Yiyecek ve cinsellik paylaşımının örgütlenmesi insanın topluluk biçiminde yaşayabilmesinin ilk önkoşulu olmuştur. Tahıl üretimini bile tanımayan eski toplum, avcılık ve toplayıcılık sonucu elde edilenleri paylaşmasını bilen bir toplumdu.
Eski toplum içinde bir tür yiyecek paylaşımının, hiç olmazsa erkek ve dişi cins arasında, birincilerin et, ikincilerin ot-kök yemeleri biçiminde gerçekleştiğine ilişkin tezler ve bulgular uzmanlarca çok önceden ileri sürülmüştü. ABD'li bayan Evelyn Reed'in yaygın bir gerçekliğe dayanarak yinelediği, eski toplumlarda kadın ve erkek sofra ayırımı olgusu doğru olmakla birlikte, bu ayırımda kadın cinsine yönelik genel bir et yeme yasağı bulunduğunu öne sürmesi yanlıştı. Eski insan toplumuna ilişkin genel olan yasa, toplum birimler içinde ve aralarında yiyecek ve dolayısıyla sofra ayırımının bulunuyor olmasıdır.
Bütün toplumlarda bulunan kutsal yiyecekler yasaktan doğar ve kendisini "helal" ile tamamlar. Bu bakımdan tarihteki bütün kutsallıkların öteki yüzünde yasak, yasakların bu yüzünde de kutsallık bulunur. Eski topluluklarda bazı yiyecekler bütünüyle yasak olmasına karşılık, yalnızca bazı hallerde, bazı gün veya aylarda yenilmeleri yasak olan yiyecekler olduğu gibi, kutsal ve dolayısıyla yasak olan yiyeceklerden bazılarının yılın belirli gün veya dönemlerinde yenilmesinin "güç" verdiğini ve yasağın geçici olarak kalktığını görüyoruz.
Oruç kurumu, İslam dışında,öteki dinlerde de olduğu gibi,üç büyük dinle ilişkisiz eski toplumların tümünde yasakların sembolikleşmesine bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Bir başka yönden, Homeros destanında, ölü yakınının, cenaze töreni sonuna değin, yeme, içme ve uyuma, hatta cinsel ilişki yasağına bağlı kaldığını görürüz. Patraklos'un yasının tutulduğu dönemde Aşil'in ulu anası tanrıça Thetis oğlunun yanına oturup, eliyle onu okşamış , diller dökmüştü : “Yavrum benim,demişti, ne zamana dek yiyeceksin içini,yemeyi içmeyi unutup,ağlaya sızlaya ? Bir kadınla sarmaş dolaş olmak iyi şey, neden bundan yoksun ediyorsun kendini ?”
Eski toplumlara doğru gidildikçe, yasak olarak oruçların arttığı da görülür.
http://
Bozulmuş anlam ve biçimler üzerinden, eski ilişkilerin görüntüsünü yeniden oluştururken, varolan haliyle bir kurumu almak, onu parçalara ayırmak, ilk biçimini, sonraki ekleme veya çıkarma öğelerini saptamak, değişim sürecini izlemek gerekir.
Toplumsal kurumların geçirdiği değişim sürecine ait bir örneği, oruç ibadeti ile ilgili olarak, Kuran'da buluyoruz. Muhammed orada söyle diyordu:
« Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı.... Allah (Ramazan gecelerinde hanımlarınıza yaklaşarak) kendinize zulmetmekte olduğunuzu bildi de tövbenizi kabul edip sizi affetti. Artık eşlerinize yaklaşın ve Allah'ın sizin için yazıp takdir etmiş olduğu şeyi arayın.»
Belirli
bir takvim çerçevesinde, bir takım yiyeceklerin yeme ve içiminin
yasaklanmasına , cinsel ilişki yasağı, saç-sakal kesim yasağı vb.
olarak, daha önce “Ölüm Kültü ve Yas Dönemi” yasakları arasında rastlamıştık.
Bu özellikleriyle 'oruç', sadece Müslümanlara değil, diğer iki din mensuplarına ve hatta bütün eski topluma ait bir kurumdur.
Oruç kurumunun temeli olarak “Nefis kontrolü”, “açın halinden anlama” vb. gibi gerekçeler, elbette, bizim tarihteki sosyal konuları açıklama tarzımıza ait değildir, çünkü eski toplumun davranışlarına yön verenler bu motifler değildi, olamazdı da. Bu tür açıklamaları, ‘Aydınlanmacılığıyla’ ve esrarsız-şarapsız bir Bektaşiliğin var olamayacağını bile görmeden, Haşhaşi dinsel topluluğuna Haşhaş içimini yakıştıramayan “din eleştiri”lerini ‘bilim’ diye hazırlayan ; “ oruç ayı ,nefsimizi de eğitme vesilesi diye bilinir” şeklinde İslama ‘yakınlaşan’ türde yazılar yazan bay Server Tanilli’ler yapsın. (“Hoş geldin, ey şehr-i ramazan)
Bu özellikleriyle 'oruç', sadece Müslümanlara değil, diğer iki din mensuplarına ve hatta bütün eski topluma ait bir kurumdur.
Oruç kurumunun temeli olarak “Nefis kontrolü”, “açın halinden anlama” vb. gibi gerekçeler, elbette, bizim tarihteki sosyal konuları açıklama tarzımıza ait değildir, çünkü eski toplumun davranışlarına yön verenler bu motifler değildi, olamazdı da. Bu tür açıklamaları, ‘Aydınlanmacılığıyla’ ve esrarsız-şarapsız bir Bektaşiliğin var olamayacağını bile görmeden, Haşhaşi dinsel topluluğuna Haşhaş içimini yakıştıramayan “din eleştiri”lerini ‘bilim’ diye hazırlayan ; “ oruç ayı ,nefsimizi de eğitme vesilesi diye bilinir” şeklinde İslama ‘yakınlaşan’ türde yazılar yazan bay Server Tanilli’ler yapsın. (“Hoş geldin, ey şehr-i ramazan)
Eski
Ahit'in 'yaratılışı’nda, “6 gün çalışan” ve ‘yaratma’ işiyle uğraşan
Tanrı, “7. günü”nü tamamen 'dinlenmeye' ayırmıştı. Evreni, Yer’leri,
Gökleri, Hayvanları, Yeşillik ve İnsan’ı yaratma gücü de olsa, demek
Tanrı yine de ‘dinlenme’ ihtiyacı duymuştu.
Tanrının ‘dinlenme’ye ihtiyacı olup olmadığı ayrı bir
husus…Fakat görmüştük ki,bu ‘dinlenme’ geleneğini İnsanoğlu da alıp,Cuma’yı İslam’da,Cumartesi’yi
Tanrının ‘dinlenme’ye ihtiyacı olup olmadığı ayrı bir
husus…Fakat görmüştük ki,bu ‘dinlenme’ geleneğini İnsanoğlu da alıp,Cuma’yı İslam’da,Cumartesi’yi
Musevilikte,Pazar’ı Hiristiyanlıkta uygulamakta
duraksamamıştır.
Gelgelelim, Musevi 'dinlenme' günü, aslında hiç de
dinlenme günü değildi: Tersine, Yememe, Ateş yakmama günü idi. Bu dinlenme gününde Museviler aç kalıyor ve sadece ağlıyorlar, ibadet ediyorlardı!
Öyle ki Musa’nın Tanrısı, 'Dinlenme gününde çalışanı öldürün!’ diye özel bir emir bile vermişti.
Doğal olarak bu 'çalışmama' günü, aslında 'yememe', Oruç günü, ayin yapma, ağlama, üzüntü günü idi.
Bu 'yememe' günü, İslamda Cuma, Musevilikte, Cumartesi, Hıristiyanlıkta Pazar olarak genelleşmiştir ama,eğer kaybolmamış olsa idi, haftanın 7 gününün, farklı toplum birimlerce, seçilmiş ‘dinlenme’ günlerine ait olacağını görebilecektik. Yine de Hiristiyanlığın bazı kolları içinde, Cuma, Cumartesi ve Pazar dışında farklı günlerine ait kutsiyet bulunduğunu ve o günlerde özellikle seçilmiş bazı yiyecekleri yememe yasakları kalıntıları bulunduğunu biliyoruz.
Demek ki, bu dinlenme günü, tanrısal yaratılışa katılan 7 farklı toplum birimin bulunduğu bir dönemden kalmaydı ve eski toplumun ‘yaratış’ları, toplum birimler arasında karşılıklı insan kurbanların yenilmesi töreniyle gerçekleştiği için, her gün bir toplum birim öteki topluluklara kendi insan kurbanlarını sunuyordu.
Buna karşılık o gün, kendi topluluğu için, kendi topluluk üyelerinin etinin yenmesini, kanının içilmesini yasaklıyordu. Hatta öteki toplum birimlerden aldığı kadınlarıyla bile cinsel ilişkiyi yasaklıyor, tam bir içe kapanma ve kurban verdiği üyeler için ağıt, af, diliyordu.
Eski toplumun, bu tür değerleri, genelleştiği ölçüde, belirli periyotlara bağlı olarak oruç kurumu sistemleşmeye başlamış görünüyor.
Bir aylık oruç, muhtemelen,12 toplum birimli topluluk
düzenlerinin, bunu, daha sonra musevi, alevi, isacı geleneklerde göreceğiz, bir kalıntısı olmalıdır. Çok somut olarak, Musacı Kudüs tapınak düzeninde, bu tapınağın yiyecek-içecek gereksiniminin, aylık devr-i daim düzeniyle çözüldüğünü biliyoruz. Her ay, bu tapınağın ihtiyacı bu “12 oğul” topluluktan birisi tarafından sağlanıyordu.
Anlıyoruz ki, bu bir aylık periyotta, oraya sunulan insan, çocuk kurbanları bu somut topluluk sağlıyordu. Bu topluluğun, o esnada tapınağa kurban sunan olması, sunulanı da doğal olarak kendisinin yememesi kuralına yol açmaktaydı. Şimdi bile, Türkiye'de "Kürt getirdiğinden yemez!" biçimli bir söz olduğunu biliyoruz. Bu topluluklar “getirdiklerinden yemeyen”ler idi. Bunun başka örneklerini, 'kutsal yaşam yiyecek-içeceği' ve 'ölüm içecek-yiyeceği' bağıntısında kısmen görmüştük.
İnsan kurban döneminden, Bitki-Hayvan toteme geçişle birlikte, yeme-içme yasağı, her topluluğu temsil eden hayvan-bitkilerin yenilme yasağı halini alarak devam etmiştir.
Gelgelelim, Musevi 'dinlenme' günü, aslında hiç de
dinlenme günü değildi: Tersine, Yememe, Ateş yakmama günü idi. Bu dinlenme gününde Museviler aç kalıyor ve sadece ağlıyorlar, ibadet ediyorlardı!
Öyle ki Musa’nın Tanrısı, 'Dinlenme gününde çalışanı öldürün!’ diye özel bir emir bile vermişti.
Doğal olarak bu 'çalışmama' günü, aslında 'yememe', Oruç günü, ayin yapma, ağlama, üzüntü günü idi.
Bu 'yememe' günü, İslamda Cuma, Musevilikte, Cumartesi, Hıristiyanlıkta Pazar olarak genelleşmiştir ama,eğer kaybolmamış olsa idi, haftanın 7 gününün, farklı toplum birimlerce, seçilmiş ‘dinlenme’ günlerine ait olacağını görebilecektik. Yine de Hiristiyanlığın bazı kolları içinde, Cuma, Cumartesi ve Pazar dışında farklı günlerine ait kutsiyet bulunduğunu ve o günlerde özellikle seçilmiş bazı yiyecekleri yememe yasakları kalıntıları bulunduğunu biliyoruz.
Demek ki, bu dinlenme günü, tanrısal yaratılışa katılan 7 farklı toplum birimin bulunduğu bir dönemden kalmaydı ve eski toplumun ‘yaratış’ları, toplum birimler arasında karşılıklı insan kurbanların yenilmesi töreniyle gerçekleştiği için, her gün bir toplum birim öteki topluluklara kendi insan kurbanlarını sunuyordu.
Buna karşılık o gün, kendi topluluğu için, kendi topluluk üyelerinin etinin yenmesini, kanının içilmesini yasaklıyordu. Hatta öteki toplum birimlerden aldığı kadınlarıyla bile cinsel ilişkiyi yasaklıyor, tam bir içe kapanma ve kurban verdiği üyeler için ağıt, af, diliyordu.
Eski toplumun, bu tür değerleri, genelleştiği ölçüde, belirli periyotlara bağlı olarak oruç kurumu sistemleşmeye başlamış görünüyor.
Bir aylık oruç, muhtemelen,12 toplum birimli topluluk
düzenlerinin, bunu, daha sonra musevi, alevi, isacı geleneklerde göreceğiz, bir kalıntısı olmalıdır. Çok somut olarak, Musacı Kudüs tapınak düzeninde, bu tapınağın yiyecek-içecek gereksiniminin, aylık devr-i daim düzeniyle çözüldüğünü biliyoruz. Her ay, bu tapınağın ihtiyacı bu “12 oğul” topluluktan birisi tarafından sağlanıyordu.
Anlıyoruz ki, bu bir aylık periyotta, oraya sunulan insan, çocuk kurbanları bu somut topluluk sağlıyordu. Bu topluluğun, o esnada tapınağa kurban sunan olması, sunulanı da doğal olarak kendisinin yememesi kuralına yol açmaktaydı. Şimdi bile, Türkiye'de "Kürt getirdiğinden yemez!" biçimli bir söz olduğunu biliyoruz. Bu topluluklar “getirdiklerinden yemeyen”ler idi. Bunun başka örneklerini, 'kutsal yaşam yiyecek-içeceği' ve 'ölüm içecek-yiyeceği' bağıntısında kısmen görmüştük.
İnsan kurban döneminden, Bitki-Hayvan toteme geçişle birlikte, yeme-içme yasağı, her topluluğu temsil eden hayvan-bitkilerin yenilme yasağı halini alarak devam etmiştir.
Bay
Hilmi Ömer, oruç kurumu, “vücutları mukaddes yemeğe hazırlamak için”
oluşmuş... şeklinde göstermekteydi. Bu tanımlama biçimi açıklanmaya
muhtaçtır.
Bay H. Ömer’in oruç kurumunu nasıl değerlendirdiğinden bağımsız olarak, bütün topluluklarda, değişik zamanlarda, bir veya birkaç şeyi yeme veya içme yasağı bulunduğunu biliyoruz. Kutsal dinlerin oruç’u, yeme, içme ve cinsel ilişki yasaklarının zamanla sembolik olarak belli dönemlerde toparlanmış olmasından başka bir şey değildir. Oruç, ‘diyet’ veya ‘vücut sağlığı’na bağlı olarak ortaya çıkmamıştır.
Bay H. Ömer’in oruç kurumunu nasıl değerlendirdiğinden bağımsız olarak, bütün topluluklarda, değişik zamanlarda, bir veya birkaç şeyi yeme veya içme yasağı bulunduğunu biliyoruz. Kutsal dinlerin oruç’u, yeme, içme ve cinsel ilişki yasaklarının zamanla sembolik olarak belli dönemlerde toparlanmış olmasından başka bir şey değildir. Oruç, ‘diyet’ veya ‘vücut sağlığı’na bağlı olarak ortaya çıkmamıştır.
Babil
döneminden kalma bir tablette, ayın 7'nci, 14'üncü, 2l'inci ve 28’inci
günleri Museviliğin Kutsal Cumartesi’sini andıran tarzda bir ‘kötü gün’
tanımlaması ve bu güne ilişkin kurallar aktarılmaktaydı:
“Halkın Ra-Ba’sı ‘Kötü Gün’de
Ateşte kızartılan et yemeyecek,
Elbisesini değiştirmeyecek,
Beyaz elbise giymeyecek,
Tanrıya adak sunmayacak,
Kıral atlı arabasına binmeyecek,
Bağırarak konuşmayacak,
Müneccim kutsal mekanda beddua etmeyecek.
Hekim hastasına el sürmeyecek.
Bir kötülük dilemek ve yapmak yasaktır.
Gece olunca, kıral, tanrılara, dilediği kadar adak-kurban sunacak.”
(P. E. DHORME . Choix de textes religieux Assyro-Babyloniens. 1906-Paris, Pages:380-381)
Babil dönemine ait bir başka tablette de şunlar yazılıydı:
“Šamaš’ın tapınağında;
Tanrı Šaggan’a koyun (eti) sunulmayacak.
Sin’in tapınağında;
Tanrı Harru’ya inek (eti) sunulmayacak.
Tanrıça Belet-šeri’ye kuş sunulmayacak.
Tanrıça Ereš-ki-gal’a kuş ve inek sunulmayacak.”
“Halkın Ra-Ba’sı ‘Kötü Gün’de
Ateşte kızartılan et yemeyecek,
Elbisesini değiştirmeyecek,
Beyaz elbise giymeyecek,
Tanrıya adak sunmayacak,
Kıral atlı arabasına binmeyecek,
Bağırarak konuşmayacak,
Müneccim kutsal mekanda beddua etmeyecek.
Hekim hastasına el sürmeyecek.
Bir kötülük dilemek ve yapmak yasaktır.
Gece olunca, kıral, tanrılara, dilediği kadar adak-kurban sunacak.”
(P. E. DHORME . Choix de textes religieux Assyro-Babyloniens. 1906-Paris, Pages:380-381)
Babil dönemine ait bir başka tablette de şunlar yazılıydı:
“Šamaš’ın tapınağında;
Tanrı Šaggan’a koyun (eti) sunulmayacak.
Sin’in tapınağında;
Tanrı Harru’ya inek (eti) sunulmayacak.
Tanrıça Belet-šeri’ye kuş sunulmayacak.
Tanrıça Ereš-ki-gal’a kuş ve inek sunulmayacak.”
Bundan sonra İsa, İblis tarafından denenmek üzere Ruh
aracılığıyla çöle götürüldü.
aracılığıyla çöle götürüldü.
İsa (orada) kırk gün kırk gece oruç
tuttuktan sonra acıktı.
(Matta. 1: 12-13; Luk. 4: 1-13)
Kuran’da, “ırmaktan su içmeme imtihanı”yla ilgili silik bir anlatım, ölülerin ve canlı kurbanların ırmaklara, kuyulara atıldığı daha eski bir döneme ait gibi görünüyor:
“Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca:
Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna, kim ondan içmezse bendendir, dedi.
İçlerinden pek azı müstesna hepsi ırmaktan içtiler.
Tâlût ve iman edenler beraberce ırmağı geçince:
‘Bugün bizim Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur’, dediler.
Allah'ın huzuruna varacaklarına inananlar: ‘Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’, dediler. ”(Bakara suresi)
Tanrılar birleşerek,
“E-kur’a saldırmaya cüret eden,
Enlil’e karşı gelen ”
Aggade kentini lanet’lerken şöyle de demişlerdi:
“Boğazlanan öküz yerine kadınların boğazlansın,
Kesilen koyun yerine çocukların kesilsin,
Yoksul, ‘değerli çocuğu’nu sularda boğsun!
(Sümerler,s.93)
**
Eski toplumun,« kutsal tabut, kutsal kazan ve kap-kacak takımı »na ve bunların eski toplumdaki fonksiyonlarına ilişkin bir ritüel anlatımına, farklı ‘Yaratılış’larla ilgili eski versiyonlardan birisinde de rastlıyoruz.
Bu ilahide, Kutsal Kazan’daki ‘kaynar su’ ile çok ilgili bir tanrı olduğunu gördüğümüz Enki, «Birinci ayın 7. ve(ya) 15. günü»nde, «Tanrı İgigi»ler arasından birisinin kurban edileceğini ve Tanrıça Belet-İli’nin de (Nintu’nun da) «kil »i
( ?toprak’ı) kurban edilen «Tanrı İgigi»nin « eti ve kanı ile yoğuracağını » anlatıyordu :
« Böylece,İnsan ile Tanrı’nın ittifaki kil’de (toprak’ta ?) oluşmuş » olacaktı.
Burada kullanılan « şekil verilmiş balçık » gibi motifsel kavramlara, Kuran’da da rastlamıştık.
Enki’nin bu açıklaması üzerine,törende hazır bulunan bütün Annunaki’ler,hep bir ağızdan,bu kararı onaylamışlar ve « evet /amin » diye bağırmışlardı.Bundan sonra,Tanrılar sofrası hazırlanmaya, davul’lar da çalmaya başlamıştı :
« Duyuldu davul sesleri,
Bir Ruh girdi (kurban edilecek) tanrı’nın şekline,
Haykırdı onun yaşam işaretini ,
İstiyordu ki,unutulmasın (anılarda)
kurban edilecek bu Tanrı !
Belet-İli karıştırıyordu kil’i( ?)
İttifak (akid) yapılsın,
İnsan ile Tanrı arasında diye.
Tükürdüler İgigi’ler bu kil’in üstüne
Büyük Tanrı’lar haline gelebilsinler diye »
Bu tür ilahilerde yer alan özel kavramları tek tek incelemek,eski toplumun gerçek ilişkilerinin tanınması yanında,onların kutsal kitaplardaki izlerinin takip edilmesi için de faydalı olacak ama biz şimdilik İgigi’lerin (bunlar ‘Kara’-‘Yer’le ilgili ‘hizmetkar tanrı’ özelliğindedirler ama,eğer İgigi okunma tarzı doğru ise,kavramın kelime anlamı ‘göz+siyah= Toprağın Gözü ?’ gibi görünüyor ; belki de sadece « Yer’in Elçileri,Kara Gözlemci, ‘kör göz’, ‘Gözü kara’, ‘Cahil’ .. » diye algılamak en doğrusu olabilir,bunlarda din kitaplarının Agog-Magog, Ecüc- Mecüc okumalarını da bulabiliyoruz) kendi aralarından birisi kurban edildiğinde, ‘kil’e tükürme («les Igigu…. crachèrent sur l'argile ») davranışlarına anlam bulmaya çalışmak gerekecektir.
İlahi anlatımında, İgigi’lerden birisi kurban edilmekte; Ateş-Güneş kült temsilcisi tanrılar olan Annunaki’ler bu töreni sevinçle karşılamaktaydılar. ‘Yer’den,‘Kara’lar arasından bir ‘İgügü tanrı’nın kutsal kazandaki parçaları olduğu anlaşılan ‘kil’e , eğer öteki İgigi’ler ‘tükürürlerse’,üst bir tanrı konuma geçeceklerdi.
Bu ritüelde, İgigi-Yecüc’ler, ‘kil’e, kilin olduğu kazana ‘tükürerek’, tanrı sofrasının yiyeceği haline gelen kendilerinden birinin etini, kendi et’lerini, yemeyi red etme davranışını anlatmış olmalılar. Belki, burada, tükürme davranışının temelinde, daha önceki biçimleriyle, eski iç yamyamlık kurallarına dayanarak « kendi kurbanının » etinden önce yeme ve sonra da bu davranıştan pişmanlığı, istiğfar’ı gösterme sembolizmini saptamak daha uygun olabilir. Çünkü, ‘tükürmek’ ve ‘istiğfar’, oldukça kutsi davranışlar olarak,günümüze değin ulaşan dinsel kategorilerdir.
Kurban edilmek üzere öldürülen erken dönemin kutsal varlıklarından Apsu’nun veya Kingu’nun (kıral?) kan ve et’inden, değişik bazı organlarından Tiamat tarafından bir çok ‘yaratılış’ın gerçekleştirildiği rituel anlatımlarında da ‘kil’ veya benzeri kavramlarla karşılaşıyoruz. Bu kavramlar, ‘toprak’, ‘alüviyon’, ‘balçık-kil’ vb. olarak tercüme edildikleri gibi, kömür tozu (poussier) veya toprak tozu, (poussière) vb. biçimlerde de tercüme edilmektedir. Bunlar, muhtemelen, ‘kazan dibi’ çökeltileriyle ve ‘kavurucu ateş’in artığı ‘kül’lerle ilgili olan kavramlardı. Eski toplum,her yanından irin,kan akan cadı’sının eline süpürge vermişse, herhalde, bir cadı’ya yaraşan en uygun işin,onun ‘yerleri süpürmesi’ olacağına hükmetmesinden değil, bu ‘cadı’ların, kurbanı yakan ateşin ve bizzat kurbanın artıklarının temizlenmesi gerçek işlemiyle ilgilerinden ötürü olmalıydı.
Buraya eklemek gerekir ki, bayağı anlamıyla ‘Tükürük’ eğer dinsel alanda bir uygulama, yasak veya gerek konusu olarak ele alınmış ise, Doğu nihilizminin düşünce tarzına aykırı olarak, orada ‘toplumların temiz-pis’ olma vasıflarını değil, eski toplumun kendi kurbanlarıyla olan bir ilişki biçiminin yansıtıcı davranışını keşfetmek gerekir.
Enuma Eliş’te de Marduk, öldürdüğü Tiamat’ın « tükürüğünü » alıyor,onlar ile bu kez « bulutları ? » yaratıyordu. Yezidiliğin ‘tükürük’ yasağında, sunulan kurbanı ‘reddetmemek’, kabul edip yemek davranışını, buna karşılık, kişiyi ‘istiğfar’a zorlayan ve bunu bir tapınım biçimi olarak ele alan dinlerde, sunulan kurbanı reddedip yememek,eğer yemişler ise, bundan vazgeçme tutumunu bulmak gerekecektir. Kutsal kişilerin salya-sümüklerine tapan ; yüzüne tükürülünce yenilmeyeceğini anlayarak tanrıya hamdeden ; yüzüne tüküren hocasında, şeyhinde ; Muhammed’in abdest suyu artığının içiminde, kurtuluş gören insanların dayandığı geleneklerin gerisinde, eski toplumun, böylesine etkili, insan-tanrı kurban eti,
kanı ve onu yeme ile yememe davranış
tepkilerinin sembolik anlatımları bulunur.
“E-kur’a saldırmaya cüret eden,
Enlil’e karşı gelen ”
Aggade kentini lanet’lerken şöyle de demişlerdi:
“Boğazlanan öküz yerine kadınların boğazlansın,
Kesilen koyun yerine çocukların kesilsin,
Yoksul, ‘değerli çocuğu’nu sularda boğsun!
(Sümerler,s.93)
**
Eski toplumun,« kutsal tabut, kutsal kazan ve kap-kacak takımı »na ve bunların eski toplumdaki fonksiyonlarına ilişkin bir ritüel anlatımına, farklı ‘Yaratılış’larla ilgili eski versiyonlardan birisinde de rastlıyoruz.
Bu ilahide, Kutsal Kazan’daki ‘kaynar su’ ile çok ilgili bir tanrı olduğunu gördüğümüz Enki, «Birinci ayın 7. ve(ya) 15. günü»nde, «Tanrı İgigi»ler arasından birisinin kurban edileceğini ve Tanrıça Belet-İli’nin de (Nintu’nun da) «kil »i
( ?toprak’ı) kurban edilen «Tanrı İgigi»nin « eti ve kanı ile yoğuracağını » anlatıyordu :
« Böylece,İnsan ile Tanrı’nın ittifaki kil’de (toprak’ta ?) oluşmuş » olacaktı.
Burada kullanılan « şekil verilmiş balçık » gibi motifsel kavramlara, Kuran’da da rastlamıştık.
Enki’nin bu açıklaması üzerine,törende hazır bulunan bütün Annunaki’ler,hep bir ağızdan,bu kararı onaylamışlar ve « evet /amin » diye bağırmışlardı.Bundan sonra,Tanrılar sofrası hazırlanmaya, davul’lar da çalmaya başlamıştı :
« Duyuldu davul sesleri,
Bir Ruh girdi (kurban edilecek) tanrı’nın şekline,
Haykırdı onun yaşam işaretini ,
İstiyordu ki,unutulmasın (anılarda)
kurban edilecek bu Tanrı !
Belet-İli karıştırıyordu kil’i( ?)
İttifak (akid) yapılsın,
İnsan ile Tanrı arasında diye.
Tükürdüler İgigi’ler bu kil’in üstüne
Büyük Tanrı’lar haline gelebilsinler diye »
Bu tür ilahilerde yer alan özel kavramları tek tek incelemek,eski toplumun gerçek ilişkilerinin tanınması yanında,onların kutsal kitaplardaki izlerinin takip edilmesi için de faydalı olacak ama biz şimdilik İgigi’lerin (bunlar ‘Kara’-‘Yer’le ilgili ‘hizmetkar tanrı’ özelliğindedirler ama,eğer İgigi okunma tarzı doğru ise,kavramın kelime anlamı ‘göz+siyah= Toprağın Gözü ?’ gibi görünüyor ; belki de sadece « Yer’in Elçileri,Kara Gözlemci, ‘kör göz’, ‘Gözü kara’, ‘Cahil’ .. » diye algılamak en doğrusu olabilir,bunlarda din kitaplarının Agog-Magog, Ecüc- Mecüc okumalarını da bulabiliyoruz) kendi aralarından birisi kurban edildiğinde, ‘kil’e tükürme («les Igigu…. crachèrent sur l'argile ») davranışlarına anlam bulmaya çalışmak gerekecektir.
İlahi anlatımında, İgigi’lerden birisi kurban edilmekte; Ateş-Güneş kült temsilcisi tanrılar olan Annunaki’ler bu töreni sevinçle karşılamaktaydılar. ‘Yer’den,‘Kara’lar arasından bir ‘İgügü tanrı’nın kutsal kazandaki parçaları olduğu anlaşılan ‘kil’e , eğer öteki İgigi’ler ‘tükürürlerse’,üst bir tanrı konuma geçeceklerdi.
Bu ritüelde, İgigi-Yecüc’ler, ‘kil’e, kilin olduğu kazana ‘tükürerek’, tanrı sofrasının yiyeceği haline gelen kendilerinden birinin etini, kendi et’lerini, yemeyi red etme davranışını anlatmış olmalılar. Belki, burada, tükürme davranışının temelinde, daha önceki biçimleriyle, eski iç yamyamlık kurallarına dayanarak « kendi kurbanının » etinden önce yeme ve sonra da bu davranıştan pişmanlığı, istiğfar’ı gösterme sembolizmini saptamak daha uygun olabilir. Çünkü, ‘tükürmek’ ve ‘istiğfar’, oldukça kutsi davranışlar olarak,günümüze değin ulaşan dinsel kategorilerdir.
Kurban edilmek üzere öldürülen erken dönemin kutsal varlıklarından Apsu’nun veya Kingu’nun (kıral?) kan ve et’inden, değişik bazı organlarından Tiamat tarafından bir çok ‘yaratılış’ın gerçekleştirildiği rituel anlatımlarında da ‘kil’ veya benzeri kavramlarla karşılaşıyoruz. Bu kavramlar, ‘toprak’, ‘alüviyon’, ‘balçık-kil’ vb. olarak tercüme edildikleri gibi, kömür tozu (poussier) veya toprak tozu, (poussière) vb. biçimlerde de tercüme edilmektedir. Bunlar, muhtemelen, ‘kazan dibi’ çökeltileriyle ve ‘kavurucu ateş’in artığı ‘kül’lerle ilgili olan kavramlardı. Eski toplum,her yanından irin,kan akan cadı’sının eline süpürge vermişse, herhalde, bir cadı’ya yaraşan en uygun işin,onun ‘yerleri süpürmesi’ olacağına hükmetmesinden değil, bu ‘cadı’ların, kurbanı yakan ateşin ve bizzat kurbanın artıklarının temizlenmesi gerçek işlemiyle ilgilerinden ötürü olmalıydı.
Buraya eklemek gerekir ki, bayağı anlamıyla ‘Tükürük’ eğer dinsel alanda bir uygulama, yasak veya gerek konusu olarak ele alınmış ise, Doğu nihilizminin düşünce tarzına aykırı olarak, orada ‘toplumların temiz-pis’ olma vasıflarını değil, eski toplumun kendi kurbanlarıyla olan bir ilişki biçiminin yansıtıcı davranışını keşfetmek gerekir.
Enuma Eliş’te de Marduk, öldürdüğü Tiamat’ın « tükürüğünü » alıyor,onlar ile bu kez « bulutları ? » yaratıyordu. Yezidiliğin ‘tükürük’ yasağında, sunulan kurbanı ‘reddetmemek’, kabul edip yemek davranışını, buna karşılık, kişiyi ‘istiğfar’a zorlayan ve bunu bir tapınım biçimi olarak ele alan dinlerde, sunulan kurbanı reddedip yememek,eğer yemişler ise, bundan vazgeçme tutumunu bulmak gerekecektir. Kutsal kişilerin salya-sümüklerine tapan ; yüzüne tükürülünce yenilmeyeceğini anlayarak tanrıya hamdeden ; yüzüne tüküren hocasında, şeyhinde ; Muhammed’in abdest suyu artığının içiminde, kurtuluş gören insanların dayandığı geleneklerin gerisinde, eski toplumun, böylesine etkili, insan-tanrı kurban eti,
Matem Orucu= Yas Ayı
"Şehrullahi'l-Muharrem" olarak bilinen bu ay aynı zamanda Alevilerin matem ayı olarak bilinir.
Bütün Aleviler için yas ayıdır. Aleviler, Muharrem ayında kimi yerlerde 10, kimi yerlerde de 12 gün oruç tutarlar. 10 Ekim 680'de Kerbela'da Yezit tarafından öldürülen İmam Hüseyin ve 71 kişi için tutulan oruç aslında bir yas ibadetidir ve İmam Hüseyin şahsında bütün mazlumlara adanır.
ORUÇ SÜRESİNCE NELER YAPILMAZ
-Su içilmez (Ancak hoşaf, ayran vb. sulu gıdalar alınabilir ama bardakla, tasla kafaya dikilerek içilmez, kaşık kullanılarak içilir.)
-Çamaşır yıkanmaz.
-Tıraş olunmaz.
-Sigara, içki içilmez.
-Hayvan kesilmez, et yenilmez.
-Soğan-sarımsak-yumurta yenilmez
-Ağaç kesilmez.
-Böcek öldürülmez.
-Kokulu maddeler koklanmaz.
-Cinsel ilişki olmaz. (Oruç açıldıktan sonra da)
-Süslenilmez.
-Aynaya bakılmaz.
-Türkü söylenmez.
-Oyun oynanmaz.
-Düğün olmaz.
-Cem yapılmaz. (Cemlerin 48 Perşembe yapılmasının nedeni de budur)
- Kimi yörelerde oruç tuz yalayarak açılır.
ÇAĞDAŞ YAŞAMDA DEĞİŞEN GELENEKLER
Geleneksel kesimde hala Muharrem ayına özgü uygulamalar olarak varlığını koruyan (banyo yapmama, tıraş olmama, aynaya bakmama, çamaşır yıkamama gibi) kimi pratiklerin çağdaş yaşam içerisindeki uygulama zorluğu nedeni ile uygulamadan kaldırıldığı görülmektedir.
SAHUR YAPILMAZ, İFTAR GÜNEŞE GÖRE AYARLANIR
Alevilerde sahur olmadığı gibi oruç açarken belirlenmiş bir iftar vakti de yoktur. Ne yenirse gece yarısından önce yenir. Saat gece yarısını geçince niyet edilir ve vücut mühürlenir. Aleviler oruç açarken top sesi, ezan sesi gibi işaretler beklemezler. Güneş batınca oruçlarını açarlar. Kallavi iftar sofraları kurulmaz. Sofrada basit yiyecekler olur.
"Şehrullahi'l-Muharrem" olarak bilinen bu ay aynı zamanda Alevilerin matem ayı olarak bilinir.
Bütün Aleviler için yas ayıdır. Aleviler, Muharrem ayında kimi yerlerde 10, kimi yerlerde de 12 gün oruç tutarlar. 10 Ekim 680'de Kerbela'da Yezit tarafından öldürülen İmam Hüseyin ve 71 kişi için tutulan oruç aslında bir yas ibadetidir ve İmam Hüseyin şahsında bütün mazlumlara adanır.
ORUÇ SÜRESİNCE NELER YAPILMAZ
-Su içilmez (Ancak hoşaf, ayran vb. sulu gıdalar alınabilir ama bardakla, tasla kafaya dikilerek içilmez, kaşık kullanılarak içilir.)
-Çamaşır yıkanmaz.
-Tıraş olunmaz.
-Sigara, içki içilmez.
-Hayvan kesilmez, et yenilmez.
-Soğan-sarımsak-yumurta yenilmez
-Ağaç kesilmez.
-Böcek öldürülmez.
-Kokulu maddeler koklanmaz.
-Cinsel ilişki olmaz. (Oruç açıldıktan sonra da)
-Süslenilmez.
-Aynaya bakılmaz.
-Türkü söylenmez.
-Oyun oynanmaz.
-Düğün olmaz.
-Cem yapılmaz. (Cemlerin 48 Perşembe yapılmasının nedeni de budur)
- Kimi yörelerde oruç tuz yalayarak açılır.
ÇAĞDAŞ YAŞAMDA DEĞİŞEN GELENEKLER
Geleneksel kesimde hala Muharrem ayına özgü uygulamalar olarak varlığını koruyan (banyo yapmama, tıraş olmama, aynaya bakmama, çamaşır yıkamama gibi) kimi pratiklerin çağdaş yaşam içerisindeki uygulama zorluğu nedeni ile uygulamadan kaldırıldığı görülmektedir.
SAHUR YAPILMAZ, İFTAR GÜNEŞE GÖRE AYARLANIR
Alevilerde sahur olmadığı gibi oruç açarken belirlenmiş bir iftar vakti de yoktur. Ne yenirse gece yarısından önce yenir. Saat gece yarısını geçince niyet edilir ve vücut mühürlenir. Aleviler oruç açarken top sesi, ezan sesi gibi işaretler beklemezler. Güneş batınca oruçlarını açarlar. Kallavi iftar sofraları kurulmaz. Sofrada basit yiyecekler olur.
Yahudilikte oruç
Ta'anit,Yom Kippur
Yom Kippur, (İbranicesi: יום הכיפורים Kefaret Günü), Yahudilikte Yahudi Takvimi'nin ilk ayı olan Tişri ayının 10. günü yaklaşık 26 saat boyunca tutulan büyük oruçtur.
Yahudiliğe göre bir insanın kaderi bir yıl önceki hâl ve hareketlerine göre yazılır. Bir yıl boyunca iyi ve hayırlı işler işleyen kişilerin kaderi bir yıl sonra için iyi yazılır.
Yahudi Yılbaşısı olan Roşaşana ile Yom Kippur arasındaki 10 gün boyunca bir vicdan muhasebesi yapılır ki buna İbranice teşuva (geriye dönme) denir. On gün boyunca, o yıl içinde yapılan tüm hatalı davranışlar gözden geçirilir insanlara karşı yapılan haksızlıklar için insanlardan özür dilenir ve helalleşilir. Yehova'ya (Tanrı) karşı işlenen suçlar için de tövbe edilir. 9. günün akşamı güneş batmadan bir saat önce oruca başlanır. 26 saat aralıksız sürecek olan oruç boyunca şunlar yasaktır:
Ta'anit,Yom Kippur
Yom Kippur, (İbranicesi: יום הכיפורים Kefaret Günü), Yahudilikte Yahudi Takvimi'nin ilk ayı olan Tişri ayının 10. günü yaklaşık 26 saat boyunca tutulan büyük oruçtur.
Yahudiliğe göre bir insanın kaderi bir yıl önceki hâl ve hareketlerine göre yazılır. Bir yıl boyunca iyi ve hayırlı işler işleyen kişilerin kaderi bir yıl sonra için iyi yazılır.
Yahudi Yılbaşısı olan Roşaşana ile Yom Kippur arasındaki 10 gün boyunca bir vicdan muhasebesi yapılır ki buna İbranice teşuva (geriye dönme) denir. On gün boyunca, o yıl içinde yapılan tüm hatalı davranışlar gözden geçirilir insanlara karşı yapılan haksızlıklar için insanlardan özür dilenir ve helalleşilir. Yehova'ya (Tanrı) karşı işlenen suçlar için de tövbe edilir. 9. günün akşamı güneş batmadan bir saat önce oruca başlanır. 26 saat aralıksız sürecek olan oruç boyunca şunlar yasaktır:
Hiç bir kaynak belirtmeden ("Eski topluluklarda bazı yiyecekler bütünüyle yasak olmasına karşılık, yalnızca bazı hallerde, bazı gün veya aylarda yenilmeleri yasak olan yiyecekler olduğu gibi, kutsal ve dolayısıyla yasak olan yiyeceklerden bazılarının yılın belirli gün veya dönemlerinde yenilmesinin "güç" verdiğini ve yasağın geçici olarak kalktığını görüyoruz") gibi cümleleri nasıl kurabiliyorsunuz ? Yanlıştır demiyorum ama bu konuda illaki yapılmış bir araştırma vardır, onları bulup kaynak olarak göstermedikten sonra bu yazının fetvadan bir farkı kalmıyor...
YanıtlaSilİlginize teşekkür ederiz.
YanıtlaSilFark edileceği gibi, bu yazı,önceki yazılardan alınmış bölümlerle oluşturulan bir tür derleme.Yazı altında "kaynakça" konmadığı doğru ama yazı içinde "kaynaklar"dan bahsediliyor.
Yazımızda da adından bahsettiğimiz Hilmi Ömer'in geniş derlemesine bakılabilir:
http://bilimselateistler.blogspot.com.tr/2018/01/dinler-tarihcisi-hilmi-omer-budda.html
Oncelikle bir onceki yorumumun dili icin ozur dilerim (baska bir seye dellenip buraya kusmusum sanirim). Neyse, tabii ki cumle icinde bahsi gecen kaynaklar var ama bilimsel alintinin bu sekilde yapilmadigini biliyorsunuzdur...
Sil"Kaynakça" kullanımı bakımından bir eksikliğe dikkat çektiğinizi düşünüyor ve hak veriyoruz.
YanıtlaSilBizim çalışmalarımız, akademik amaçlı ve akademik kapsamda ortaya çıkmadığı için bu yönde bir eksikliği taşımaktadır. Eğer uygun koşullar oluşur da, kitaplaşabilirlerse, o aşamada "kaynakça"ların ve "bilimsel alıntı"nın gereklerine daha çok özen göstermek gerekecektir.
Uyarınız için teşekkürler; ilginizin devam etmesi dileğiyle.
Bence birligin adi geregi "bilimsel alıntı"nın gereklerine daha çok özen göstermeniz hali hazirda gerekiyor. Basarilarinizin devamini dilerim. Iyi calismalar.
Sil