22 Eylül 2011 Perşembe

“Tanrı Kâinatı (Neden) 6 Günde Yarattı...”

Eğer, Turan Dursun, Erdoğan Aydın, Server Tanilli, İlhan Arsel gibi yazarlarımız,
eski dinsel metinleri Mezopotamya erken topluluklarının yaşam ve 
onu anlatan tarihleriyle bir parça bağ içinde 
ele alabilme yeteneği gösterebilmiş olsalardı, 
Eski Ahit’te, Tanrının  evreni niye ille de “6 gün” takvim değeri ile 
yaratmış olduğunun anlatılmış olabileceğini; 
aynı tanrı bir Tufan yaparken, neden  "Yarattığı insanlar”la  birlikte 
“hayvanları, sürüngenleri, kuşları  da Yeryüzü’nden silip atacağım” demiş 
olabileceğini bir parça sorgulayabilirlerdi.




“Kutsal kitap”lara göre, Yaratılış olarak  “var ediş” ve  Tufan (Kıyamet) olarak  “yok ediş”, sadece tanrısal bir şekilde söylenmiş  ‘var ol’ veya ‘yok ol’ sözcüklerinin anlık ürünü değildiler…

Dinsel anlatımlarda (ve eski Akado-Sammaru ilahilerinde) “Yaratılış” ve  “Tufan” (Kıyamet), tamamen takvimsel bir değer temelinde gerçekleşmekteydi.

Eski Ahit’te “Yaratılış”, “6 gece ve 6 gündüz” boyunca sürmüştü:
“Tanrı yapmakta olduğu  ('Yaratma') işini 7. gün bitirdi.
 O gün işi bırakıp dinlendi.
 Yedinci günü... Kutsal bir gün olarak ayırdı.” (Eski Ahit-Yaratılış)

Takvimsel değerler, sadece ‘Yaratılış’ta sırasında değil, “Kutsal Yok Ediş” (Tufan, Kıyamet) sırasında da kullanılmaktaydı.

"Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları
Yeryüzü’nden silip atacağım,
çünkü onları yarattığıma pişman oldum...” (Eski Ahit)
diyen Tanrı burada da; sadece “İnsanları değil, normal şartlarda “suçsuz” olması gereken “hayvanları, sürüngenleri ve kuşları” da  “Yeryüzü”nden yok etme isteği göstermiş ve  fakat bu isteğini de, basitçe söylenmiş bir  ‘yok ol’ sözüyle  yerine getirmeyi tercih etmemişti..

Tufan anlatımındaki Tanrı, “söz”ün anlık gücüne değil, inceden inceye düzenlenmiş ve  Sümer-Babil tabletlerine göre  “6 gündüz, 6 gece” süren ve bize ulaşan tanınmış varyantta, “su taşkını, sel” haliyle tanıdığımız bir   “Tufan”  düzenlemeyi  tercih etmişti.(1)

Tanrının, ‘yok ol veya var ol’ sözleri dışında, takvimsel  değerler temelinde gerçekleştirdiği bu “var ediş” veya “yok ediş”  anlatımları, doğal olarak, din bilginlerimizin ve inanç sahiplerinin ilgilerini çekmektedir. İnternette, Zaman gazetesinde rastladığım bir yazı, bir müminin safça sorulmuş sorusuna bağlı olarak, bu konuyu ele alıyordu:

“Soru: Kur’an-ı Kerim’de “Biz kâinatı altı günde yarattık” deniyor. Allah’ın bir günde yaratmaya gücü yetmiyor mu, diyorlar. Bunu nasıl izah edeceğiz? “

Yanıtlayıcı “din bilgini”mizin, basit ve doğal  bir  mantık yoluyla ulaşılan bu  soruya  verdiği  ‘ayrıntılı açıklamaları’nı, ilgilenen okura bırakalım. (2)

İnsanbilim bakımından Kutsal Kitaplar ve kutsal inançların kaynakları daima önem taşımıştır. Eski Akado-sammaru  toplumlarının  yapısını anlamaya çalışırken, Kutsal Kitap’lar, onların özellikle de başlangıç bölümleri,  irdelenmelidir. Çünkü Eski Ahit’in ( ve ona DA dayanan  Kuran’ın)  ‘Yaratılış’ ve “Yok Ediş”  anlatımları,  geride kalan birkaç bin yıl içinde değişmiş, bozulmuş ve giderek  soyutlanarak idealize edilmiş olsa da, “Sümer” adı verilen  uygarlığın  eski  tarih  anlatımlarına dayanmaktadır.

Bu  nedenle, “Sümer”  kayıtlarından ve erken ilahi parçalarından bağımsız olarak yorumlanacak, seremonisel bir “Yaratış” ve “Yok Ediş” anlatımları, böyle durumlarda hep tek ayak üzerinde  yürümek  zorunda  kalacaktır. Bunun karşılığında ise, “Kutsal Kitap”  anlatımlarının derinlemesine incelenmesi, “Sümer” kayıtlarının daha köklü anlaşılmasına da  hizmet edecektir.

Sümer söylenceleri”, “mitolojileri”, “hurafeleri” olarak nitelenen ve kutsal dinlere temel teşkil eden eski anlatımlar, başlangıçtaki halleri bakımından, eski toplumun en gerçek ilişki tanımlarını içeren ilahilere dayanmaktaydı. Sonradan tabletlere kaydedilen sözlü ilahi kaynaklarına  ‘hayal ürünü mitoloji’ vb. biçimindeki  yaklaşımlar, bu tür kayıtların eski toplumun  gerçek bir tarih iskeletine geçirilerek yorumlanmasını büyük ölçüde önlemiştir.

“Kutsal kitap”lar ve eski ilahilerde,  “40’lar”, “50’ler”, “70’ler”, “100’ler” biçimli kavramlara hep rastlıyoruz. Hesiod’un ‘Tanrıların Soy kütüğü’nde aktardığı “100 kollu” yaratıkların  bir ‘fantezi’, ‘hayal ürünü’, ‘mitolojik bir motif’  oldukları iddiası “yüz kollu” bir insanın olmadığı ve olamayacağı  gerçeğine dayanmaktaydı. Fakat bu kavramın, ‘yüz kolu olan bir insanı’ anlattığına nasıl hükmediyoruz?

Burada , “Yüz kollu yaratıklar” tanımının ancak “Yüz kolu olan bir yaratığı” tanımlayabileceğinden hareket edildiği; dolayısıyla ‘hayal ürünü’ diye inanılmaması önerilen bu kayıtların tanımlarına harfiyen inanılmış olduğu ortaya çıkıyor. Mesela Priamaos’un ‘sağ kolları’ olarak da değerlendirilen  “50 oğlu”nun kollarını topladığımızda, tam tamına “Yüz kol” ediyordu!

“50” rakamı ise, erken İlahilerde Enlil’in sembolü; “Ellil”in ifade ediliş biçimi olan bir “Elli” idi.

Gılgamış’ın yoldaşlarının toplamı “Elli” idi.

Şimdiki Bektaşiliğin “Kutsal Kırkları”, erken dönemde Enlil-Ellil inançlı topluluklarda “Kutsal 50’ler” şeklindeydi.

“İstanbul entelektüelleri”, günümüzde bile “Yüzler meclisi”, “binler meclisi” kurarken, bu çok eski “kutsal kırklardan,kutsal ellilerden,kutsal yetmişlerden”, “yetmiş iki buçuklu” jargonların takipçileri olduklarını bir an düşünme yetkinliği bile göstermişe benzemezler.

Hitit dönemimde bu, tıpkı Hint kastlarında olduğu gibi, “kutsal binler” şeklindeydi ve  eski tarihi “binbir gece masalları” düzeyinde bilen “İstanbul entelektüelleri”ni, bu nedenle ne kadar eleştirsek, az gelir!

Öte yandan, bir çok çalışmada ele aldığımız bu eski örgütlenme rakamlarının yanısıra, eski kayıtlarda yer alan bazı “temel kavramlar”ın da günümüzdeki anlamlarıyla ele alınmasının sakıncalarına durmadan   işaret ediyoruz.

Turan Dursun veya Erdoğan Aydın, “kutsal anlatımlar”da “dağ’ların yürümesi” kavramını alaya alıp orada durmakla yetinmeseydiler, “Dağ” kavramının “gezgin” ve “yerleşik” tapınak tanımları olarak kullanılmaya başlanmış olduğunu belki görebilirlerdi. Bu nedenle de Musa, “Yürüyün ey Dağlar!” dediğinde, “gezgin tanrı çadırı” anlamındaki bu “dağ”lar, kutsal çadırı taşımakla görevli dini şahısların omuzlarındaki sırıklar aracılığıyla, bir tahterevan, bir tabut gibi, “yürümeye” başlıyorlardı.

Eski temel kavramların yanısıra “karım-kız kardeşim” gibi sözcüklerin anlam eşitlenmesinin de, toplumun evlilik ve akrabalık düzeniyle çok yakından ilişkili olduğunu görmüş; İbrahim karısı Sara’ya “karım ve kızkardeşim” deyince, ondan mutlaka şimdiki “kızkardeş” tanımıyla anlatılmak isteneni kast etmeyebileceğini incelemiştik. (3)

Eski tablet kayıtlarında yer alan ve şimdiki okura garip gelen rakam, kavram veya değerlendirmeler, eski toplum birimlerin o sıradaki en gerçek ilişkilerinin, o döneme ait   içeriğiyle  kullanıldığında anlamlı olan kavram veya tanımlar aracılığıyla   oluşturulan  bir  tarih anlatım biçimine bağlı  idi. Bu noktalar ne denli vurgulansa, azdır.

Turuva keşfedilinceye değin, İlyada, en fazla, Homeros’un başarılı   kişisel bir ürünü olarak algılanıyordu. Kazıtlarla ortaya çıkarılan Sümer yerleşimleri de, eski tablet kayıtlarındaki ilahilerin, bu yerleşim birimlerinin kendi içlerinde ve karşılıklı olarak yaşanmış gerçek tarihin bir anlatım biçimi olduğunu  kabule zorluyor. Bu bakımdan, tabletlerde kullanılan, hiç olmazsa en temel kavramların eski içeriklerini ortaya çıkardığımız ölçüde, erken ilahilerin anlamları güncelleşecek; bu ilahilerde anlatıcılarımızın, yaşadıkları haliyle olguları anlatmış oldukları daha belirgin olarak ortaya çıkacaktır.

Eski ilahilerde ve şimdiki “Kutsal Kitap”larda ‘Gök’,  ‘Yer’, ‘Dağ’, ‘Koyun’, ‘Keçi’, ‘Yüz kollular’, ‘Tek gözlüler’, ‘Şeytan’;  ‘İnsan’, ‘Ateş’, ‘Su’, ‘Kısır’ gibi bazı temel kavramlar üzerinde bu nedenlerle duruyoruz. “Aydınlanma” döneminin düşünürleri de dahil, onlara dayanan bizim ateist çevremiz de, dinsel metinleri, kavramların o anki anlamları temelinde okumaktan öteye geçemedikleri için, onlarda sadece “uydurma”, “fantezi”, “masal”, “hurafe” bulmuşlardır. Kuşku yok ki, dinsel metinler bu noktalar bakımından hayli zengindir. Ama yine de, bilimsel yaklaşım, dinsel metinlerin, şimdi artık kayıtları ortaya çıkmış eski Mezopotamya tarihi, kültürü ve gerçek toplumlarının yaşam ilişkileriyle bağ içinde ele almayı gerektirirdi.

Eğer, Turan Dursun, Erdoğan Aydın, Server Tanilli, İlhan Arsel gibi yazarlarımız, eski dinsel metinleri Mezopotamya erken topluluklarının yaşam ve onu anlatan tarihleriyle bir parça bağ içinde ele alabilme yeteneği gösterebilmiş olsalardı, Eski Ahit’te, Tanrının  evreni niye ille de “6 gün” takvim değeri ile yaratmış olduğunun anlatılmış olabileceğini; aynı tanrı bir Tufan yaparken, neden  "Yarattığı insanlar”la  birlikte  “hayvanları, sürüngenleri, kuşları  da Yeryüzü’nden silip atacağım” demiş olabileceğini bir parça sorgulayabilirlerdi.

Bu kalıpsal deyimlerde Tanrı’nın neden ille de “Yeryüzü” vurgusu yaptığını bir parça düşünebilirler; Tanrı’nın, basit bir şekilde “onları yok edeceğim” demek yerine “Yeryüzü’nden silip atacağım” demiş olmasını üzerinde düşünme kapısını aralayabilirlerdi. Erdoğan Aydın’ların bu alandaki cehaleti, “Din” üzerine yazdığı yazılarda bol  bol “cehalet”  eleştirisi yapmakla, maalesef  ortadan kalkmış olmuyor.

Bu metinlerde, ve o dönemdeki tanrıların konuşmalarında, “Yer” ve “Gök” özel vurgularla kullanılmış ise, bunun nedeni,  o sözlerle onlar şimdiki anlamıyla  “Gök” ve şimdiki anlamıyla “Yeryüzü”nü anlatmak istedikleri için değildi.

“Yeryüzü-Toprak, Dünya” ve “Gök”, Mezopotamya’nın “Yukarı” (Kuzey) ve “Aşağı” (Güney) bölgelerindeki gerçek toplulukların  coğrafi düzeninin anlatım tarzıydı da, o dönemim tanrıları “Kuzey”in temsilcisi ise, Güney’deki topluluğu “Aşağılık” görüyor ve onlara “aşağılık insan” muamelesi yapıyordu.

“Yukarı”da olanlar ise “Yüce”, “Yüksek” varlıklar olarak kavranmaya başlanmış olmalıydı ve bunların kalıntıları bizlere “tanrı”lar  ve “tanrı oğulları” olarak  gelmiştir.

Sabii’lerin Kuzey yöne dönerek tapınmaları ; “ateşten yaratılmış Şeytan”, “Toprak”tan (aşağı’dan, Güney’den) yaratılmış Adem’i “aşağılık” görüp de  ona secde etmeyince, Tanrının bu “Yukarı”nın  Şeytan’ına, “ne o Yücelerden mi oldun?” diye azarlama kalıpsal kavramlarını kullanmasının vb., vb. nedenleri bunlardı.

Bizim dar kavrayışlı sığ ateist olan “din eleştirmenleri”miz, “yaratılış”  anlatımını incelerken, “neden ille de 6 gün” diye bir soruyu sorabilme basireti ve derinliği gösterebilselerdi, karşılarında olan anlatım tarzının, eski toplum birimler arasındaki ittifak ayinlerine ilişkin olabileceğini belki görebilirler ve farklı din ve mezheplerin kutsal günlerinin Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi veya Pazar olarak saptanmasının peygamberler arası rekabetten değil; o gün, diğer topluluklara insan kurban sunan toplum birimlerin iç ve dış yamyamlıktan uzaklaşma çabasının ve anlamının bulunduğunu belki fark edebilirlerdi.

Sığ bir pozitivizmi “ateizm” olarak satmaya çalışan bazı yazarlarımız, Tufan’da neden ille de  “hayvan, sürüngen ve kuşlar” da “cezalandırılmış” olabilir diye  bir soruyu kendilerine sorabilme yetkinliği ve cesareti gösterebilmiş olsalardı, doğrudan doğruya kendilerini, eski toplumda, hayvan ve bitki totem dönemi içinde bulabilirler; burada sözü edilen  “hayvan”, “sürüngen” ve “kuş”ların, şu anda bile fal-burçlarda, bayraklarda, değişik kurumsal flamalarda yer alan “hayvan”, “sürüngen” ve “kuş”lar olduğunu; bunların dinsel alanda hala kullanılıyor olduğunu;  hem eski tanrıların ve hem de eski toplumun o dönemlerde, “öküz”, “yılan”, “koyun”, “keçi”, “at”, “akbaba”, “kelaynak”, “kertenkele”,  “arı”, “ceylan”, “horoz”, “turna”, “ördek”, “kaz” …gibi  totem hayvanlarla temsil edilip adlandırıldığını belki fark edebilirlerdi.
(Bkz:
 Göbekli Tepe Bulguları )

Eski “Sümer” toplulukları, ötekilerle karşılaştırıldığında birer uygarlık abidesi olsalar da, yine de, 5–6 bin yıl önceki insan toplumunun bulunduğu  maddi  koşulların bir adım daha ilerisinde değillerdi. Yerleşik düzene henüz geçmekte olan, yarı-yamyam  bir topluluğa ait  göreceli bir uygarlık düzeyi, dönemin yaşamsal sorunlarının, yine göreceli bir  barışçılıkla ele alınmasıyla şekillenmeye ve belirmeye  başlıyordu. Böyle bir toplulukta, gelişigüzel yamyamlık ediminin; yılın, ayın, haftanın belli günleriyle sınırlanmış bir insan kurban töreni haline  dönüşmesi bile tek başına büyük  bir uygarlık adımıdır. Toplum birimlerin kendi içlerinde ve ötekileriyle ilişkilerinde, giderek kutsallaşacak ve sembolik kalıntıya  dönüştürülerek  toplum hayatından  fiilen  uzaklaştırılacak olan bu tür  uygulamalar, uygarlık sürecinin, bir yönüyle  kutsallık kavramının gelişimiyle atbaşı  gitmiş  olduğunu gösterir.

Ortaya çıkış gerekçeleri bakımından, “kutsal din”ler, bir hurafeler, uydurmalar manzumesi değil, eski toplumun bir uygarlık kategorisiydi.

Daha sonraki süreçlerde dinsel anlatımlarda ‘Yaratılış’  haline dönüşen görüngü, Sümer-Akkad toplulukları arasında  başlangıçtaki ittifak düzeninin ilahilerde anlatılan   tarihinden başka bir şey değildir.

Safa Kaçmaz
**********
(1) Aslında hem “Yaratılış” bir Tufan; hem de Tufan bir “Bayram”dır. Tufan olarak bildiğimiz olay, dinsel bir ritüeldir ve insan ve tanrı kurbanıyla da taçlanan bir ittifak edimidir. Katılımcıların durduğu yere göre, bir yamyamlık, ittifak bayramı, kurban sunucu topluluk bakımından “kıyamet”, “afet”, “kara-kış”, “salgın hastalık”, “yangın”, “sel” biçimlerinde tanınırsa; kendisine kurban sunulan toplum birim bakımından bu “tanrısal bayram”dır!

Değişik yanlar taşısa da, Eski Ahit aktarımındaki Tufan’ın da, takvimsel ölçüler içinde gerçekleştiğini ve son bulduğunu görüyoruz. (Bkz. TUFAN KAVRAMLARI)

(2)  Burada, Kutsal Kitap anlatımlarını tarihsel bir gelişme ürünü olarak ele alma geleneğinin yetersizliğini vurgulamalıyız. Din uzmanlarımız ve din araştırıcılarımız, Kuran’ın dayandığı, hiç olmazsa  “Tanrısal kitap” olarak kabul ettiği, Tevrat’a ve Tevrat’a kaynaklık eden Ortadoğu eski kutsal metin veya ilahilerine doğru ilgilerini genişletebildikleri ölçüde, kutsal kitaplara ilişkin ciddi yorumlar geliştirebilirler.

Başka türlü, Tanrı’nın ‘var ve yok ol’ sözünü kullanmak yerine, 6 gün 6 gece boyu var edip, 7. gün dinlenerek  “Yaratılış’ı; “40 gün suları yükseltip, 40 gün suları azaltarak” da  Tufan’ı gerçekleştirmiş olmasına ilişkin açıklamalar,  ilkokul yorumları ötesine geçemez.  

Zaman’da yazan “din bilgini”mizin ayrıntılı yanıtı  için:

( 3) Eski toplum birimlerin rakamsal temelde örgütlenme geleneğinin izlerini, ideal devlet arayışındaki   Aristo ve Platon  dönemi eserlerine  değin izleyebiliyoruz. Günümüzün ‘binler meclisi’  gösterisel kurumlarının gerçek tarihi de, eski Yunan site’lerinde 1000 rakamı etrafında sabit tutulmaya çalışılan  bir yurttaş düzenine;1000 sayısı ile sınırlı “Hint kastları”na bağlanır.

‘Tanrıların Soy kütüğü’nde geçen “100 kollu'lar tanımı, ’40 erkek’, ‘50 oğul’, ‘70 ermiş’...ifadeleriyle  rakamsal temelde düzenlenen eski toplulukların, bu ilahiyi anlatan toplum birimince değişik bir şekilde  bir ifade edilmesi  gibi görünüyor.

----------------

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder