8 Eylül 2011 Perşembe

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik

25.9.2008 
Safa Kaçmaz

 
 
"Musa var mıydı, yok muydu",
"İsa'nın karısı, kardeşleri" falan var mıydı, yok muydu;
 “Kuranı Muhammed'in kalbine Allah mı doğdurdu”, yoksa “Cebrail  Allah’ın kelamlarını  taşıyıp Muhammed’in  kulağına mı fısıldadı ?”
 
Bu düzeydeki  tartışmalar, sadece İslam’ın değil, genel olarak dinlerin gelişim sürecinin temel yanlarının incelenmesinde, çok da fazla  önem taşımazlar.

 ---



Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-2

22.2.2008
 
Din’in, özellikle de Musevilik ve İslam dininin, sadece imanlı ile tanrısı arasında “vicdani, ruhani, kalbi  bir ilişki”  olarak kalamayacak özellikte şekillenmesi, bu dinlerin kolayca toplum ve devlet yönetimi haline dönüşmesinin alt yapısını oluşturuyor.
 
Dikkat edilirse, bu ülkede, Türkiye’de, Diyanet Başkanlığı gibi mevkilere yükselmiş olup da, emekliliğinden sonra “dinci” kesim arasında “otorite” olarak kalabilmiş örneğimiz bulunmuyor. Diyanet başkanlığından sonra onlar gazete köşelerinde “din uzmanlığı” yaparlar hep. Bu herhalde nedensiz değil. 
 
Çünkü, her an ve her konuda  onlar "….madem Kuran böyle diyor..." baskısı altındadırlar ve  bu nedenle İslami kitle nezdinde hemen  gözden düşerler. Çünkü, öteki din kitapları gibi, Kuran da, uygulanmak  için vardır ve İslam dininin gelişkin bir  dini-ruhani kast elinde reforme edilme olanağı bulunmuyor. Kuran ile imanlı arasında, İslamın yapısından gelen bir şekilde, ara otorite bulunmaz. Birey, Musevilik ve İslam’da, Hıristiyanlıkta olan ilişki tarzından daha farklı olarak, “Tanrıyla bire bir” ilişki tarzı içinde bulunuyor. Geçtiğimiz günlerde, Süleyman Ateş, bu alanda işlerin nasıl yürüdüğünün güzel bir örneğini, boşanmış kızının kendi rızasıyla evli bir erkekle ve onun karısıyla kuma ilişkisi içinde yaşamasından yakınan bir babaya karşı yanıtında, vermişti:
 
“Bu zamanda çok evlilik tavsiye edilecek bir şey değil ama taraflar razı olduktan sonra Kur’ân buna müsaade etmiştir….
Kızınız eşinden ayrılıp evli bir erkekle evlenmeye razı olmuş ise dine aykırı bir şey yapmamış.
Kızınızın yaptığı Allah huzurunda günah değildir….
 
Aynı gazetede Ruhat Mengi “…inanamıyorum” diye, isterse buhranlar geçirsin; Kuran kelamı ve Muhammed uygulamalarıyla eli kolu bağlanmış S. Ateşler, bu bağımlılıktan kurtulup , “ Bu çağda böyle şey olmaz” diyemezler.
 
Kuran ve  Muhammed uygulamasında “9 yaşında kız ile evlilik” bulunduğu sürece, bay  Ateş, Ruhat Mengileri daha fazla buhrana sokmaya devam ederek, bunun da  “yüce dinimizce günah olmadığını” açıklamak zorunda kalacaklardır. Daha radikallerinin ise, konuya karşı savunmaya geçerek “günah değil”  demekle yetinmeyeceklerini; bir “gerek”, bir “sevap” olduğunu savunabileceklerini de göreceğiz. Türban konusunu “özgür irade” noktasında ele alanlar da,  pek yakında, "özgür iradeleri" ile, “9 yaşında kız”larını evlendirmek isteklerini formüle edebilirler. Türkiye’de zaten, 13’ünde, 14 veya 15’inde evlendirmek olanaklı olduğuna göre, arada kalan birkaç yıllık süre zaman içinde çözülebilir!
 
 
Dinin kökenleri, o denli toplumsal yaşamın kurallarına bağlıdır ki, bu alanı, basitçe bir “kalbi iman” noktasına taşımak hiç olanaklı olmayacak. Biz, gerçekte şimdi, uygulama konularından en kabalarının, toplumun yaşamı dışına itilmesiyle uğraşıyoruz ama, dikkatle bakıldığında, bir çocuğun doğumundan yetişkin olarak ölümüne değin, bütün hayatı boyunca davranışlarına ve davranışlarımıza bu tür “imani”, “dini”, “ananevi”, “hurafi”, “geleneksel”  davranışlar  yön vermektedir. Aslında hepimiz, sabah yatağımızdan kaktığımız andan itibaren, bütün davranış türlerimizi, atalarımızın içinde yaşadıkları toplumdan devralıp bize taşıyabildikleri kural veya uygulamalar temelinde biçimlendiriyoruz. “Selam”ımız, eve girişte ayakkabı çıkarmalarımız, büyüğün sağ elini öpüp alnımızın tam ortasına yapıştırmamız, oğullarımızı sünnet ettirmemiz; bayramlarda “bayramlıklar” giymemiz, “nasılsın?”lı sohbet  tekerlemelerimiz… falan. Konuşma kalıplarımız  bile, birkaç kez kendimize ne söylediğimizi sorguladığımız anda, bizi  eski toplumun bağrına bir anda atıverecek kadar güçlüdür.
 
Eski toplumun bize devrettiği temel dinsel kavramların gücünü, bilimsel çizgilerden dinsel çizgilere kadar her alanda bulabiliriz.Kendini "din düşmanı" diye tanımlayan Turan Dursun'un "Aydınlık"  terimi bile eski ateş kültüne dayanıyordu ve o bunun farkında  bile olmadan “Din düşmanlığı” yapılabileceğini varsaymıştır.

Ali Nesin,10 yıl önceki “Köktendinciliğe karşı Aydınlanma Konferansında, en eski dinsel kategorizasyon belirlenimlerinden birisi olan kalıbı kullandığının bile farkında olmadan, güya  “bilim” adına, şöyle diyordu;
 
“Onlar karanlıktır, biz aydınlığız.”
 
Erken Akado-sammaru Tanrı  kavramının çizimi ('yıldız') nin “ateş” kavramı ile olan  ortak ön köken  anlamına  işaret etmiştik. Bu toplulukların devamı olanların alfabelerinin  ilk  harfinin Alfa, Alaf, Aleppe, Alev, Ateş içeriğiyle   herhalde bir  bağlantı bulunuyordu. Bu harfin, elifbe’nin, alfabe’nin, abece’nin, alfavit'lerin ilk harfi olması hiç tesadüfî olmamalıydı.
 
Eski Yunan 'doğa felsefesi'nin 'ateş' arkhe'si, tipik materyalizmin övgüyle andığı bu 'yaratıcı ateş' , yeni Vatikan Papasının da  övgüyle bahsettiği, Musa'nın çölde karşılaştığı "sönmeyen  meşe ateşi"  haliyle 'tanrı'nın erken dönemdeki tanımından, hiç olmazsa kavramsal düzeyde, başka bir şey değildir.

Eski Ahit’in dinsel yazınının “Işık”ı, Musa tarafından söylenince “idealizm”,  Yunan doğa felsefecileri aracılığıyla söylenince de, tek başına, materyalizm olmuyor.


Musevi ve Hıristiyan  (bunların ön kollarından olan Alevi-Bektaşilik) dini yazının erken tanrısının en önemli biçiminin  “
sönmeyen kutsal ateş” haliyle bulunması ve bu yaratıcı ateş'in, İslami söylemde Âdem'den önce meleklerin başı olan Şeytan'ın da yaratıldığı  'madde' olmasını incelemiştik.

Eğer tek başına, "yaratılış"ın bir “madde” aracılığıyla  gerçekleştiğinin söylenmesi metaryalizm olsaydı, İncil'lere, Eski Ahit'e gitmeye bile gerek kalmadan, Muhammed, en büyük materyalistlerden biri ilan edilebilirdi. Çünkü onun anlatımında da, tıpkı ön-kaynak kayıtlarda olduğu gibi, “yaratılş”ta  “su”lar, “çamur”lar falan bulunur; Adem, mutlaka “toprak”tan yaratılır vb…


İslamın tanrısı bile Şeytan’ı, yine aracı bir maddi varlık kullanarak, “ateş”ten yaratmıştı. Ateşten yaratılmış bu cin fikirli Şeytan, “Toprak”tan yaratılmış Adem’e secde etmediğinde, tanrı onu sıkıştırınca, kendisinin “ateş”ten, Adem’in ise “toprak”tan yaratılmış olduğunu söyleyip Tanrıyı itirafa mecbur bırakmıştı. Allah da, "Biz Şeytanı, Âdem'den önce, kavurucu ateşten yarattık, vb."  diyerek bunu açıkça onaylamıştı. Bu bakımlardan şekillenişleri sırasında varlıklarında derin bir "ateş kültü" bulunan erken Mezopotamya topluluklarında (gök, ateş tapımcısı olanlarda)  tanrı kavramının, tanrısal olanın, "üç deste kamış" deseni ile anlatılıyor olması son derece doğaldı.
 
"Aydınlanma-cılık" kavramının etimolojisi, dinsel  jargonun bu "ateş" , "ışık" motifine bağlanır. Eski Ahit'in tanrıları da, "Yaratılış" süreci içinde, bu nedenle daha  ortada Güneş, Ay, Yıldızlar falan yok iken, “ilk gün”de "Işık" olsun  derler ve Gök'lerden, Dünya'dan, Güneş, Ay ve Yıldızlardan önce   ortaya "Aydınlık" ve "Karanlık" çıkar. Önce “Aydınlık” ve “Karanlık” yaratılır ve onlar birbirinden ayrıştırılır. Ali Nesin, Turan Dursun gibi kişiler de "biz Aydınlık"ız, onlar  (dinciler) Karanlık" dediklerinde,  bu noktada, "aydın"lanmış olmadıkları gibi, İslamın içine "Nurculuk" haliyle vb. girmiş olan eski ateş tapınımı kalıntılarıyla da özsel ayrılıklarını deyimsel kullanım üzerinden  ortaya koyabilmiş sayılmazlar.


--
 

 

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-3

22.2.2008
 
 
İncelemeye çalıştığımız  «Yaratılış» anlatımlarında, Tanrı, eğer, herhangi bir takvime bağlı kalmaksızın, varlık ve yokluğa ilişkin, bildiğimiz ve bilmediğimiz her şeyi yarattığını söyleseydi, belki çok daha rahat edecektik.
 
Fakat  bu  «Yaratılış» anlatımlarının tanrıları, yarattıklarını «önce, sonra» kronolojisine ; «gün» takvimsel değerlerine bağlı kılmakla kalmaz (lar), üstelik yarattıklarını somut olarak « isim »lendirmeye de çok itina ederler. Yarattıklarına dönüp « isim vermek », onları, adeta  « yarattığına » hayran olan bir varlık gibi görmemize bile yol açabilir…
 
Enuma Eliş ilahisi, en başından itibaren bu yüzden,  «Gök» ün, «Yer»in Tanrıların, Otların, Kamışların  «varlığı- yokluğu»yla değil ;  bunların «adlarının, isimlerinin olması ve olmaması » ile daha çok ilgilenmekteydi :
 
"Adı yokken Gök’ün daha
Yer’in daha adı yokken
Babaları okyanustan
Anaları Tiamat’a
Sular karışıp bir oluyordu.
Saptandı sonra tanrılar
Lahmu (ve) Lahamu seçildi ardından
Zaman akıp gidiyordu durmadan
Belirlendi sonra Ki-şar ve An-şar
Günleri düzeltip ayarladılar. "
(Poéme de la création)
 
Yerli- yabancı «Summer uzmanları»mız , «ad sahibi» olmayı «var olma» ; «henüz ad sahibi olmamayı» ise «yok olma» durumu  haliyle  ele aldıkları için, bu ayrımın, olguların tanımlanarak ve tanınmasıyla «var edilme»yi  anlatmak için özellikle kullanıldığını fark edememişlerdir. Bu ancak, erken Yaratılış kavrayışının, karşılıklı tanınma yoluyla olabilecek bir ittifak ediminin ifadesi olduğu görüldüğü zaman anlaşılır özellik gösterebilecek özsel bir noktaydı. Bu, farklı iki toplum birimin, birbirlerini tanıyarak ve tanımlayarak  ittifak kurdukları noktayı, daha sonra kazanacağı anlamıyla  «yaratılış anı» olarak kavramalarıyla ilgiliydi.
 
Bu nedenle Enuma Eliş ilahisinin başlangıç kısmında, daima « ad verme »den ve « ad verilmemiş » olmadan bahsediliyor ve çok açık bir tarzda Gök’ün, Yer’in, Tanrıların vb. « ad verilerek » yaratılması yani var edilmesi, var kabul edilmesi  sürecini anlatıyordu.
 
Marduk (Nemrut) (Aşşur) da böyle davranır : Varlıkları  sıraya sokar, onlara «ad verir», yani tanımlar ve bu tanım çerçevesinde , ötekiler tarafından tanınmalarını sağlar. Eski toplumun «yaratış» kavrayışı böyleydi.
 
Bektaşi edebiyatında « daha ismi yoktu, hatta  cismi dahi yoktu» türünden  mısralar ; varlıkların «ruhani dönem»leri ve sonra «cismani özellik» kazanmaları üzerine falan anlatımları , gerçekte bu eski  kavrayış tarzının farklı bir ifade ediliş biçimidir.
 
Örneğin Harabi’nin Vahdetname’sinde şunları okuruz :
 
“Daha Allah ile Cihan yok iken
Biz anı var edip ilan eyledik
Hakk'a hiçbir layık mekan yok iken
Hanemize aldık mihman eyledik

Kendisinin
ismi henüz yok idi
İsmi şöyle dursun cismi yok idi

Hiçbir kıyafeti resmi yok idi
Şekil verip tıpkı insan eyledik
 
Bu husus yeterince bilince çıkarılmadığı için, Eski Ahit’in “Yaratılış” girişi de daima, yazılı olduğu haliyle değil, şimdiki yorum seviyesinden ele alınmış; tanrı orada “ad verdim” deyince, modern okur, bu sözleri, “yarattım” diye algıladığı bir yorumla “okumuş”tur:
 
İlahiyatçılarımızdan, Fıransız Aydınlanmacı Voltaire’lerine, J. J. Rousseau’larımıza, ardıllarına, oradan Turan Dursun ve İ. Arsellere kadar “bilim dünyamız”ın dayandığı ve  “ tek tanrılı ilk Semavi Din” payesi asılan Museviliğin kitabı Eski Ahit’te yazılı olanı değil,  o yazıda olmayanı okuduğu bu “yaratılış”ın başlangıç bölümündeki Tanrı, bir yandan  “düzenliyor”, bir yandan da “ortaya çıkan”lara “ad verip” duruyordu. Eski Ahit’in ilk satırlarında karşılaştığımız bu anlatım tarzı şöyle formüle edilmişti:
“……Işığa "Gündüz", karanlığa "Gece" adını verdi.
Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu.
Tanrı, "Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın" diye buyurdu.
Ve öyle oldu. Tanrı gök kubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı.
Kubbeye "Gök" adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu.
Tanrı, "Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru toprak görünsün" diye buyurdu ve öyle oldu.
Kuru alana "Kara", toplanan sulara "Deniz" adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.”  10
Tanrı, burada “ad vere vere” yoluna devam edecektir. Nihayet Adem babamızı da, bu anlatımda, başka bir şeyden değil, özel olarak Toprak’tan, (şimdi bu kavram Yer, Dünya olarak tasarlanıyor!) yaratacak; bu varlığa  “ad” verecekti.
 
Adem babamız artık devreye girmiştir. Tanrı, “madem Adem kulumu yarattım, ona akıl fikir de verdim, bakalım ‘yerdeki hayvanlara’, ‘gökteki kuşlara’   halifem Adem ne ad verecek?” diye düşünmüş olmalı ki; ipleri daha o ondan itibaren Adem babamızın eline verir, kendi de şöyle bir tarafa geçip izlemeye başlar:
RAB Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların tümünü topraktan Yaratmıştı.
Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem'e getirdi.
Adem her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anıldı.
Adembütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökte uçan kuşlara ad koydu.” 20
 
Her ne kadar Tanrı, “yorulup da dinleneceği” 7. güne kadar, her gün sırasıyla  Işık’ı, Yer’i, Gök’ü falan  “ad vererek” yarattıktan sonra, “bir çift olarak” İnsan’ı da yaratmıştı ama, nasılsa, bir de bakarız ki, sahne değişir; Adem Baba’mız  koca dünyada  tek başına ortalıkta gezinip durmaktadır; kendisi için bir “eş” anlamında yardımcısı bile yok..

Eh, Tanrı olmak kolay değil. Adem tek başına ortalık yerde bırakılacak değil ya…


Tanrı Ademi yatırır böğrünün üstüne; bir de derin uyku verip, kaburga kemiğinden bir parça et, kemik, kan falan alır, (sanki Mardin’deyiz ve ev sahibimiz bize bir  'Kaburga Dolması'  hazırlıyor) Havva anamızı da nihayet “var” eder.
“RAB Tanrı Adem'e derin bir uyku verdi.
Adem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı.
Adem'den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın Yaratarak onu Adem'e getirdi.”22
Böyle derin bir operasyondan geçtiğine bakmadan Adem babamız, belki  “tek” kalmanın da sıkıntısıyla, Havva’yı görür görmez gözlerini açıp bağırmışa benziyor:
“Adem, "İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış ettir" dedi,
"Ona 'Kadın denilecek, Çünkü o adamdan alındı."23
Böylece görürüz ki, yaratıldığı andan itibaren, Adem, gözü kapalıymış, gözü açıkmış, bunları hiç umursamadan (çünkü, aktarıma göre, daha ilerde, Adem’den sonra yaratılmış bu Havva, Yılan’ın öğüdüne uyup, Adem’le birlikte ‘bilgelik ağacının meyvesi”ni yiyince “gözleri açılmış” olmalıydı!) “Yerdeki hayvanlara”, “Gökteki Kuşlara” birer birer ad verdiği gibi; Havva anamızı “görünce”, Tanrının kendisine “ bu Cennet Hurisine ne ad vermek istersin, bakalım…” diye  sormasına bile fırsat vermeden müstakbel hanımının  “adı”nı haykırıvermişti : “Nisa!”
 
Tanrılara bin şükür, o sıralarda neyse ki, kadın olarak tek bir Havva anamız vardı da, Adem babamızın ağzından “Hayrünisa”  adı çıkmamıştı! 
…Mahkemelik bile olabilirdi çünkü.
 
---



Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-4

16.2.2008
 
Kuran, tek başına ele alındığında anlaşılması olanaksız  kalıpsal terimler kullanıyordu. İlhan Arsel’leri, Turan Tursunları, onların çok daha zayıf güncel versiyonunu yayınlamayı “bilim”cilik sanan Erdoğan Aydınları, zorda bırakan nokta bunu görememeleridir. “Kutsal sinek”, “iyi sağ yön, kötü sol yön”, “yürüyen dağlar” gibi noktalarda bazı örnekleri ele almıştık.
 
Kuran terminolojisi, sadece ortaya çıktığı dönemdeki dinsel inançların terminolojisini değil, genel olarak Mezopotamya dinlerinin en eski terminolojisini de  kullandığı için, mesela “Adem’in, İnsan’ın yaratılış”nda bir dizi önceki kalıp kavramları kullanır ve ortaya “su”dan, “çamur-toprak’tan”, “yumurta (gibi!)” tamamen farklı “madde”lere dayanan “yaratılışları”, farklı bölümlerde, birbiriyle çeliştiğini hiç hesaba katmadan kullanır. Çünkü bunlar, kendisinden önceki “kutsal yazında” yer alıyorlardı ve o da bu eski gelenek aktarımlarına dayanmak zorundaydı.
 
İlhan Arsel’ler, Turan Dursunlar,onların basit güncel versiyonu Erdoğan Aydınların, bunları   “çelişmeler” diye sıralamaktan vakitleri kalsaydı, Eski Ahit’i, Assur, Hitit, Akado-Sammaru yazılı kayıtlarını incelemek gibi gerçek bir bilimsel çalışmaya yönelebilse ve okurlarını da yönlendirebilseydiler,örneğin  “Tatlı Su ve Tuzlu” dan “yaratma-yaratılma” anlatımının en eski “Yaratılış” anlatımlarında bulunduğunu anlayabilecekler ve bu “Tatlı Su”, “Tuzlu Su” motiflerinin içeriğini gündeme getirebileceklerdi.Böyle bir  çalışma ve eleştiri tarzının, dinleri ele alma tarzını da değiştireceği açıktır. Onlar, 18 yy. feylezoflarının bilmeleri olanaksız  şimdiki yeni belgelere bakmak yerine, feylozoflardan alıntılarla eser süsleme “bilimselciliğini” oynamaktan bir adım bile öteye gidememişlerdir. Erdoğan Aydınlar ise, bilimsel anlamda uyarıldıkları halde “yola devam” şiarını kullananlar gibi,  daha da sorumludurlar.
 
Bu tür nedenlerle, Adem’in “ad verme” seanslarını, benzer biçimde;  melek, şeytan ve bilumum öteki varlıkların da hazır bulunduğu bir toplantıda varlıklara ad verme ritüeli haliyle Kuran’da da aktarılıyordu.
 
Kuran, bu “ad-isim verme-alma” kalıpsal kullanımını; erken Akado-Sammaru ilahilerinden beri  süregelen  bu söylem - aktarım tarzını, kendisine göre biraz düzelterek, sürdürüyordu:
 
[Hani, Rabbin meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti.
Onlar, "Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz." demişler, Allah da, "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" demişti.
 
Allah Adem'e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, "Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin" dedi.
 
Melekler, "Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin" dediler.
 
Allah şöyle dedi: "Ey Adem! Onlara bunların isimlerini söyle."
 
Adem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, "Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?" dedi.] (Bakara/30-33, Diyanet Meali)
 
Bu anlatım tarzı, Bektaşi Harabi’nin, “cisim –isim” ilişkisinin temelsiz kurulmadığını gösterdiği gibi, “isimsiz varlıktan- isimli varlığa geçiş” ritüelinin ne anlama geldiğini de açıklıyor. “İsimsiz” oluş, Yok’luğun bir ifadesi değildi; sadece tanınma ve tanıtılmanın olmayışının ifadesi idi; fakat Varlık  vardı.Bu nokta, Eski Ahit, İncil veya Kuran’da, Tanrıların neden  açıkca her şeyi Yok’luktan var ettiğinin yazılmadığını ; içerik olarak aktarılmadığını ve eğer  anlayış olarak buna yatkınsalar bile, bu anlayışın “ varlık-isim” ilişkisinin, “yokluk-isim” halinde kavranışına bağlı olduğunu izah eder.
 
Kuran’da “isim” öylesine geleneklere bağlı ve önemle ele alınmıştır ki, Muhammed, durup durup “en güzel isimler”in (Esma ül Hüsna) sadece Allah’a mahsus olduğunu yineleyip durur; sanki kendi tanımlayış tarzı içinde Allah’ın, bazı "isim"lerin “kullanım hakkını iso belgesi haline getirme”ye ihtiyacı varmış gibi…:
 
En güzel isimler Allah'ındır. O'na o güzel isimleriyle dua edin ve O'nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır.
 
 
De ki: "(Rabbinizi) ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O'nundur." Namazında sesini pek yükseltme, çok da kısma. İkisi ortası bir yol tut. 
 
Çalışmalarımız boyunca gördük ki, en erken yaratılış ilahilerinde, Enki Yaratımlarında, Enuma Elişte, Marduk bağıntılarında “isim, ad verme” son derece özel ritüellerin konusuydu ve bu ad’lar aslında vasıf tanımlarıydı; özellik, görev, yüküm ve hak tanımlıyorlardı.
 
Muhammed’in Allah’ının 99 ismine şöyle bir göz atıldığında, orada sadece farklı tanrıların tekleşme sürecinin izlerini sürmekle kalmayız; aynı zamanda Muhammed’in “en güzel isim”leri kalıbıyla, “en önemli özellikleri” kast ediyor, Vasıfları anlatıyor olduğunu da görürüz. (Kuran'da ‘Sağ’ ve ‘Sol’ Kavramları İle Tanrının 99 Tanımı Üzerine )
 
“Semavi dinler”in bütün “Yaratılış hikayesi”nin özü, işte böylesine basit bir ittifak sürecinin giderek  toplumsal düşüncede oluşmuş  soyutlanmasından başka bir şey değildir.
 
---

 

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-5

16.2.2008
 
 
Türkiye’de de, genel olarak din fenomeninin toplumsal ön kaynakları üzerine, eski toplumsal ilişkilerle bağ içinde ele alınarak yeterince derinleştirilmiş çalışmalar bulunduğunu, maalesef söyleyemiyoruz.
 
Bu nedenle bizi, Musa, İsa veya Muhammed’in  “kişilikleri” veya “kişisel yaşamları” pek fazla ilgilendirmiyor. Çünkü onlar adına hazırlanmış kitaplar ve o kitaplarda aktarılan kurallara göre şekillenip işleyen önceki ve sonraki  toplumlar, bir inceleme yapılmak istenirse, fazlasıyla yeterlidirler.
 
Bu noktadan bakınca, Turan Dursun’un, İ. Arsel’in, Muhammed’in genç karısı Ayşe’nin bir yolculukta “gecikmesi”  ve  zina yaptığı iddiası üzerine  kitap sayfalarını doldurmaları, sadece bir düzey sorununa tekabül eder.  Oysa evlilik ve ürün paylaşım ilişkilerinin eski kayıtları anlaşılıp yorumlanmadan; eski evlilik biçimleri ve "aile"nin tarihsel şekillenmesi Hammurabi, Assur, Akado-sammaru yazılı eski yasaları yoluyla izlenmeden, Muhammed’in oğulluğunun karısıyla veya 6 yaşında bir kız çocuğuyla evlenip, bu kız çocuğu 9 yaşına gelince gerdeğe girmesinin  sosyal temelleri de anlaşılamaz, dolayısıyla anlatılamaz. Ya da Turan Dursun ve  İ. Arsel gibi anlatılabilir.
 
Benim konuları ele alış tarzım ve inceleme metodum, Turan Dursun, İlhan Arsel, Server Tanilli gibi  yazarlarımızdan ve onlardan daha farklı bir yerde durmasına karşılık sayın M. İlmiye Çığ’dan da, onların konuları ele alış  temelleri ve  kullandıkları metot bakımından oldukça  farklıdır; hatta onlara karşıttır.
 
'Sağ yön üstünlüğü' fikrinin savunulmasını sadece  İslamla sınırlayarak  ele alan İ. Arsel’in çalışmasında, “sol elle yemek haramdır” deme noktasında tıkanıp kalmış bir İslam teşhirini buluruz sadece. O şöyle demekteydi:
 
“Bu vesileyle ekleyelim ki, sağ’ın sol'a üstünlüğünü öngören şeriat verileri, tüm olarak bilimsel gerçeklere ters şeylerdir. Çünkü akılcı bilimin ortaya vurduğu gerçek şudur ki, insan beyninin sol kesimi, vücudun sağ kısmını (örneğin sağ el, sağ ayak vb., gibi) yönetmektedir. Buna karşılık beynin sağ kesimi, vücud'un sol kısmına (sol el, sol ayak, vb. gibi) kumanda vermektedir. Daha başka bir deyimle sağ elimizi kullandıran güç, beynimizin sol kesiminden gelmektedir. Şu durumda, eğer "sağ" ve "sol"dan birinin üstünlüğü söz konusu olacak ise, bu takdirde sol'un sağ’a üstünlüğünü kabulden başka çözüm yoktur. Öte yandan tarihin yetiştirdiği ünlü kişilerden, ya da uygarlık gelişmesinde en büyük payı olanlardan çoğu’nun solak oldukları bir gerçektir. Bir kaç örnek söyle: Büyük İskender, Sezar, Sarlyman, Napolyon Bonoparte, Leonardo Da Vinci, Mikelangelo, Bethoven, Albert Schweizer, ve daha niceleri! Bati ülkelerinde solakların sayısı oldukça çoktur: örneğin bilim ve teknik alanlarda en ileri gitmiş toplumlardan biri sayılan Amerika Birleşik devletlerinde halkın yüzde onbesi'nin solak olduğu bir gerçektir.”
 
İslam’ın, bu konuyu, “sağ elin sol ele üstünlüğü”; “sol elle yeme yasağı” gibi noktalara taşımış olması, bizim konuyu daha temelli ve erken tarihsel kaynaklar bakımından ele almamızı engellemiyor.
 
Çünkü İslam, konuyu sadece “sol elle yemek yemeyin” kuralıyla sınırlamıyor; Kuran'da, “sağ ve sol” motiflerini yaşamın bütün alanlarında kullanıyordu. Bu kullanım, insanın anatomik  yapısında, doğal olan  “sağ”ı, “sol”u bakımlarından değildi. Sorgu ve yazıcı melekler de, bu yön ayrımına göre omuz başlarına yerleşiyorlardı:
 
“…biri insanın sağ tarafında, biri sol tarafında oturmuş iki alıcı melek de (onun yaptıklarını) alıp kaydetmektedir.”  [Kaf Suresi (17)]
 
Fakat bunun dahası vardı. Yeryüzündeki insanlar da,  “kitapları sağ’dan verilenler” ve “ kitapları sol’dan verilenler” olarak  bir düzenlemeye, sınıflamaya tabi tutuluyordu:
 
“Kime kitabı sağından verilirse…” İnşikak Suresi (7)
“….. her kime kitabı sağından verilirse…”  İsra Suresi (71)
“…kitabı kendisine sağından verilen kimse…..”  Hakka Suresi (19)
 
“Kitabı kendisine sol tarafından verilen ise şöyle der: "Keşke kitabım bana  (?sol’dan ) verilmeseydi." Hakka Suresi (25)
 
İslami inanca göre, “Sağ”ın yani  Adalet’in, Doğru’nun, Yemin’in, İman’ın tarafındaki topluluğu anlatan “Ashabü'l-Meymene”  veya “Ashabü'l-Yemin” doğal olarak Muhammed’in tanrısının müminlerini tanımlıyor olmalıydı. Buna karşılık,  “Ashabü'l-Meş'eme” veya “Ashabü'ş-Şimal”, Kuzey Eshabı, Muhammed’in tanrısının  asilerini, karşıtlarını ifade ediyor olmalıydı. Her topluluğun kendi tanrısının sağına geçme döneminde, elbette, “Kuzey topluluğu”nun anlatımında, kendisini sağ tarafta duruyor olarak tanımlayacağını göreceğiz.  “Sağ” ve “sol” yön ayrımının aynı zamanda “Kuzey” ve “Güney” tanımları olarak kullanılmasının örneklerini, en erken Akado-Sammaru tabletlerinden itibaren “Kuzey Rüzgarı, Nefesi” ve “Güney Rüzgarı, Nefesi” olarak da tanıyoruz.
 
“Kitabı” sağ’ından verilmiş olmak veya sol’undan verilmiş olmak eski toplumda böylesine önemliyse, doğal olarak, bizzat bu kitapların “sağ’dan başlanarak” yazılması ve sağ’dan başlayarak okunması ile “sol’dan başlanarak okunması ve sol’dan başlayarak yazılması” da o topluluklar için son derece önemli olmuş olmalıydı. Öyle ki, şimdiki alfabe ve yazım tarzlarının sağdan veya sol’dan başlaması sistemlerinin başlangıç kaynaklarına doğru gidildikçe, muhtemelen eski toplumun bu ayrıştırılmış yön düzeninin izleriyle de karşılaşacağız.
 
İslam Kuran’ına göre “Kıyamet günü”nün toplumsal diziliş düzeninde de, “sağ’da toplanmış insanlar Cennetlik, sol yönde toplanmışlar ise Cehennem'lik olanlardı. İslam ön kaynakları bakımından bir Tufan ayini (Din Günü, Hesap günü)  tanımı olan bu “Kıyamet” toplantısı esnasında, “merkez”deki tanrı(lar)a göre düzenlenmiş iki topluluk bulunuyordu. İslami kavrayışa göre, tanrı(ların) sol’unda duranlar, ateş kültüne göre tanımlanmış  “kaynar kazan” ve “kavurucu ateş” motifli bir Cehenneme gideceklerdi;  Tanrıların sağ’ında toplananlar ise, hiç sorgusuz, yine İslami kavrayışla tanımlanmış bir  Cennet'in sahipleri olacaklardı.
 
Toplam bu üç gurup içinde şekillendirilmiş topluluk halindeki bir seremoni, ayin ortamı varmış gibi; “merkez” ve ona göre sağ’da duranlar; ve sol tarafta duranlar olarak diziyordu.
 
(Kıyamet) bir koptu mu,
Siz de üç sınıf olduğunuz zaman,
Sağ’da sağın adamları, ne mutludur onlar!
Sol’da solun adamları, ne mutsuzdur onlar!
 
Önde, en öne geçenler, işte o ileride olanlar!
Naim cennetlerinde (Allah'a) yakın olanlardır.
Çoğu öncekilerden,
Biraz da sonrakilerden,
Cevherlerle işlenmiş tahtlar üstünde,
Karşı karşıya kurulmuşlar.
Etraflarında taze kalan küpeli genç hizmetçiler dolaşırlar.
Main'den doldurulmuş küpler, ibrikler ve kadehlere,
(tertemiz kaynakların suyundan doldurulmuş kâseler, ibrikler ve fincanlara,)  
Bu içkiden ne başları ağrıtılır ne de içtiklerini tüketirler.
Meyve beğendiklerinden,
Kuş eti istediklerinden,
İri gözlü huriler,
Saklı inciler gibi,
İşledikleri amellere mükâfat için.
…….
Dalbastı kirazlar,
Salkım muzlar içinde,
Uzamış bir gölge,
Uzamış bir gölge,
Birçok meyve,
(ki) bunlar ne eksilir, ne de yasaklanırlar,
Yüksek döşekler (üstündedirler).
……..
Solun adamları ise, ne solun adamları!
İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içinde,
Kapkara boğucu dumandan bir gölge,
Ne serin, ne de rahatlatıcı!
……..
Sonra siz, ey sapık inkârcılar (solun adamları) ,
Mutlaka bir ağaçtan, zakkumdan yersiniz,
Karınlarınızı onunla doldurursunuz,
Üstüne de kaynar su içersiniz,
Susuzluk illetine tutulmuş
kanmak ilmeyen develerin içişi gibi içersiniz.
İşte ceza gününde onların konuklukları (ağırlanışları) böyledir!
 
Ama o (can çekişen kişi) Allah'a yakın olanlardan ise,
(ona) ravh (rahmet, ferahlık, daimi bir hayat), güzel bir rızık ve Naim cennet vardır.
Eğer sağın adamlarından ise,
Artık selam sana, sağın adamlarından.
 
Ama o yalanlayan sapıklardan (‘solun adamlarından’)  ise,
Muhakkak konukluğu kaynar su
Ve yaslanacağı cehennemdir! (Kuran,Vakıa)
 
Dinsel kayıtlarda “sağ ve sol” yön kavrayışının izlerini  takip ettiğimizde, bunun sadece Kuran’la sınırlı  bir konu olmadığını derhal anlarız. 
 
Mesela Yeni Ahit- İncil, İsa’nın Tanrı meclisinde  nerede oturacağını  yön itibariyle ele alarak şöyle diyordu:
 
"İnsanoğlu kendi görkemi içinde bütün melekleriyle birlikte gelince, görkemli tahtına oturacak.31
 
“Mesih orada, Tanrı’nın sağında oturur”. (Koloseliler)
  
Ulusların hepsi O'nun önünde toplanacak, O da koyunları keçilerden ayıran bir çoban gibi, insanları birbirinden ayıracak.
Koyunları sağına, keçileri soluna alacak.
O zaman Kral, sağındaki kişilere, 'Sizler, Babam'ın kutsadıkları, gelin!' diyecek. 'Dünya kurulduğundan beri sizin için hazırlanmış olan egemenliği miras alın!
Sonra solundakilere şöyle diyecek: 'Ey lanetliler, çekilin önümden! İblis'le melekleri için hazırlanmış sönmez ateşe gidin!41
 
Kendisi "Kuzu İsa" diye de nitelenen Mesih'in, insan topluluklarını, "Kıyamet-Hesap günü"nde,  "Koyun" ve "Keçi" totemler üzerinden ayrıştırması anlatımı, bize, ilgili eski ön toplum birimlerin kimler olduğunu anlama fırsatı da vermektedir. Bildiğimiz gibi, Keçi ve koyun-koç totemler hem "Semavi din"lerin ritüel ve deyimlerinin önemli motifleriydi ve hem de günümüzde bile,  "Gökteki yıldızların falı" diye bilinen "burç"larının  "Yeryüzü"ndeki iki "hayvan"ı olmayı sürdürmeye devam ederler."Günah keçisi" ve "kurban koyun, koç, kuzu"nun, oğul-kız evlat ve yetişkin insan kurbanlarını aşma sürecinde  ne denli önemli olduklarını görmüştük.
 
Eski Ahit’e geçtiğimizde, Abram, henüz Abraham konumuna erişmemiş iken, Ur’dan, karısı Sara ve “yeğeni” Lut ile yola koyulup Sodom civarında olması gereken yeni yerleşim alanına geldiklerinde, “sağ ve sol”, onların yerleşimi bakımından bir düzenleniş kategorisi olarak ele alınıyordu. Abram, belki “oğlu” kabul ettiği yeğeni Lut’a şöyle diyordu:
 
“Bütün topraklar senin önünde. Gel, ayrılalım. Sen sola gidersen, ben sağa gideceğim. Sen sağa gidersen, ben sola gideceğim."9
 
Musa döneminde ise, Musa’nın tanrısının da “sol eli” değil, “sağ eli” çok daha güçlüydü ve  onun “Sağ elinin gücü” övülüyordu:
"Senin sağ elin, ya RAB, Senin sağ elin korkunç güce sahiptir.6
Sağ elini uzattın, Yer yuttu onları.12
 
Eski Ahit’te  “sağ el” ve “sol el” ; “sağ kol”, “sol kol” ayrımları, Yusuf’un ‘küçük ve büyük oğulunun  kutsanması sırasında da çok önem taşıyordu. "Çapraz takdis" konusunu ele almıştık. Kutsanma sırasında sağ elin, küçük veya büyük oğulun başına konulması, baba’nın mirasçının saptanması anlamına geliyordu. Bektaşilik’te tek oğulun, "sağ ve sol el"in tutuluş biçimi olarak “Çapraz kuşanması”, baba bakımından “büyük-küçük oğul”  arasındaki kategorik sosyal ayrımın artık kaldırıldığı aşamanın bir ürünü olarak şekillenmiş olmalıydı. ‘Sağ ve sol’un adamlarının tek insan’da sentezi dönemi motifsel alanlarda böyle  yansıtılıyor olmalıydı. Zaten bu yüzden bir süre sonra İslam’da tanrı bakımından “Kudret”, açıkça  “iki el” üzerinden ifade edilmeye başlanır: Tanrı “kudretim” demek istediğinde, , “iki elimle” demesi bu nedenle yeterli olur.
 
Eski Ahit'te "sağ yana yatarak oruç tutma","sol yana yatarak oruç tutma" motiflerine; Harun ve oğullarının takdisinde "sağ kulak memesi" gibi hususlara değinmiştik. Bunun ötesinde, Akad ritüellerinde; sunu kurbanlarının "sağ" ve "sol" bölümlerinin ne kadar önemle hesaba katıldıklarını görmüştük. İslamın abdestini ele aldığımızda da, abdet alınıp arındırılan uzuvların "sağ" veya "sol" olması da, başlı başına, bir kurallar dizgesi oluşturuyordu...
 
Kısaca ve hızlıca ele aldığımız ve kökenleri, eski toplumun örgütlenme şekillenmesine giden “sağ ve sol” arasındaki ilişkiler bakımından, bay İlhan Arsel;
sağ’ın sol'a üstünlüğünüöngören şeriat verileri, tüm olarak bilimsel gerçeklere ters şeylerdir”  diye kestirip attığı zaman, sadece, bu yaklaşımın yüzeyselliğini anlatmış olur; konuyu ele alırken, İstanbul müftülerinin “sol elle yemeyin, haşa, günaha girersiniz” fetvaları çerçevesini aşmadığını ilan etmiş olur.
 
Tersine, yapılması gereken, bizzat Diyanet’in ve onun müftülerinin sığlığının gösterilmesi ve İslam öncesi kaynaklara da dayanarak, bu eski yön ayrımının, toplumsal düzenlenişle ilgisini ortaya koymak olmalıydı. Bu tutumun aynı zamanda bizzat kendi ufkunu da genişletmiş olacağı ise, zaten açık bir noktadır..
 
 
----
 

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-6

 


İster ilahiyatçılarımız bakımından olsun, ister dinlere karşı mücadele ettiğini düşünen sığ pozitivist veya ‘dar aydınlanmacı’ düşün ve yazın adamlarımız bakımından olsun, üç Dine ait yazınsal çözümlemede en önemli konularımızdan biri, Mezopotamya kaynaklı dinsel yazını karşılaştırmalı bir tarzda ve erken kaynaklara kadar uzanan bir inceleme yapabilme birikimine sahip olamamaktı.
 
Doğal olarak bu tutum, Türkiye’de de yansımasını bulmuştur. İlahiyatçı için, İslam, “en son ve değişmemiş tanrı kelamı” olduğuna göre, yaptıkları yorumları çok fazla “İslam çerçevesi” içinde kalarak açıklamaya çabalamak olmuştur. Bu alandaki çalışmalar, İslam karşıtları için de, tıpkı İslam ilahiyatçıları gibi, Kuran satırları ve kavramları dışına pek çıkamamakla neticelenmişti. İlhan Arsel, İslamın “sağ ve sol yön” kutsallığı veya kötülüğüne ilişkin yorumlarında, nasıl, Kuran ve Hadis kitapları sınırları dışına çıkmadan, “bilimsel yorum”lar “geliştirebilmiş” ise, Turan Dursun da, diyelim ki, Kuran veya Hadislerdeki “köpek” veya “sinek” kavramı bağıntısında, benzer şekilde davranmıştır.
 
Sanki, İlhan Arsel veya Turan Dursun’un yeni bir versiyonu olmak çok gerekliymiş gibi davranan Erdoğan Aydın  bakımından ise, Yaratılış ile ilgili aktarımlara, onlar bir “masal” diye nitelenerek “bilim” yapılmış olur… Kaçınılmaz olarak bu “bilim”, kendi kitaplarının başlığında olduğu gibi “İslamiyet ve Bilim” sınırları içinde kalan  bir “bilim”dir ve ciltler dolusu bayat yinelemelerde, üç  “Semavi” dinin ön kaynakları olan  “Akkad”, “Sümer”  anlatımlarına sağlam bir şekilde dayanma; oralardan yola çıkarak Museviliğe, Hıristiyanlığa, İslama geliş sürecini inceleme  çabası şurada kalsın, onların sözcüklerine bile rastlamak zor…
 
Fakat bu yaklaşım tarzı aşılmadan, hem dinlerin toplumsal ön kaynaklarını ve hem de dinsel yazının içeriklerini değerlendirmek mümkün olamaz. Çünkü, ilahiyatçı ve din karşıtlarının  “Kitap”larda okurken anladıklarını sandıkları bir dizi temel kavram, gerçekte, onların anladıklarını sandıklarından çok farklı içeriklere sahip olarak yola çıkmış olan kalıpsal sözcüklere dayanmakta; erken Mezopotamya ön topluluklarının tarihçelerini aktarmaktaydı. Bizim şu anda ilgilendiğimiz Eski Ahit, İncil veya Kuran, Avestacılık veya Süryani kaynakları, erken Mezopotamya topluluklarının farklı tarzda kendi tarihlerinin anlatım biçimlerine dayanırlar. Bunlar zamanla kaynaştığı, iç içe geçtiği için de, diyelim ki “Adem”, bazan “kan pıhtısı”ndan, bazan “toprak”tan, bazan “Su”dan, “pişimiş çamur”dan veya tanrıların “ol” sözlerinden yaratılmış ise, bunun nedeni budur.

Bunları Musa, İsa veya Muhammed de bilmiyordu. Onlar kendilerine ulaşmış eski kayıt veya söylemlere dayanıyorlar ve bu nedenle de, farklı “Adem”lerin yaratılışına ilişkin, kendilerinden binlerce yıl önceki erken Akado-Sammaru anlatımlarındaki, her farklı topluluğunun “insan”ının farklı özelliğini, tek bir Adem’e hasmış gibi ele alıp aktarıyorlardı. Burada, eski farklı Adem’leri ortaya çıkarılabildiğimiz ölçüde, şimdiki farklı dinlerin,
“tanrı Akıldır”, “tanrı Sözdür”, “tanrı Işıktır”, “tanrı Aşk’tır” , “tanrı Gerçektir”, “tanrı, örnekler yok iken var edendir” gibi kalıp deyimlerin, farklı mezhep veya din’lerde neden özellikle farklı vurgularla aktarıldığını da açıklayabilmiş olacağız.
 
Sabiilerin ön kaynaklarını tanırken, sanıldığı gibi, bütün dinlerde tek ve değişmez bir Adem tanımı bulunmadığını da görmüştük:
 
" Bir de ileri sürerler ki, Adem de, insanlardan herhangi bir kimse gibi bir erkek ve dişiden (doğmuştur). Bununla birlikte Adem'e büyük saygı gösterirler. Ve derler ki, o, Ay (Kültü) peygamberiydi. Ve Ay tapımına çağırmıştı (insanları). Onun toprak işlemeye (tarımcılığa) ilişkin birtakım kitapları vardır.”Süryani Toplumu ve Sabiiler
 
 
Anlıyoruz ki, Eski Ahit ve Kuran yoluyla yaygınlaştırılmış olsa bile, eski toplulukların aktarımlarında bir ve tek bir şekilde tanımlanmış “Adem” yoktu. “Toprağın adamı”, “Kazma-çapanın adamı”, “Ateşin adamı”, “Ağacın Adamı”, “Gökten yaratılmış”, “Yerden-Topraktan yaratılmış” olan bir çok farklı “adam” vardı.
 
Bu nedenle, Muhammed’in, uzun uzadıya Toprak’tan yarattırdığı Adem’inin birden bire “su”dan yaratılmış bir Adem halini alması son derece anlaşılır olan böyle bir gelişmenin neticesiydi: Erken dönemlerdeki farklı,  “Adem oğlu”, “Kişi oğlu-Ağaç oğlu”, “Ateş oğlu”, “Toprak oğlu” vb. tanımları,  giderek anlatım ve düşüncelerde eşitlenmiş, tekleşmişti.
 
Bu  tür temel noktalar anlaşılmaksızın, Eski Ahit’te Tanrının, neden sadece Adem’i değil, “hayvan ve sürüngenleri” ve  “gökte uçan kuşları” da, mutlaka  “topraktan” yaratmış olduğunu anlamak olanaksızdır. Hatta bu kalıp deyim dikkatimizi bile çekemez. “Uydurma” veya “tanrı tasarrufu” deyip orada durmak zorunda kalırız. Oysa, bu “toprak”, hiç olmazsa, belli aktarım bağıntılarında “aşağı”da, “Güney” Mezopotamya’da, sonradan Assur olarak da anılacak olan coğrafyadaki tarımcı toplulukların, eski bir anlatım ifadesinden başka hiç bir şey değildi. Bugün anlaşılan anlamıyla “Dünya” ise, hiç değildi. O toplulukların da zaten, şimdiki anlamıyla “Dünya” yı, ne tanınma ve ne de tanımlama gibi bir olanakları ve sorunları bulunabilirdi! Eğer bugün bir insan’a hakaret etmek için  “aşağılık yaratık” denilebiliyorsa; eğer bugün Hıristiyan dini, Ortadoğu’luları  somut olarak hakir, “aşağılık” görebiliyorsa, bu, onların “yüce” olmasından değil; erken Mezopotamya topluluklarının “Gök” ve “Yer-toprak” ayrışmasından önce, “Yukarı, Yüceler, Yüksekler” ile “Aşağı”, “alçaklar”, “enginler” gibi  tanımlayıcı kavramları kullanmış ve bunların da zamanla içeriklerinin bozularak günümüze ulaşmış olmasındandı. Bu yüzden de, Kuran’ın Allah’ı, Adem’i “aşağıdaki toprak”tan yaratıp da, İblis’e, onun önünde secde etmesini istediğinde İblis-Şeytan, Satan ona diklenmiş ve ona tapınmayı  reddetmişti ve  Muhammed’in Allah’ı da, Şeytan’ı “Yücelerden mi oldun?!” diye, aynı kalıpsal kavramla, terslemişti: Yani sen “Yukarıdaki topraktan”, sonraki anlamıyla “Göklerden mi oldun?” demek istemişti.

Dar İslam ilahiyatçıları, Şeytan’daki “bu kibirin” nedenlerini, Allahın onlara verdiği “akıl” köşelerinde aramayı sürdürsünler!  Sodom'u yıkmak için Abraham'ın yanına gelen "iki
melek"in nasıl tıpkı "insan" gibi dana çevirmesi yiyip içtiklerini; el ve ayaklarını yıkadıklarını düşünüp dursunlar! Muhammed'in "Nusaybin Cin"lerine nasıl Kuran okuduğunu "derinlemesi"ne ele alsınlar!

Eski Mezopotamya toplumları, kendi aralarında  "Gök", "Yukarı" topluluğunu "
Tanrı topluluğu" ve "Yer", "aşağı" topluluğunu da "İnsan"lar olarak tanımlamaya başlamıştı ama, bu "İnsan" ve karısı "Nisa", bildiğimiz anlamdaki bütün insanların tanımı değil, sadece, İncillerde  "İnsanoğlu" diye tanıyacağımız özel bir topluluğun tanımıydı. Kuşkuşuz bu "tanrı"lar da, "Yukarı" Mezopotamya’daki "ateş"  tapımcısı ön toplulukların  birisinin özel bir tanım türünden başka bir şey değildi. "Nisan" ayı tapınımlarını; söyleminde "kan ve kemik"i öne çıkaran bir topluluğun özel "İnsan"ı idi; bütün insanlık anlamındaki değil!
 
Temellerini daha önce açıkladığımız gelişmelerden ötürü, biz, bu tür  kalıpsal konuşma tarzından anlıyoruz ki, buradaki “Adem” tanımı, “Kara kafalı”, Toprak’la eşitlenmiş bir topluluğun “adamı”na ilişkindi; Şeytan da, İncillerin “Gökten yaratılmış İnsan”ını, Kuran’ın “kavurucu Ateşten yaratılmış” varlığını ifade ediyordu. Bunlar somut olarak olarak farklı Mezopotamya ön toplumlarının insan’ı, adam’ları idi; doğa üstü varlıklar değil! Akado-Sammaru kayıtlarındaki “çapanın, kazmanın adamı” olan bu Adem, günümüzde bile, “kazma!” denilerek küçümsenen tarımcı topluluk, köylü idi.  Avestacılığın tanrısı ise, işte bu “kazma”ya, bu “kazmanın adamı”na, “dünya”daki en büyük sevabın toprak işlemek olduğunu anlatıp durmaktaydı.
 
Öteki  “Semavi” dinlerde olduğu gibi, Kuran’da da bu tür eski kalıpsal söylem, Muhammed’in akıllı veya cahil olmasının bir ürünü olarak değil, fakat sonradan İslam halinde şekillenecek toplulukların da bu ön geleneklere bağlı olmalarından ötürü, kullanılıyordu.
 
Örneğin Kuran’da, Muhammed’in Allah’ı da, “gördüğünüz, görmediğiniz; bildiğiniz, bilmediğiniz” ne var  ve ne yoksa “yarattım” deyip işin içinden çıkma yolunu seçmez. Oysa böyle demesi, şimdiki ve o zamanki sayısız  “ilahi sorunu” çözebilirdi. Üstelik Musa’da, Muhammed de,  tanrılarına bunu kolaylıkla söyletebilecek kadar da akıllı insanlar olmalıydı. Fakat yine de söyletmezler. “Yaratılış”ın Eski Ahit’teki varyantlarında gördüğümüz gibi, Tanrı bu yaratma işinde, zamana çok bağlı bir takvim kullandığı gibi, bir de gayet somut tanımlar kullanır.
 
Muhammed de bu eski kalıpsal söylem çerçevesinde eğitilmişti ve müminlere “Allah’ının büyüklüğünü” falan  anlatmak istediğinde de, “otlağı” bile Allah’ın çıkardığını vurgulamayı, bu kalıpsal söyleme bağlı kaldığı için önemsiyordu:
 
“1- Rabbinin Yüce adını tesbih et;
2- ki O, yarattı ve sonra düzene koydu,
3- ve O, takdir etti ve hidayet etti,
4- ve O, otlağı çıkardı,
5- sonra da onu kapkara bir sel atığı haline getirdi.”
(A’LÂ Suresi)
 
Bu tür ifadele karşı İslam ilahiyatçıları ve  karşıtları, çöl Arapları için “yeşil”in önemi gibi rasyonel “matıki” gerekçeler temelinde konuyu açıklamaya kalkışırlar. Bizim bu düzeydeki “tartışma”larla pek işimiz yok.
 
Kuran’da Allah, Yer’den, Toprak’tan “su ve otlağı, yeşillikleri”, genellikle yaratış seansını anlatırken vurgulatmaktan hiç geri kalmıyordu:
 
Nâzi’ât / 31
أَخْرَجَ مِنْهَا مَاءَهَا وَمَرْعَاهَا
 
Oradan suyunu, otlağını çıkarıp meydana getirdi. (Abdülbaki Gölpınarlı)
Yer’den suyunu ve otlağını çıkardı. (Diyanet Vakfı Meali)
O, yeşil bitki örtüsünü çıkaran, sonra da onları çürüyüp kararmış çör çöpe çevirendir. (Ala Suresi4, 5 Diyanet meali)
 
 
Kuran’ın bu tür ifadeleri, elbette, «çöl Arapları»nı en zayıf yerlerinden vurma vb. gibi hedefler gütmüş olsa bile, konumuzun aslını açıklayamaz.Çünkü bu «ot»lar öylesine önemliydi ki, Eski Ahit’in tanrısı bile, önceki « 7 gün »lük yaratılış ayininde, 3. günü, « Toprak »a emrederek ; 
"Yeryüzü, bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin"
diye buyurmuş  ve öyle  de olmuştu.
Fakat, daha sonra, dönüp yarattıklarına baktığında üç eksiklik olduğunu görecekti. Çünkü burada artık bir başka topluluğun “yaratılış versiyonu”na geçmiştik. Bu versiyonda  Havva henüz yaratılmamıştı; bu önemliydi. Fakat bunun kadar önemnli olan iki şey daha eksikti : 
“Yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemişti.
Çünkü RAB Tanrı henüz yeryüzüne yağmur göndermemişti.
Toprağı işleyecek insan da yoktu.”5
Akado-Sammaru kayıtlarında Bu «ot»ların, «yaban ot»larının, «kır otlarının» ne kadar önemli olduğunu «kırın adamı»nın var edilmesi, yani tahıl-meyve ve sebze’leri yetiştirecek toplulukların « var edilmesi » olarak da görmüştük.
 
Bu  tür temel izler bizi, erken yaratılış anlatımı olan Enuma Eliş’in ilk satırlarına kadar taşıyor ve « ot », bir dizi aşamadan geçerek,  Hitit dilinde de, Hurri toplulukların anlatımı olarak karşımıza çıkıyordu.
 
Dolayısıyla bugün «ot gibi adam» dediğimiz zaman,  çayır ve meraları kast etmiş olmuyoruz. Eski tarihteki tarımcı bazı ön Assur topluluklarıyla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Dinsel yazındaki gelişmeleri, gerçek Mezopotamya topluluklarının, iyice bozulmuş bile olsa, bir çeşit tarihi olarak ele almayan yaklaşımların, Sabii veya Yezidi topluluklarda «Marul yeme yasağını», «Fasulye veya Mercimek, bakla, lahana, bal kabağı » yemenin günah olması inançlarının temellerini anlaması da olanaklı değildir. Nebati’ler, muhtemelen farklı bir  «ot, yeşillik » topluluğuydu ; Luvi’ler de «Fasulye» topluluğu olabilirdi ve bu yüzden de, onların torunları olan Anadolu topluluklarının dilinde, bir İnsan, « kuru fasulye gibi  nimetten» sayılabilir ; Rum veya Ermeni ortodoksları Paskalyalarında mutlaka «Marul ve Mercimek » yemeyi gerekli görebilirler ; dinsel ayin aracı olarak  «Mercimeğin fırına verilmesi », bir bayram ortamını anlattığı için, cinsel ilişki çağrışımı yaptırabilir ve İskambil destesindeki «Sinek», bir  « yonca» yaprağı olarak kendini günümüze taşıyabilirdi. Muhammed de, bütün eski gelenek kalıntılarına dayanarak, «sinek»in kutsallığından bahsedince, İ. Arsellerimiz, Turan Dursunlarımız, bu sinek veya arı’nın* Avestacılığın bir sembolü olduğunu ; Musa’nın tanrısının  düşmanı olduğu topluluklara «bela » vermek istediği zaman, derhal  Assur’daki  bu  «kuzey arıları»nı harekete geçirdiğini falan bilmeden, « bilimselcilik » oynayabilirlerdi.
 
***
 
*) Sineklerin tanrısı” anlamına gelenBeelzebub, eski Yahudilerin Beelzebul (‘yüksek yerin tanrısı') adlı bir Filist putuna taktıkları alaylı bir isimdi (Tevrat, 2 Krallar 1:1-6'ya bkz.). İncil'de Beelzebub, Şeytan anlamında kullanılır. (Bazı hıristiyan kavram ve inançları... )
 
“Z’vuv”, Zevuv, Zebub kelimeleri bugün bile “sinek” kavramını olduğu kadar, erkek cinsel organını da ifade eden kelimedir. Fallus kültü, yani erkek cinsel organının adanması, hadımlık, sünnet  ile cami minaresi mimari biçimi  arasındaki ilişkilerde mutlaka dikkate alınması gereken  bir konudur.
“Karısını erkek sinekten kıskanmak” motifleri ile Muhammed’in kutsal “sineği”nin “cinsellik”le bağlantısına daha önce dikkat çekmiştik. Bütün bunları bilmeden ve bilince çıkarmadan, “Muhammed sineği” üzerine yazı yazmak, bu bakımdan da “bilim” olmuş olmaz!
 
 
---

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-7

25.9.2008
 
 
Eski toplumu derinlemesine tanımadan, o toplumların erken kuralları olarak şekillenmiş ilişki biçimlerinden günümüze ulaşırken iyice “ruhani” özellik kazanmış Museviliğe, Hıristiyanlığa ve  İslam’a karşı mücadele edilemez. Ya da “mücadele” adına son derece yüzeysel, hatalı motif ve gerekçeler kullanarak, düşük seviyede bir “tartışma” sürdürülebilir.
 
İlhan Arsel’in, Turan Dursun’un, Server Tanilli’nin, onların çok daha basit bir versiyonu olan Erdoğan Aydınların, Murat Belgelerin, konuya yaklaşım ve yansıtma biçimleri, böyle bir “ateist” mücadelenin tipik ve başarısız örneklerini oluşturuyor. Bu bakımdan sağlam bir ateizm anlayışı, ancak,  onların sistemli eleştirisiyle birlikte  yerleştirilebilir. 
 
Eski toplumun Mezopotamya’daki bölümüne ait kayıtlara adımımızı atar atmaz, “insan dünyası” ve “tanrı dünyası” kadar önemli olan bir başka alanla, “hayvan dünyası” ve “bitki ağaç dünyası” ile karşılaşırız. Bu, hiç de nedensiz  ve “cehalet” kaynaklı değildi.  Yetişkin insan ve çocuk kurbanıyla bunalan eski toplum, gerçek yamyamlık edimini toplumun dışına atmak için ve atarken, kendisine kurtarıcı olarak “hayvan” ve “bitki-ağaç” dünyasını seçmişti. Böylece, tamamen insan haliyle ve  insan olan eski toplumun  başlangıçtaki tanrıları, büyük bir hızla “hayvan tanrı” ve “bitki tanrı” haline ; ilgili topluluklar da “hayvan (insan)” ve “bitki (insan)” haline dönüşme yolunu,kendi varlıklarının bir kurtuluş yolu olarak seçmişlerdi. Yetişkin insan ve çocuk kurbanı yerine, Koyun, Koç veya Kuzu; İnek, Öküz veya Dana, dişi veya erkek Eşek ve sıpa; dişi veya erkek Köpek veya enik; dişi veya erkek Domuz ve yavrusu; erkek veya dişi Deve ve yavrusu; Aygır, kısrak ve tay;  Horoz, Tavuk ve Piliç; Tavşan, Kedi, Hindi, Ördek, Kaz, Güvercin, bu temel  nedenle, deyimsel ve uygulamalı olarak derin izler üzerinden günümüzde ulaşmışlardır.
 
Yamyamlığın aşılması sırasında, farklı toplum birimlerin ve farklı tanrıların bu süreç içinde hayvan’laşması veya bitki’leşmesi kavranılmadan, “Yıldız falı” denen şimdiki burçların, neden hayvan ve bitki sembollü oldukları da kavranılamaz. “Tavşan”, “domuz” veya “köpek”  yeme yasağı, bazı “anlaşılır” nedenlere bağlanırken, Musevilikte Deve yeme yasağının; Ahura Mazdacılıkta Sığır yeme yasağının; Sabiilikte Ceylan yeme yasağının vb.  nedenleri de ortaya konulamaz. Ya da tamamen günümüzün “mantıksal” temelinde,  yani uydurma gerekçelerle açıklanabilir.  Yapılanlar da, aslında, genel olarak  bundan başka bir şey değildir.
 
Eski  Mezopotamya toplulukları, eğer kendilerine “domuz”, “deve”, “eşek”, “at”, “köpek”, “horoz”  vb. yeme yasağı veya yeme gereğini formüle etmişler ise, sunu hayvan olarak bunları seçmişlerse, bu, onların ilgili totemlerle ilişki tarzından ötürü olmuştur. Kendisini “domuz” totemi ile tanımlayan bir topluluk, iç yamyamlığını engellerken, bu konuyu, “domuza dokunulması”nı, yenmesini,  hatta adının bile anılmasını yasaklama yoluyla; Domuz’u mekruh ve giderek “pis” olarak tanımlama yoluyla çözmeye çalışmış olmalıydı. “Pis”, Eski Ahit ve Avesta’da, “dokunulması yasak” anlamındaki “kirli” sözcüğünün bozulmasıyla oluşmuş olmalıdır. Kadının adet görmesinin bile “kirlenme” olarak nitelendiğini unutmamak gerekir. Dokunmak da  “kirlenme”ye yol açtığı için, onlara dokunulamazdı.
 
“Bitki-ağaç dünyası” bakımından da, eski toplumda benzer bir gelişme yaşandığı için, farklı topluluklar, kendileri için tamamen dini- kutsal bir edim olarak, “Marul”, Fasulye, Mercimek gibi  bazı ürünleri “yeme yasağı”nı, formüle edebilmişlerdi. Burada, eski topluma ait “cehalet” gerekçesi, sadece, “İslamiyet ve Bilim” diye kitap yazan Erdoğan Aydın gibi yazarlarımızın gerçek cehaletlerinin bir  açıklayamama özür ifadesidir. Çünkü, Hıristiyan ortodokslarının bir kısmı için ise, “Marul”, “Fasulye”, “Mercimek” veya “asma üzümü” yemek, tersine, zorunlu  bir dinsel edimdi ve bir topluluğun onları “yeme yasağı”, öteki bir topluluğun onları “yeme gereği” olarak birbirini tamamlıyordu. Burada ne “yeme yasağı”na sahip topluluğun, ve ne de “yeme ğereği” uygulayan topluluğun “cehaleti”nden bahsedebiliriz. Bir topluluğun “yasak” kapsamında gördüğü bir hayvan veya bitki-meyve türü, onlarda “iç yamyamlık” yasağına denk düşüyordu. Karşıt  başka bir topluluğun  “yeme gereği” ise, onların dış yamyamlık ilişki sürecinden arta kalmış bir edim olarak zorunluluğa tekabül ediyordu. Eski insan burada, “Mercimek” ürünü yoluyla  bir topluluğu; “Marul”  yoluyla  bir başka  topluluğu; “asma üzümü”  yoluyla  bir  diğerini ; “zeytin “ veya “hurma” ile bir  başka topluluğu eşitlemiş olduğu için, eski  yamyamlık dönemi ilişkilerini, böylece hayvan ve bitki-ürün totemler üzerinden yerine getirebiliyordu. Anlaşılmaktadır ki, ayinsel olarak yenilmesi gerekli veya dinsel olarak yenilmesi yasak hayvan ve bitkilerin arkasında, gerçek topluluklar ve onların yetişkin ve çocuk insanları bulunmaktaydı. Bu nedenle onlar, dinsel bir ayinin mutlak ve vazgeçilmez araçları  olarak  kavranılıyordu.
 
Eski Mezopotamya’daki farklı ön toplulukların bu temel diziliş ve ilişki düzenleri bir kez kavranılınca, bize sonra, “Adem oğlu”, “Kişi oğlu”, “Lulu”, “Avilu” vb. olarak ulaşacak olan  farklı “insan”ların her birisinin, bu erken totem kökenlerle de bağlarının kurulması için önümüze kapılar açılmış olur. Bu bakış açısına göre, tarihimizde, mutlaka “marul” sözcüğüyle eşitlenmiş bir topluluk; Fasulyeyle, Mercimekle, Domuz, At ve Eşekle, sığır- öküzle ve  Hurma ile vb. eşitlenmiş topluluklar olmuş olmak zorundadırlar. Bunları tarihsel bakımdan ve etimolojik olarak ortaya çıkarabilip, çıkaramayacağımızdan bağımsız bir önsel çıkarımdır bu.
 
Sabii’lerin veya bazı Assur topluluklarının “Yıldız inancı”na  bağlı olduğu ve doğal “yıldız-gezegen”lerden alındığı sanılan burçların,“yengeç insanı”nın , “akrep insanı”nın,  MÖ. 2000’li yıllarda var olan yazılı kayıtlarını tanıdığımız gibi, dikkatli ve sabırlı bir inceleme, bize, eğer o topluluklar, bir nedenle yok olmamış iseler, bu yönde kanıtların bulunabileceğini gösteriyor. İslami yazında “hala”mız olan “Hurma”nın, gerçekte, “Hurma salkımının hanımı” biçimindeki bir İştar  kavrayışına dayanmış olduğunu daha önce ortaya koymuştuk.

Dolayısıyla bu süreci bozulmuş tarzda anlatan Eski-Yeni Ahit’in, Balam’ın eşeği dile gelip “
insan gibi” konuşursa; eğer Süleyman, “kuş dili” biliyor ve “kuş”larla konuşabiliyorsa; bir kutsal ağaç veya bitki,  eğer dile gelip derdini “insan” diliyle  anlatabiliyorsa, bunlara, basitçe  “cehalet” etiketi takmak, ne yapalım ki, insanbilim bakımından sadece “cehalet”dir.
 
 
 
---

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-8

 
 
 
Dinsel inançların erken kökenleri söz konusu olduğunda, sanki, farklı dinler sadece birbirlerinden çalınmış bazı anlatımlara dayanıyormuş gibi, “İslam, Musevilik ve Hiristiyanlık…” denilerek bir genelleme yapılmasına karşı çıkıyoruz.

Anımsayacağımız gibi, bu tür hatalı genellemeleri yapan Erdoğan Aydın, Turan Dursun gibi yazarlarımıza, hatta sertçe, eleştirilerde bulunuyorum. Mesela Erdoğan Aydın, “Yaratılış” anlatımını kast ederek, “Bu rivayeti İ.S. 6 yüzyıl Arabistan koşullarında akılda kaldığı haliyle yineleyen Kuran…” (İslamiyet ve Bilim. S.89) derken aynı temelsiz, tahlil yoksunu, din’leri toplumsal temellerinden kopararak “Din hurafedir ve birbirinden çalma anlatımlardır” anlayışının yansıması olan sözleri bir kez daha yinelemiş olur.

Oysa, her eski dinsel anlatımda, “yaratılış” ayinleri farklı biçimlerde yaşanmıştı ve işte bu nedenle de farklı bir şekilde aktarılıyordu. Eski Ahit’te birden fazla “Yaratılış” anlatımının; Kuran’da ise birden çok “yaratılış maddesi” bulunuyor olmasının nedeni buydu. “Kutsal Kitap”ların “varlık”larının ,“Su”dan, “Toprak”tan, “ol sözü”nden, “kan pıhtısı”ndan, “çamur”dan ; “yumurta”dan vb. meydana gelmesinin nedeni, anlatıcı peygamberlerin mantıksızlıkları değil, kendilerinden önceki farklı toplulukların bu tür farklı yaratılış anlatımları bulunmasıydı. Onlar, değişik anlatım veya ilahilerin giderek kaynaşmış bu farklı “madde”lerine ister istemez kendi anlatımlarında yer vermek zorunda kalmışlardı.

Kaba bir karşılaştırmayla bile, “Deveyi haram” addeden Musevilik ile “deveyi en makbul kurban kabul eden İslam” arasında tek yönlü bir çalıntı, “anımsama” olduğu edebiyatının boşluğu görülebilir. Bu tür yaklaşımlar, Erdoğan Aydın türünde yazarlarımızın dinleri uydurmalar toplamı görmelerinden ve aslında dini edebiyatın kökenlerini tanımamalarından kaynaklanıyor.

Ben sadece böyle genellemelerden kaçınmak gerektiğini söylemekle yetinmiyor, örneğin “Hıristiyanlık” içinde bile farklı ön kültür kaynakları bulunduğunu; ateş arınmacısı kült ile su arınmacısı kült arasındaki ayrımların, bu kültlerin anlamı bilindikçe ortaya çıkarılabileceğini anlatıyorum.

Murat Belge, Yuhanna’nın “insan sevgisi”ni överken, aslında İncillerin her birinin içinde çok farklı ön topluluk kaynaklı motifler barındırdığından habersizdir. Fakat bunu saptayabilmesi için, bu tür motiflerin neler olduğunu; onların Akado-sammaru kaynaklarındaki varlıklarını tanıması gerekiyordu. Oysa Murat Belge, “eski doğu toplumları” deyince, en fazla “Mısır firavunlarını bilen” bir tarihçi olduğunu kendi yazılarında ortaya koyuyor zaten.

Hıristiyan dünyasına ait olarak, “Hamursuz ekmek” ile “Hamurlu ekmek” diye sunulan çelişmede de, eski “tahıl-bitki ürün sunum” ve “hayvan sunum” farkları olduğunu açıklamıştık. Doğal olarak bu ayrım, “ekmeğin” yani “yiyecek”in hamurlu veya hamursuz (etli) olmasına yol açıyordu. Eski toplumsal sunular ve dolayısıyla hayvan ve bitki totemler arasındaki farkı bilmeyenler için de, o kişiler “uzman” bile olsalar, bu tür ayrımlar “saçma”, “basit”, gülünecek düzeyde seviyesi düşük ayrımlar halinde görünürler. Oysa, eski ön topluluklar ve onların yapıları tanındıkça, bu tür ayrımların ne denli temelli olduğu da ortaya çıkacaktır. Fasulye veya Marul’u yemeyen bir dinsel inancın, domuz yemeyi günah addeden bir dinsel inanç kadar “mantıklı” ve “ciddi” olduğu görülecektir.

Deveyi yemeyi günah, Çekirge yemeyi sevap addeden Museviliğin bu davranışının gerisinde, hayvan olarak Deve, Domuz, Çekirge, Kuşlar değil bu totemlere sahip toplulukların insanları olduğu anlaşıldıkça, davranışın moral ve etik kökenleri ortaya çıkacak; böylece, “tavşan”la, “eşek”, Domuzla Deve, Sığırla Ceylan karşılaştırmasının yerini, genel olarak hayvan ve bitki totem ayrışması sisteminin incelenmesi alacaktır.

Demek ki, eski dinsel inançlar ve onları uygulayan ön topluluklar, gidilebilecek en eski dönemler bakımından tanındıkça, şimdi hepsi “Hıristiyanlık” içinde toplanmış bile olsalar, “Mercimek” veya Marul”u bazı ayinlerin zorunlu yiyeceği olarak kabul edip yiyen ile onu bazı dönemlerde ve-ya genel olarak yemeyi reddeden Hıristiyan mezheplerin, tarihlerinde “ortak rivayet”lerin olduğu kadar, ortak olmayan “rivayet!”lerinin de bulunduğu açıklığa kavuşur.

Bektaşilik ile Masonluğun, Musevilik ile Nusayrilerin , Sabiilik ile Şafiliğin, Şiilik ile Aleviliğin ortak yanlarının bulunması kadar, aralarındaki farklılıkları, eski dinleri ve onların bu tür erken temel ayrımlarını tanıdıkça ortaya çıkarabileceğiz.

Bizim bu yaklaşımımıza göre “ortak bir İslam” tanımlaması bile, sorunludur. Çünkü, “hak mezhep”leri tanıdıkça, aslında İslam’ın da farklı ön kaynaklara dayandığı; “İslam içinde”ki farklı abdest, farklı namaz ve farklı ibadet biçimlerinin sadece “mezhep önderleri”nin karizmatik etkilerine bağlı olamayacağını, şeyhlerin, halifelerin canları öyle istediği için ibadetlerin farklı tarzda formüle edilmemiş olacağını göreceğiz. Bu noktada bize yardımcı olacak olan, Akado-sammaru kaynaklarıdır ve bu nedenle de dikkatlerimizi, öncelikle erken kaynaklara yöneltiyoruz. Eğer yazılarımızda bazan genellemeler yapıyorsak, bu çerçevededir.

Yeri gelmişken söylemekte yarar var. Uzun yıllar önce okuduğum Cevat Şakir’in yöntemleri ile de, benim ortak bir yanım yoktur. Onlar B. Roussel’ci “aydınlanmacı”lardır ve din olgusuna Aristo’nun, eski Musa’ların bazılarının düşleri, hayalleri, uydurmaları gözüyle yaklaşırlar.

Eski toplumu ve eski topluma ilişkin davranış nedenlerini, ekonomik ilişkiler bazında ele alarak gerekçelendirmeye çalışmak, eski tarihi salt ekonomik kategorilerle yorumlayabileceğini sanan Marksist akımın da bir yanılgısıydı.

İnsanbilim alanında yaptığım çalışmalarda, ben, eski doğal toplumsal yapılanmaların kurallarını, en erken toplum birimlerin doğal yapılarında arıyorum; başka bir yerde değil!

Bu doğal yapılarda, örnek alındığı düşünülen “doğasal”, “tabiatsal” verileri, çok önemsemiyorum. Çünkü, diyelim ki, “9 gezegen” veya “7 yıldız” onların örgütlenmesinde belirleyici ön kaynaklar değildi. Maddeci görünümlü açıklama tarzına ilişkin bu tür “doğasal” motifler, birer kaynak değil, giderek, eski gerçek uygulamaların toplumsal yapı dışına itilme dönemindeki “davranış açıklayıcı” unsurlar olarak kullanılmaya başlanmıştı. Eski toplumda “Öküze tapınma”nın nedenini, “tarımcı topluluğunun sabanını öküz çektiği için, öküz de güçlü olduğu için …” biçiminde açıklamak, bu bakımdan, bir yanılgıdır ve bir başka hayvan türüne, mesela Kuzu’ya, Sıpa’ya, Börtü-Böcek’e, Ceylan’a, Köpek’e, Tavşan’a… tapınma gerekçesini açıklamaz. Fakat ne yapalım ki, güya ateist geçmiş akımların bu tür “akılcı gerekçeler” arama işlemi, her farklı hayvan ve her farklı ürün için farklı bir “akılcı” açıklama arayışı temelinde devam etmiştir.

Topluluklar, bir ötekinden farklı olan davranışlarının nedenlerini izah etmek zorunluluğuyla karşılaştıklarında, ya bu davranışlarını artık sürdüremiyor, veya gizlemek zorunda kalıyor veya dönüştürüyor veya bazı nedenler ileri sürüyorlar. İncelemelerimizde gördük ki, topluluklar Ceylan, Marul, Fasulye, Mercimek vb. yememek için bile “gerekçe” üretebilmektedirler. Tavşanı yememek için üretilmiş gerekçelere inanmak, domuzu yememek için üretilmiş gerekçelere inanmakla aynıdır. Bunu açıkça söylemek zorundayız. Burada hayırhahlık olamaz.

***

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik


Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-2

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-3

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-4

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-5


Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-6

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-7

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-8

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder