş olur.

Bütün dinlerin özleri arasında paralellikler kurmaya çalışmak başka bir şey; Hıristiyanlık, Müslümanlık ve Musevilik arasındaki en temel farklılıkları yok sayıp, "aslında tek bir din sayılır.." demek bambaşka bir şey...

Güya ateizmi anlatan bu satırlar, öbür yanıyla "imanlılar"ın değirmenine su taşımakta; "Elbette, Allah'ın dini tektir; zamanla ayrışmalar yaratılmıştır..." gibi saldırılara karşı kalenin kapısını "içerden" açmaya kalkışmaktadır.

Mezopotamya toplumlarının her birisinin farklı tanrıları vardı; kutsal totemleri farklıydı; biri kurbanını gece, diğeri gündüz sunardı; birisi ölüsünü yakıyorsa, öteki nehirlere atardı; birisi gömüyorsa, öteki hayvanlara parçalatırdı....

Eski Mezopotamya toplumlarının dinleri, aralarında farklılıklar ve zıtlıklar oluşturma çizgisi üzerine oturur. Birinin helal olanı, diğerine haramdır.

Diğer erken dinlerde olduğu gibi, özellikle Mezopotamya dinlerinin zıtlıklar üzerine kurulu olması gerçeği o kadar açıktır ki, günümüzde bile, bu toplumlar "aynı din" içinde bile olsalar, birbirlerini katletmeye devam ediyorlar.

Her birisi (İslam'ın dört mezhebi; Hıristiyanlığın üç ana kolu ve onların alt kolları; Museviliğin farklı mezhepleri...) kendi içinde farklı çizgilere sahip mezhepler barındıran ve onları binlerce yıl içinde bile bir araya getirememiş durumda iken, "kaba ateist" yazar, bir çırpıda, "üç din"i, "üç büyük din, aslında tek bir din sayılır" diyerek yan yana getiriveriyor!

    Böyle kaba ateist bir yaklaşım ile, doğal olarak dinlerin şekillendirdiği farklı toplumsal yapılar ve toplumsal ilişkilerin değişik reflekslere sahip olması tahlil edilemez.

İslami bir toplum yapısı ile Hıristiyan toplum yapısı veya Musevi topluluk ilişkisi arasındaki farklı özellikler tahlil bile edilemez.

Zaten "kaba ateist" olarak nitelediğimiz akımın içinde yer alanlar, ister "yerli malı", ister "yabancı" olsunlar, bunların yazılarında eski toplumsal ilişkilere dair doğru düzgün bir şey bulamayız.

Halbuki, eski toplum, günümüzden on binlerce yıl önce, kendisini yönettiği kurallar oluşturmuş durumdaydı. Cinsel ilişki ve yiyecek paylaşımı, onların toplumsal kurallarının en önemli iki ana ayağını oluşturuyordu.

Günümüzdeki bütün dinler de, işte bu geleneklerin devamı olarak, dinsel imanı "allah ve kalp arası ilişki" olarak ele alıp ifade etseler bile, derhal "cinsel ilişki, evlilik kuralları" ile "yeme-içme kuralları" konularına geçerler. Nitekim, Eski Ahit'in anlatımında da, Allah-Rab, Adem'le Havva'yı "yaratır yaratmaz", "şu ağacın ürününü sakın yemeyin!" diye işe başlar ve hikaye devam eder...

Turan Dursun'da, İlhan Arsel'de, Erdoğan Aydın'da, eski toplumda yemek-içmek kuralları; sunum kuralları; ölü defin kuralları; ölüm cezası için farklı öldürme biçimi kuralları; miras kuralları vb. vb. üzerine ciddi bir incelemenin izine bile rastlamayız.

R. Dawkins'in kaba, eski tür aydınlanmacı ateizm türünde de eski toplumun bilimsel bir tarzda tarihsel ve sosyal ilişkileri gerektiği gibi yer almaz!

Eski insan toplumu, günümüzde sahip olunan bilgi birikiminin ilk oluşturucularıdır. Onlara "ilkel insanın acziyeti", "cehaleti", "bilisizliği" vb. kafasıyla yaklaşanlar, insanbilimden habersiz; toplumsal gelişmeyi "hayvan sürüsü" düzeyindeki ilişkiler sonucu imiş gibi ele almak zorundadırlar.

Fakat gerçek öyle değildir.
Günümüzün Amazon ormanlarında yeni keşfedilen "ilkel toplulukları"nda bile, ilk inceleme sonunda, ortaya çıkıyor ki, son derece kesin kurallara dayanan ilişkilerin hüküm sürdüğü bir topluluk karşısındayız.

Bu kuralların ne olduğunu; neden ötürü ve hangi mantıkla oluşturulduğunu anlamaya çalışmayan bir "ateizm", onların dinsel inanç sistemlerini anlayamaz ve açıklayamaz!

Ya da, şimdiye kadar "kaba ateizm"in bilim dışı bir yolla yaptığı gibi, "cehalet", "aciz kalış", "hayal" vb. "yüksek bilgi ürünü" cahilce laflarla yapmaya devam eder.

"Ateizmi Anlamak", ateizmi anlatmaya kalkışmadan önce, yazarının, bilimsel bir ateizme yönelmesi gerektiğini anlatan bir kitap olma özelliğinde...

Bu yönüyle de,"ilk" olmadığı gibi, kaba ateizmin "son" kitabı da olmayacak gibi...

                                                   








                                                                       ***
                                                                 
                                  

Tipik "aydınlanmacı laik" bir kafa, güya "dinle mücadele" ederse, ortaya bu tablolar çıkar.
--
Mustafa Mutlu:

"Dinden soğutmak!

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki cami ve din sömürüsü aldı başını gidiyor. İktidar temsilcileri durmadan II. Dünya Savaşı yıllarında depoya dönüştürülen camilerden söz edip, halkın din duygusunu istismar ediyor.

Başta İstanbul olmak üzere tarihi ve doğal SİT alanlarına devasa camiler yapılıyor.

“Aman dinsiz ilan edilirim” korkusuyla da kimse ağzını bile açamıyor!

Ama bu kadarı fazla...

İnsanları dinlerinden soğutmayın be kardeşim!

Çünkü eğer gerçekten dindarsanız en iyi sizin bilmeniz gerekir ki...

Dinden soğutmak, günahların en büyüğüdür!"

https://www.facebook.com/media/set/?set=a.437900556245253.90922.244601975575113&type=1


                                                       
BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, Söz Sende'de Balçiçek İlter'in sorularını yanıtladı. Yeni Akit Genel Yayın Yönetmeni Hasan Karakaya'nın Akil İnsanlar Heyeti'nde yer almasını sert bir dille eleştiren Kürkçü, Türkiye Komünist Partisi Eski Genel Sekreteri Nabi Yağcı'nın "Din bir afyon gibi görülünce, İslam'ı öğrenmek hiçbir zaman sosyalist hareketin gündeminde olmadı" sözlerine de şöyle yanıt verdi: Kitabı olmayan böyle konuşur.

İşte Ertuğrul Kürkçü'nün o açıklamaları...

"KİTABI OLMAYAN BÖYLE KONUŞUR"

İnsan kitapsız olunca böyle konuşur tabi. Çünkü Marksizm'in dine ilişkin analizi hala aşılamamış, son derece esaslı bir analizdir. Dile pelesenk edilen "Din halkın afyonudur" sözlerinin öncesinde ve sonrasında bazı cümleler var. Marks'ın bunları yazdığı tarihte afyon bir ilaçtı. Başı ağrıyan, karnı ağrıyan afyon alırdı. Dolayısı ile Marks'ın söylediği şey şudur: Kapitalizmin insanı insan doğasından çıkarttığı, ezilen insanı toplumun en altına ittiği yerde ezilen insan çığlığını din olarak bağırır, acılarını dindirir. Marks "Din kalpsiz bir dünyanın kalbidir" derken hiç de Nabi Yağcı'nın yorumu gibi bir din yorumu yapmaz. Demek ki bazı şeyleri bir dönem bilmek onu hep bilmek anlamına gelmiyor.

"DİNİN BİRLEŞTİRİCİLİĞİ GERÇEK DEĞİL"

Kürkçü, Yağcı'nın Öcalan'ın "İslam'ı birleştirici bir unsur olarak gördüğü" şeklindeki yorumuna ise şöyle yanıt verdi: Dinin birleştirici olduğu gerçek olsa Arap dünyası birbiriyle bu kadar çok çatışıyor olmazdı, bunlar retorik. Bence Sayın Öcalan'ın bu konuda yaptığı atıf şununla ilgili: Her zaman kendi dindarlığını öne çıkaran bir kitleye ve ona dayanarak siyaset yapan bir heyete "Bundan önceki bin yılda biz sizin yanınızdaydık, bize bunları niye ettiniz?" sorusunu tersten soruyor. Öcalan'ın da PKK'nın da BDP'nin de gelecek toplum tahayyülünde dinin başat bir rol oynadığını hiç düşünmüyorum.


                                                                     ***
 
RÖPORTAJ: BÜNYAMIN KÖSELI

Türkiye Komünist Partisi eski Genel Sekreteri Nabi Yağcı ile İstanbul’dan kaçarak taşındığı İzmir’de konuştuk. “İstanbul’u hiç özlemiyorum.” diyen eski tüfek, ulusalcıların İzmir’in özgürlükçü ruhuna zarar verdiğini düşünüyor. Geçmişi ile yaptığı hesaplaşmalardan dolayı yoldaşları ile ters düşen Yağcı, 27 Mayıs’tan sonra kara propagandalara kanmamak için refleksler geliştirdiğini söylüyor. “Ergenekon kazansaydı 12 Eylül’den kanlı olurdu.” diyen Yağcı, iktidar desteğini kaybeden derin devletin çözüm sürecinin akamete uğraması ile tekrar ortaya çıkmasından endişeli.

Babanız dini vecibeleri öğretti mi size?

Yedi yaşına kadar bildiklerini benimle paylaştı. Elimden tutup camiye götürüyordu. Ama yedi yaşından sonra bu konular pek konuşulmadı.

Siz sol ideolojiyle tanışınca mı ateist olmaya karar verdiniz?

Büyük ölçüde öyle diyebilirim. 1960'lı yıllardaki sol hareket, daha sonraki yıllardaki gibi dine çok keskin mesafeli değildi. Örneğin Türkiye İşçi Partisi içerisinde imamlar vardı. Demek ki gelinebiliyordu. Solcu olmak dine sırtını dönmek şeklinde algılanmıyordu o zamanlar.

Dine karşı kırılma noktasının miladı ne zamandı peki?

Bu, solun militanlaşmasıyla birlikte başladı. Sosyalistim o halde ateistim şeklinde kemikleşti. 1960'larda sonra… 1960 öncesinde halka yakındık ve halkın dini inançlarıyla bir meselemiz olmazdı. Meselemiz özgürlük ve demokrasiydi. Bana göre genel olarak Marks'ın materyalizm konusundaki görüşlerinin yanlış anlaşılmasından -hatta Marks'ın hatalı vurgusunda- kaynaklanan dine karşı bir mesafe vardı. Bu dünyada da böyleydi. Geriye dönüp baktığımda materyalizmin bu kaba biçiminin çok zarar verdiğini düşünüyorum sosyalist harekete. Bu anlayış, hareketin halkla bütünleşmesini önledi. Halkın bir inancı var.

Türk sosyalizminin en büyük handikabı bu mudur?

En önemli handikaplarında biri budur. Din bir afyon gibi görülünce, İslam'ı öğrenmek, İslam'ın tarihini öğrenmek, İslam felsefesini öğrenmek sosyalist hareketin gündeminde olmadı hiç. Halkımızı tanımıyorduk. Halkını, o toprağın kültürünü tanımazsan o toprağın çocuklarını da tanımazsın. Dolayısıyla hem iletişim kurmakta hem de o toplumu değiştirmekte zorlanırsınız. Tanımadığın bir gerçekliği nasıl değiştirirsin? Bugünlerde yavaş yavaş değişiyor. Bugün İslam'a farklı bakılıyor. En son Öcalan'ın açıklamalarında da bu vardı. ‘İslam, bileştirici bir unsur.' dedi. Bundan böyle sol hareket bu kadim problemle cebelleşip çözmek zorundadır. Yani din ve İslam meselesiyle…

Siz kendi yaratılış sorularınıza kendi içinizde nasıl cevaplar veriyorsunuz?

Felsefi bir derinliğiniz varsa maddeciliği kaba bir biçimde yani inanç ve inançsızlık ekseninde görmüyorsanız. Bugün evrenin yaratılışını düşündüğünüzde bunun adına Allah'ta diyebilirsiniz bir aşk ya da cazibe de diyebilirsiniz. Pozitivist bir şekilde bakarak bir enerji de diyebilirsiniz. Buradaki mesele tamamen inançla ilgili. İçinde yaşadığınız toplumu her şeyiyle duymak açısında dine karşı olan önyargı bir sorun. Sosyalist hareketin hiçbir dinle sorunu olmamalı.
                                                                  

 
Her ne kadar, etrafındaki bazı yöneticiler, Öcalan’a peygamberlik vasıfları verme biçiminde kavramış olsalar da, Öcalan’ın kendi ile İsa arasında paralellikler kurması vb. onun Sümerler ve Sümerlerin eski dini inançları konusunda çeşitli kitapları bu sıralarda okumuş (veya okumaya başlamış) olduğunu gösteriyor.

2001 yılında yayınlanan kitabında yer alan değerlendirmeler ise, onun artık, hiç olmazsa Türkçe olarak yayınlanmış S. Kramer’in kitaplarını, yapabildiği oranda, incelemiş olduğuna pek kuşku bırakmıyor. Öcalan bu kitapta örneğin, şöyle diyor:

“Sümer uygarlığını incelediğimizde, bir olgu daha çözümlenmesini vazgeçilmez kılıyor. Mitoloji ve ondan kaynaklanan Tanrı bilim -Grekçe teoloji, Arapça ilahiyat- en az Karl Marks’ın devlet ve para tahlilleri kadar önemlidir. Marks’ın teorisi bilimselliğe değerli katkılarda bulunmuştur.

Ama bana öyle geliyor ki, devletin kökenindeki ideolojik gücü basit bir yansıma olarak değerlendirmesi, teorisinin en ciddi eksik ve o denli de tehlikeli yanıdır. Çok sıradan ve basitmiş gibi dine “toplumun afyonudur” deyip geçmesi, bir türlü başarıya gidememesinin de temel nedenlerinden biridir. Bana göre en az ‘para’ ve ‘devlet’ tahlili kadar, bir ‘ilahiyat’ tahliline ihtiyaç vardır. Sümer gerçeği bunu çok çarpıcı göstermektedir. Sümer uygarlığını çözmek için mutlaka onun ilahiyatını çözümleyeceksiniz.

Tanrıbilim, Sümerlerin sınıf mücadelelerinin bilimidir. Kavram ve kuramlarıyla tanrıbilimin toplumsal izdüşümlerini tahlil etmeden, Sümer ideolojisini, dolayısıyla ona dayanan tüm antik dünyayı çözemezsiniz. Tek tanrılı dinleri çözemezseniz, klasik ve Ortaçağların, hatta günümüz toplumlarının zihniyet ve edebiyat yapılarını çözemezsiniz.

Tüm toplumların zihniyetlerinde ilahiyatın imzası vardır. Bu imzayı deşifre edip kazımadan, bilimsel temellerde pozitif toplumu kuramazsınız. Daha sonra kapsamlı incelemeyi düşündüğüm “reel sosyalizm” in en büyük eksiği ve hatası, toplumun tarihsel ve ideolojik alanın yanından bile geçememesi ve devlet tahlillerindeki tek yanlılıktır.

Sadece para ve sermaye çözümlemesiyle toplumsal gerçeklik tam izah edilemeyeceği gibi, tersine bu çokça eleştirdiği idealizmin değişik bir biçiminin kucağına düşmesine yol açar. Tıpkı reel sosyalizmin sermayenin kucağına kendiliğinden teslim olması gibi. Eksikli Marksist düşüncenin buraya götürmesinin, izah etmeye çalıştığımız nedenlerden dolayı kaçınılmaz olduğu görülüyor.

İdeolojinin, ilahiyat biçiminin gücü paradan daha az olmadığı gibi, devlet gücünden de az değildir. Kaldı ki, üçü de iç içedir, birbirinin içine sızmıştır. Belki de tarihte hiçbir üçlü bu kadar iç içe sızıp en büyük gücü teşkil etme imkânına sahip değildir.”

(Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru. s.46)(Kasım 2001)

                                                                              ***
 
 
 
 
 
 
Richard Dawkins'in ateizminde elbette İslam'a ve diğer dinlere doğru eleştiriler var...

Ama dayandığı "ateizm", dinleri insan toplumu tarihinin içine yerleştirerek eleştiren bilimsel
 
bir ateizm değil...

Onun yazılarında "Sümer", "Akkad", "Mezopotamya tarihi", "eski toplumsal ilişki biçimleri",
 
 "eski toplum yasaları" vb. gibi inceleme konularına rastlanmaz......


Çünkü o dinleri, birkaç aklı evvel insanın uydurmalar toplamı olarak gören bir anlayışla ele
 
alır ve dinlerin toplumsal kökeni ve tarihine eğilmez!
 
       ***
 

     İşte Richard Dawkins'in Müslümanları kızdıran o sözleri...

İngiliz evrimci biyolog ve yazar Richard Dawkins'in bugün attığı bir tweet ortalığı karıştırdı.


Dawkins'in 3 saat önce paylaştığı, "Dünyadaki tüm Müslümanların aldığı Nobel ödülü sayısı Cambridge Üniversitesi bünyesindeki Trinity Koleji mensuplarının aldığından azdır. Gerçi onlar [Müslümanlar] da Orta Çağ'da harika şeyler yaptılar" tweet'i büyük gürültü kopardı.

Ateizm savunusuyla bilinen ve bir dönem yazılarının içeriği nedeniyle internet sitesine Türkiye'den girişler yasaklanan Dawkins, bu tweet'i yüzünden ağır eleştirilere maruz kaldı.

Bir takipçisi Dawkins'i ırkçı ve bağnaz olmakla suçlarken Twitter'da "Müslümanlar bir ırk mıdır?" tartışması başladı.

Bu eleştirilere Dawkins birkaç tweet'le daha yanıt verdi:

"Bir kişiye görüşleri yüzünden saldırabilirsiniz. Ama ilginç bir gerçeği ifade ettiği için? Kim derdi ki tek bir Cambridge koleji..."

"Müslümanlar bir ırk değildir. Sahip oldukları ortak değer bir dindir. Trinity [Koleji] yerine Yahudilerle kıyaslamayı tercih eder misiniz? Google'layın."

"Evet ben de [Nobel] barış ödüllerinin tartışmalı olduğuna katılıyorum. Belki de onları listeden çıkarmalıydım. Çıkarmayı yapın ve sonuçların ne olduğuna bakın."

"Cambridge Trinity Koleji ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa dışında dünyadaki tüm ülkelerden daha fazla Nobel ödülüne sahip."

"Neden bir başka gruptan değil de Müslüman Nobellilerden bahsettim? Çünkü sık sık a) toplam sayıları b) bilimleri hakkında sık sık övünmeler duyuyoruz."

"Birçok insan ateistlerin kaç tane Nobel aldığını soruyor? Araştırmak gerek. Ben de bilmek isterim. Sanıyorum ki oranı çok yüksektir ve artmaktadır."

"Sonradan kabul edebileceğiniz bir şey bir ırk değildir. Basit bir olguyu ifade etmek bağnazlık değildir. Ve uzak geçmişte Müslümanlar bilimde harikaydı."
https://www.facebook.com/media/set/...
 
 
 
 
 
 



 

                                                                              









 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder