Ertuğrul Kürkçü:
"Onlar kimseye dinlerini, benimsetmeye çalışmaz, biz de onları dininden kurtarmaya çalışmazsak, pekala aramızda emek eksenli bir ortaklık olabilir."
İslamistlerle Ortaklık Kuralına Bakın, Teorisyenlik Görün!
"Onlar ("İslam inancı içerisinde yoksul hakkı peşinde koşan kesimler" kim ise onlar) kimseye dinlerini, benimsetmeye çalışmaz, biz de onları dininden kurtarmaya çalışmazsak, pekala aramızda emek eksenli bir ortaklık olabilir." (Gazeteler)
Bu Kişinin Bir Cümlelik Söylemindeki Temel Hatalara Bakalım:
1) Bir kere "Allah!a Çağrı" yapmak İslam'da her Müslüman'ın temel görevidir. 5 Vakit'lik ezan'da her gün 5 kere bu yapılır.
E.Kürkçü'nün masa altından el uzatmaya çalıştığı İhsan Eliaçık da, bu konuda gayet net olarak şöyle diyor:
"Kur‟an‟ı okuyan birisinin cihadcı ve fetihçi bir ruhla donanmaması mümkün değildir. Kitabı okuyan bir Müslüman‟ın çevresini değiştirmek için çaba içine girmemesi, üç kişi olunca içlerinden birisini emir (sorumlu) seçerek örgütlenmeye çalışmaması mümkün değildir."
Demek ki, Kürkçü, elinde fazla bulunan kürkleriyle İslam'ı sarıp gizlemeye; onda olmayan bir özelliği var olabilirmiş gibi göstermeye çalışma kurnazlığına başvurmaktadır.
2) Kürkçü, İslamistlere asla yapamayacakları bir görevi verdiği gibi, eksik kalmasın diye, "bize de" bir görev verip, "biz de onları dininden kurtarmaya çalışmazsak..." diye ekliyor.
a) "Onları dininden kurtarmaya çalışmasak"ın bir yanı, "biz"lere İslam karşıtı ateist propaganda yapma yasağı getirmektir.
b) "Onları dininden kurtarmaya çalışmasak"ın ikinci yanı da, "onlara" "müslüman olarak kalacaksınız" güvencesi vermeye kalkışmaktır.
İslam'ı Bilmeden Havaya Konuşan Kürkçü:
E. Kürkçü: "Tabi çok doğru, İslam inancı içerisinde yoksul hakkı peşinde koşan kesimlerle ortaklık kurmamız mümkündür. Çünkü Türkiye bir yandan da çok inançlı bir toplum. Bu açıdan benim hiçbir ön yargım yok. Onlar kimseye dinlerini, benimsetmeye çalışmaz, biz de onları dininden kurtarmaya çalışmazsak, pekala aramızda emek eksenli bir ortaklık olabilir." (Gazeteler)
Antikapitalist Müslümanlar ile ittifakı dillendirdiği bu röportajında E. Kürkçü, artık İslami jargonla konuşmaya başlamasının tesadüfi olmadığını; konunun "bir laf" konusundan daha ötede olduğunu ortaya koyuyor.
Gelgelelim, bir İslamistin kendi dinini başkasına benimsetmeye çalışmayacağını düşünmek; yüzde 99.9'unun Müslüman olduğu söylenen İslam ülkesinde günde 5 vakit ezanın sesini duymadan yorum yapmaya kalkmak, tam bir cehalettir. E. Kürkçü, İslam dininden çıkanı öldürmeyi; kendi dinine bir kişi kazanmayı cennet'ten tapu almakla eşitlemeyi savunan bir İslam'ın savunucusunun kendi dinini başkasına benimsetmeye çalışmayacağını düşünerek "ittifak" koşulu oluşturmayı deniyor.
İslamist şeriatçı İ.Eliaçık grubuna yönelik bu çağrının öteki koşulunu da, E.Kürkçü, " biz de onları dininden kurtarmaya çalışmazsak..." diye formüle ediyor. Bunun açılımı, "İslam karşıtı ateist propaganda yapmayacağız" demektir.
Taksim-Gezi'de, "antikapitalist müslüman"ların ilk yaptığı işler Taksim'de Kandil Mevlüdü okumak; Cuma Namazı kılmak ve kıldırmak ve islami İftarı açma eylemi olmuştur. Bunların toplumu islamlaştırma amacı güdemeyeceğini Kürkçü türü kişiler ileri sürsünler; ama biz de, "Allah'a çağrı"nın İslam'ın ilk'i olduğunu açıklayarak, bu sinsi-saklı İslamizm yardakçılığını açığa vurmaya devam edeceğiz.
Biz elbette,Tilki Vali'nin tutumlarına, polisin saldırılarına karşıyız ama...
Aynı zamanda, bu tür "samanlıkta saklanma kahramanlarının" güya "sosyalist" polemiklerinin düzeyi karşısında da "pes" diyoruz.
Bunların "Sosyalist" polemiğinin belkemiğini önce "Kürt-Türk" etnik ayrımcılığı oluşturuyordu; şimdi de , öteki "nurcu sosyalist" partidaşı S.S. Önder ile birlikte "din, iman, vicdan, Kuran" edebiyatı oluşturmaya başlamış gibi...
Zaten, bu "Antikapitalist Müslümanlar"ın pankartında yazılı olan talepler sırasıyla "Allah-Ekmek-Özgürlük"tür!
"Önce Allah" diyen bir zihniyetin "Özgürlük" istemi,ancak Allah'ın boş bıraktığı alanlarla sınırlı olabilir ki,aslına bakılırsa, Allah Müslümanlara tek bir boş alan bile bırakmış değildir. Öyle ki, yatsı namazından gelmiş müslüman, tuvalette nasıl işeyeceğini bile Allah kuralıyla yerine getirip karısıyla cima edecek olsa, orada bile "bismillah"lı bir prosedürle karşılaşır. (Gerçi bu noktalarda Musevilikte de benzer sıkı kurallar var gibi...) Ardından yıkanma ve uyku ardından abdest+sabah namazı!
İslam'da kişisel özgürlük alanı diye temel bir şey yoktur aslında...
E.Kürkçü'nün "antikapitalist müslümanları"nın "anti kapitalistliği" de aslında kapitalizmden "ekmek" talep etmekle sınırlı " güya anti kapitalizm" gibi görünüyor.
***
Ertuğrul Kürkçü İle Röportaj:
Şimdi Türkiye solu, Kürtlerle ilişkilerini belirlerken kendisini yeniden gözden geçirebiliyor, bu çerçevede özeleştiri veriyor ve ortaklık kurabiliyor. İnançlar bazında ise Alevilerle ilişki kurarken bu çok kolay oluyor, hatta Türkiye solunun Alevilik ile neredeyse bir organik bağı var bile denilebilir. Ama Türkiye ve Ortadoğu'nun diğer bir gerçeği de İslam veya diğer dini inançlardır. Türkiye'nin de büyük bölümü Müslüman. Bu coğrafyada iddia sahibi olan solcu hareketlerin dine yaklaşımlarındaki "muhafazakar bakışı" artık değiştirmesi, yeni bir yorum getirmesi gerekmiyor mu?Ben Türkiye'de esasen egemen bakışın, pozitivist olduğunu söyleyebilirim. Aslında Marks'ın dine bakış için geliştirdiği metodolojinin ne yazık ki Türkiye sosyalizminde tam olarak içirilmediğini, pozitivist bir yaklaşımın, yani insanları dininden kurtarma eğiliminin içten içe Türkiye'de yaygın olduğunu düşünüyorum. Bu tam olarak böyle olmasa da bir mesafe yaratıyor. Bu mesafenin aşılması şart.
Çünkü insanların öte dünyaya olan inançları, bununla ilgili olarak geliştirdikleri kültür bir şeydir, onların emekçi olarak hakları ve talepleri başka bir şey. Ben şöyle derim: dünya görüşü olarak hepsi benim karşımda yer alsa da ben işçilere hizmet etmeye mecburum. Dolayısıyla onlara gidecek yolu bulmak benim görevim, onların değil. Bu açıdan baktığımız zaman, pekala İslami inancın içerisinde bir çok eşitlikçi talebi görmemiz mümkündür, bunlar üzerinde çalışmak pekala mümkündür, dolayısıyla inançları yüzünden ya da inançları dolayısıyla kitlelerle yakın ya da uzak olmak bence bir devrimci için kabul edilecek bir şey değildi. Sınıfsal konumları bakımından insanlara uzak ya da yakın olmak sözkonusudur.
Ben doğrusu Müslüman emekçiyi, laik bir faşiste tercih ederim. Böyle bir şey olamaz. O açıdan baktığımda bizim Müslüman emekçilerin yanlarında olmamız ve böyle bir dili kurmamız gerekir. Kürdistan özgürlük mücadelesi bu konuda çok deneyim kazandı, bizim bu deneylerden istifade etmemiz lazım.
GÜLEN CEMAATİ İLE BİR ORTAKLIK ARAYIŞI OLAMAZ
Bu durumda solun, dinin hangi yorumu ile bir ortaklığı söz konusu olabilir?
Burada bir ayrım yapmamız lazım. Şimdi Müslüman inancı ile siyasi İslam aynı değil. Mısır'da Müslüman Kardeşler iktidara geldi, Mübarek'i aratıyorlar. Aslında Mübarek'in mekanizmasını olduğu gibi devraldılar. Ama Tahrir meydanında bir araya gelenler arasında Müslümanlar, Kıptiler, laikler, kadınlar, erkekler hepsi vardı. Ama şimdi baktığımızda Müslüman Kardeşler'in siyaseti ile sokaktaki yoksul Müslüman arasında derin bir uçurum var. Dolayısıyla ben Türkiye'de kendisini anti-kapitalist Müslümanlar olarak duyuran eğilimi, böyle bir uç olarak görüyorum. İslam'ı yoksulların haykırışı olarak düşünmeye ve bunun etrafında bir kurgu yapmaya çalışan bir topluluk olarak değerlendiriyorum. Tabi bunlarla bir ortaklık aramamız lazım. Ama ben Fethullah Gülen Cemaati ile bizim aramızda herhangi bir ortaklık arayışı olabileceğini düşünmüyorum.
İşte ben mustazafın, yani yoksulların ve ezilenlerin en altında yaşayanların bize daha yakın olduklarını düşünüyorum. Tabi bu isim Kürdistan'da tüketildi. Yani Hizbullah kendisinin mustazaf olarak gösterdi ama ben küçük harfle mustazaf diyorum. Yani proloteryanın altında itilmiş, kakılmışlar dünyası. Onların itirazları bizim için çok önemli. Tabi burada da El Kaide'ye doğru açılan bir başka kapı var. Bu El Kaide kapısı da bence bizim için kapalı. Çünkü El Kaide bu dünyayı değiştirmek değil, bu dünyayı ortadan kaldırarak herkesi birden öbür dünyaya götürmek istiyor. Biz bu dünyada bir çözüm arıyoruz. Öte dünya meselesi herkesin kendi inancına kalmış.
EMEK EKSENLİ BİR ORTAKLIK OLABİLİR
Şu açıdan söylüyorum; çünkü laikliğin de, sosyalizmin de farklı yorumları var, ki laiklik dar anlamı ile İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile de çelişiyor. (18. Madde: Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır; bu hak din ya da inanç değiştirme; dinini ya da inancını tek başına ya da topluca, açık ya da özel olarak öğretim, uygulama, tapınma ve anma bağlamında açığa vurma özgürlüğünü içerir)
Tabi çok doğru, İslam inancı içerisinde yoksul hakkı peşinde koşan kesimlerle ortaklık kurmamız mümkündür. Çünkü Türkiye bir yandan da çok inançlı bir toplum. Bu açıdan benim hiçbir ön yargım yok. Onlar kimseye dinlerini, benimsetmeye çalışmaz, biz de onları dininden kurtarmaya çalışmazsak, pekala aramızda emek eksenli bir ortaklık olabilir.
Özgürlük mücadelesi çok başarılı bir sınav verdi bu konuda. Yani düşünün, çok kolay bir şey değildir, insanları "hadi camiden çıkıyoruz, sokakta namaz kılıyoruz" demeye teşvik etmek. Ama insanlar bunu takip ettiler. Çünkü yerinde ve zamanında bir hamleydi. Ama bunun için tabi camiye gitmeniz lazım. Camiye gitmezseniz ya da camiye gidenlerle aranızda bir irtibat olmazsa kimseyi camiden çıkartamazsınız, öyle değil mi?
KARL MARKS'IN DİN İÇİN SÖYLEDİKLERİ YENİDEN OKUNMALI
Avrupa'da da sol kendi örgütlenmesini temel olarak sendikalı işçi ve ekonomi endeksli olarak yürütüyor. Toplumun diğer kategorilerine inemiyor. Fabrikanın olmadığı köye indiğinde tıkanıyor, anlatamıyor, ya da Kilise'ye bağlı insanlara ya gitme gereği duymuyor ya da onlarla bir iletişim kanalı oluşturamıyor. Sorun nereden kaynaklı?
Şimdi işçi üzerine kurmanın bir sakıncası yok. Çünkü şu anda kapitalizmin yeni işleyişi, işi artık fabrikada toplamıyor, işi her tarafa dağıtıyor, işi evin içine sokuyor, işi sokağa taşıyor, parçalıyor. Bütün bu parçalılık içerisinde aslında herkes işçi. Dolayısıyla kafayı sadece işçiye ve ekonomiye takan aslına aslında işçiye yaklaşmıyor demektir. Çünkü işçi aynı zamanda kadın, işçi aynı zamanda işte Protestan veya Alevi, işçi aynı zamanda gay, lezbiyen veya heteroseksüel. Dolayısıyla cinsel kimlikler, vicdani kimlikler, sosyal kimlikler arasında dağılmış ve tek bir yerde çalışmayan bir işçi topluluğu var. Bunlara ancak yurttaşların tamamının ilgisi üzerinden seslenebilirsin. Lenin'in de söylediği buydu aslında: "Siyasetten konuşacaksın."
Şimdi bu siyaseti konuşmadığın zaman, iktisatçı, sendikacı gibi sürece yaklaştığın zaman, işçilerin sadece bir kesimi ile ve düzen içi bir ilişki kurabilirsin. Dolayısıyla ben Marks'ın din üzerine söylediği söylediklerinin şimdi yeniden okunmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Marks tam olarak şöyle demişti: "İşçiyi yada yoksulu dine çeken şey, kapitalizmin insanı içine attığı hiçliktir."
İŞÇİ İLE ARASINA MESAFE KOYAN SOSYALİZM İÇİN ÇALIŞMIYOR DEMEKTİR
Ama biz işçinin orada kendisini kaybetmesini değil, kendi bilincini kazanmasını isteriz. Dolayısıyla biz oraya gitmiş olan işçinin kendi bilincini kazanması için, onun kapitalizmin altında debelenmesini değil, kapitalizme karşı bir mücadele sürdürmesini sağlamamız lazım. Onun olduğu yere gitmemiz lazım, onunla buluşmamız lazım, onunla aramıza mesafe koyamayız. İşçi ile arasına mesafe koyan sosyalizm için çalışmıyor demektir, bu kadar basit. (Maxime Azadi-anf)
Şimdi Türkiye solu, Kürtlerle ilişkilerini belirlerken kendisini yeniden gözden geçirebiliyor, bu çerçevede özeleştiri veriyor ve ortaklık kurabiliyor. İnançlar bazında ise Alevilerle ilişki kurarken bu çok kolay oluyor, hatta Türkiye solunun Alevilik ile neredeyse bir organik bağı var bile denilebilir. Ama Türkiye ve Ortadoğu'nun diğer bir gerçeği de İslam veya diğer dini inançlardır. Türkiye'nin de büyük bölümü Müslüman. Bu coğrafyada iddia sahibi olan solcu hareketlerin dine yaklaşımlarındaki "muhafazakar bakışı" artık değiştirmesi, yeni bir yorum getirmesi gerekmiyor mu?Ben Türkiye'de esasen egemen bakışın, pozitivist olduğunu söyleyebilirim. Aslında Marks'ın dine bakış için geliştirdiği metodolojinin ne yazık ki Türkiye sosyalizminde tam olarak içirilmediğini, pozitivist bir yaklaşımın, yani insanları dininden kurtarma eğiliminin içten içe Türkiye'de yaygın olduğunu düşünüyorum. Bu tam olarak böyle olmasa da bir mesafe yaratıyor. Bu mesafenin aşılması şart.
Çünkü insanların öte dünyaya olan inançları, bununla ilgili olarak geliştirdikleri kültür bir şeydir, onların emekçi olarak hakları ve talepleri başka bir şey. Ben şöyle derim: dünya görüşü olarak hepsi benim karşımda yer alsa da ben işçilere hizmet etmeye mecburum. Dolayısıyla onlara gidecek yolu bulmak benim görevim, onların değil. Bu açıdan baktığımız zaman, pekala İslami inancın içerisinde bir çok eşitlikçi talebi görmemiz mümkündür, bunlar üzerinde çalışmak pekala mümkündür, dolayısıyla inançları yüzünden ya da inançları dolayısıyla kitlelerle yakın ya da uzak olmak bence bir devrimci için kabul edilecek bir şey değildi. Sınıfsal konumları bakımından insanlara uzak ya da yakın olmak sözkonusudur.
Ben doğrusu Müslüman emekçiyi, laik bir faşiste tercih ederim. Böyle bir şey olamaz. O açıdan baktığımda bizim Müslüman emekçilerin yanlarında olmamız ve böyle bir dili kurmamız gerekir. Kürdistan özgürlük mücadelesi bu konuda çok deneyim kazandı, bizim bu deneylerden istifade etmemiz lazım.
GÜLEN CEMAATİ İLE BİR ORTAKLIK ARAYIŞI OLAMAZ
Bu durumda solun, dinin hangi yorumu ile bir ortaklığı söz konusu olabilir?
Burada bir ayrım yapmamız lazım. Şimdi Müslüman inancı ile siyasi İslam aynı değil. Mısır'da Müslüman Kardeşler iktidara geldi, Mübarek'i aratıyorlar. Aslında Mübarek'in mekanizmasını olduğu gibi devraldılar. Ama Tahrir meydanında bir araya gelenler arasında Müslümanlar, Kıptiler, laikler, kadınlar, erkekler hepsi vardı. Ama şimdi baktığımızda Müslüman Kardeşler'in siyaseti ile sokaktaki yoksul Müslüman arasında derin bir uçurum var. Dolayısıyla ben Türkiye'de kendisini anti-kapitalist Müslümanlar olarak duyuran eğilimi, böyle bir uç olarak görüyorum. İslam'ı yoksulların haykırışı olarak düşünmeye ve bunun etrafında bir kurgu yapmaya çalışan bir topluluk olarak değerlendiriyorum. Tabi bunlarla bir ortaklık aramamız lazım. Ama ben Fethullah Gülen Cemaati ile bizim aramızda herhangi bir ortaklık arayışı olabileceğini düşünmüyorum.
İşte ben mustazafın, yani yoksulların ve ezilenlerin en altında yaşayanların bize daha yakın olduklarını düşünüyorum. Tabi bu isim Kürdistan'da tüketildi. Yani Hizbullah kendisinin mustazaf olarak gösterdi ama ben küçük harfle mustazaf diyorum. Yani proloteryanın altında itilmiş, kakılmışlar dünyası. Onların itirazları bizim için çok önemli. Tabi burada da El Kaide'ye doğru açılan bir başka kapı var. Bu El Kaide kapısı da bence bizim için kapalı. Çünkü El Kaide bu dünyayı değiştirmek değil, bu dünyayı ortadan kaldırarak herkesi birden öbür dünyaya götürmek istiyor. Biz bu dünyada bir çözüm arıyoruz. Öte dünya meselesi herkesin kendi inancına kalmış.
EMEK EKSENLİ BİR ORTAKLIK OLABİLİR
Şu açıdan söylüyorum; çünkü laikliğin de, sosyalizmin de farklı yorumları var, ki laiklik dar anlamı ile İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile de çelişiyor. (18. Madde: Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır; bu hak din ya da inanç değiştirme; dinini ya da inancını tek başına ya da topluca, açık ya da özel olarak öğretim, uygulama, tapınma ve anma bağlamında açığa vurma özgürlüğünü içerir)
Tabi çok doğru, İslam inancı içerisinde yoksul hakkı peşinde koşan kesimlerle ortaklık kurmamız mümkündür. Çünkü Türkiye bir yandan da çok inançlı bir toplum. Bu açıdan benim hiçbir ön yargım yok. Onlar kimseye dinlerini, benimsetmeye çalışmaz, biz de onları dininden kurtarmaya çalışmazsak, pekala aramızda emek eksenli bir ortaklık olabilir.
Özgürlük mücadelesi çok başarılı bir sınav verdi bu konuda. Yani düşünün, çok kolay bir şey değildir, insanları "hadi camiden çıkıyoruz, sokakta namaz kılıyoruz" demeye teşvik etmek. Ama insanlar bunu takip ettiler. Çünkü yerinde ve zamanında bir hamleydi. Ama bunun için tabi camiye gitmeniz lazım. Camiye gitmezseniz ya da camiye gidenlerle aranızda bir irtibat olmazsa kimseyi camiden çıkartamazsınız, öyle değil mi?
KARL MARKS'IN DİN İÇİN SÖYLEDİKLERİ YENİDEN OKUNMALI
Avrupa'da da sol kendi örgütlenmesini temel olarak sendikalı işçi ve ekonomi endeksli olarak yürütüyor. Toplumun diğer kategorilerine inemiyor. Fabrikanın olmadığı köye indiğinde tıkanıyor, anlatamıyor, ya da Kilise'ye bağlı insanlara ya gitme gereği duymuyor ya da onlarla bir iletişim kanalı oluşturamıyor. Sorun nereden kaynaklı?
Şimdi işçi üzerine kurmanın bir sakıncası yok. Çünkü şu anda kapitalizmin yeni işleyişi, işi artık fabrikada toplamıyor, işi her tarafa dağıtıyor, işi evin içine sokuyor, işi sokağa taşıyor, parçalıyor. Bütün bu parçalılık içerisinde aslında herkes işçi. Dolayısıyla kafayı sadece işçiye ve ekonomiye takan aslına aslında işçiye yaklaşmıyor demektir. Çünkü işçi aynı zamanda kadın, işçi aynı zamanda işte Protestan veya Alevi, işçi aynı zamanda gay, lezbiyen veya heteroseksüel. Dolayısıyla cinsel kimlikler, vicdani kimlikler, sosyal kimlikler arasında dağılmış ve tek bir yerde çalışmayan bir işçi topluluğu var. Bunlara ancak yurttaşların tamamının ilgisi üzerinden seslenebilirsin. Lenin'in de söylediği buydu aslında: "Siyasetten konuşacaksın."
Şimdi bu siyaseti konuşmadığın zaman, iktisatçı, sendikacı gibi sürece yaklaştığın zaman, işçilerin sadece bir kesimi ile ve düzen içi bir ilişki kurabilirsin. Dolayısıyla ben Marks'ın din üzerine söylediği söylediklerinin şimdi yeniden okunmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Marks tam olarak şöyle demişti: "İşçiyi yada yoksulu dine çeken şey, kapitalizmin insanı içine attığı hiçliktir."
İŞÇİ İLE ARASINA MESAFE KOYAN SOSYALİZM İÇİN ÇALIŞMIYOR DEMEKTİR
Ama biz işçinin orada kendisini kaybetmesini değil, kendi bilincini kazanmasını isteriz. Dolayısıyla biz oraya gitmiş olan işçinin kendi bilincini kazanması için, onun kapitalizmin altında debelenmesini değil, kapitalizme karşı bir mücadele sürdürmesini sağlamamız lazım. Onun olduğu yere gitmemiz lazım, onunla buluşmamız lazım, onunla aramıza mesafe koyamayız. İşçi ile arasına mesafe koyan sosyalizm için çalışmıyor demektir, bu kadar basit. (Maxime Azadi-anf)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder