Dinler,Kutsal
İçki ve Haşhaşilik vb.
Uyuşturucu kullanımı ve-ya içki içmenin “din”lerle her hangi bir ilişkisi bulunuyor mu? Ya da hangi tür bir ilişki var?
Sayın Server Tanilli, esrar içici “Haşhaşilik”in dini bir mezhep olarak var olmasını, daha çok ‘Fıransız aydınlanmacılığı’ndan tercüme-derleme olan kitaplarında, adeta iğrenerek anlatır.
Demek ki, “haşhaş”, “esrar” içimini bir "dinsel mezhebe" pek yakıştıramadığı anlaşılıyor…
Gerçi bu tür kitaplarda haşhaş içimi “Haşhaşiliğe” yakıştırılamaz ama diyelim ki, Hıristiyanlığın ‘kutsal şarabı’; Musacı kutsal sofranın tamamlayıcısı olan “şarap”, onlara göre, kuşkusuz ‘modern’ bir özellik taşıyor gibi gösterilmekten geri kalınmaz! İnsan sağlığına falan yararları da “bilimsel olarak” bellidir zaten! ... Ama “bunlar 6000 yıl önceki toplumda nasıl biliniyormuş” gibi sorular ise, onlar nezdinde fazla rağbet görmez...
Biz gerçeklere bakalım.
Gerek ‘yılan metaforu’, gerekse “haşhaş, esrar, bira/ şarap/ rakı (arak)” içimleri, eski toplumda öncelikle dinsel edimlerin, ritüellerin aracıydı…
Alkollü içkiler ve genel olarak dinsel karakterli “şerbet”ler, eski toplumun “ant törenleri”nin temel aracı olan “insan kanı içiciliği”nin yasaklanması çabasına paralel olarak da gelişmiş görünüyor.
Hıristiyanlığın “kutsal sürahisi”, eski toplumun içi kurban kanıyla doldurulmuş kupasıydı ve aynı kupa, eski toplumda “savaş”tan dönüşmüş her tür müsabakasının da bir numaralı aracıydı. Ünlü eski Yunan Olimpiyatlarının, savaş ve iktidar seçimi arenalarından geçerek, "güç karşılaşmaları"na, müsabakalara dayandığını ele almıştık.
“Nuh Tufanı” denilen karşılıklı kutsal insan kurban sunum ritüelinde de, Tanrı, Musa’nın atalarıyla ittifak kurmak, anlaşma yapmak için, onların “artık insan kanı içmemeleri” gerektiğini söylemiş ve açıkça “insan kanı içme yasağını” dayatmıştı:
“Tanrı, Nuh`u ve oğullarını kutsayarak, “Verimli olun, çoğalıp yeryüzünü doldurun” dedi,
…
Yalnız kanlı et yemeyeceksiniz, çünkü kan canı içerir.
Sizin de kanınız dökülürse, hakkınızı kesinlikle arayacağım. Her hayvandan hesabını soracağım. Her insandan, kardeşinin canına kıyan herkesten hakkınızı arayacağım.
Kim insan kanı dökerse, Kendi kanı da insan tarafından dökülecektir.” (Eski Ahit/ Yaratılış-Tufan)
Tanrıyla Nuh soyunun arasında gerçekleşen bu “antlaşma”nın tarihi, yaklaşık MÖ. 4. binli yıllara denk düşüyor olmalıydı.
Bira yapımcılığının, bu dönemlerde, “Sümer/Akkad” topraklarında en üst düzeyde tanınıp, kutsal tanrısal sofraların vazgeçilmez bir içki türü olarak kullanılmış olduğu görülüyor... Orada, toprağın çoraklaşmasına bağlı olarak, büyük ölçüde arpa üretimine geçildiği dönem, aynı zamanda bira üretiminin de en gelişmiş olduğu döneme benzemektedir. Bu dönemin “ölü-cenaze törenleri” ve diğer ritüellerde, farklı bira ve içki çeşitleri sunumu olduğunu görüyoruz.
Eski yazılı yasalarda söz konusu edilenler, hurma vb. kökenli içkiler yanında, genellikle biraydı; tabletlerde pekmez-şıra’lardan da bahsediliyordu. Aryen kökenli Cermenik Germany’nin biracılığı her halde nedensiz gelişmiş değildir ve erken toplumların torunları bilgi birikimlerini Avrupa'ya kadar taşımış olmalıdır.
Şarap, üzümün olmasını gerektiriyordu ve kutsal şarabın Mezopotamya’da üzüm olan alanların dinsel edimlerinde öne çıkması son derece doğaldı. Nuh da zaten, Tufan’dan sonra, nasıl bir üretimde bulunması gerektiğini düşünmüş taşınmış ve sonunda “üzüm yetiştiriciliği” mesleğini tercih etmişti. Bu “meslek” seçimi, tanıdığımız Tufan’daki Nuh’un dayandığı ön toplulukların “Üzüm”le olan bağlarını açığa çıkarmaya hizmet ettiği gibi; Asur, Yezidi şarapçılığının; Babil’in ünlü asma Bahçelerinin; İsa’nın kutsal “üzüm asması” motiflerinin; Anadolu’nun bazı yörelerinde, ölü’nün yıkanacağı suyu ısıtma kazanları için yakılması özellikle gerekli olan “asma çubukları”na verdiği önemin de kaynakları hakkında açıklayıcı argümanlar oluşturmaktadır. “Üzüm salkımı” ve “üzüm tanesi” motiflerinin Hititlerde ve “Artemis memeleri”nde kullanılmış olması, nedensiz olmamalıydı.
Eski topluma bu yanlarıyla yaklaştığımızda “uyuşturucu kullanımı”nın, “dinlerle çelişmesi” bir yana, bunların üstelik, eski kutsal edimlerin başında geldiğini görmüş oluruz.. Eğer tanrılar, yeni şeyler “yaratacak”lar ise ve-ya “Tufan”lar yapmak veya yapmamak için karar alacaklarsa, kutsal sunu masaları, gerekli hayvan kurbanların ve bitki-meyve sunuların yanı sıra çeşit çeşit içkilerle doldurulmalıydı.
Eski Tanrılar da, doğrusu iyi içki içerler… “Kutsal Me”lerin Eridu’dan devir alınarak Uruk’a taşınması töreninde olduğu gibi, örneğin Enki, orada, kutsal sofranın başında, ağzına kadar dolu kadehini, bu tören esnasında, tüm katılımcı toplum birimler namına, tam (7+7=) 14 kez kaldırmış; sarhoş oluncaya kadar içmişti. Eski Ahit anlatımlarına göre, Nuh’un da, Tufan’dan hemen sonraki “ tanrılara şükür” töreninde iyice içip sarhoş olduğunu ve soyunup çadırına girdiğini, çırılçıplak sızıp kaldığını biliyoruz.
Diğer çalışmalarımızda da, bir ibadet anlamıyla “yemek ve içmek” kalıpsal kavramlarının, “Kutsal şarap içmek ve kutsal ekmek yemek” ifadelerine dayandığını ; Sümer/Sami döneminden bu yana, Hitit dini inancında, Hıristiyanlık ve Musevilikte devam ettiğini; dinsel edimin, tanrısal tapınımın bir ifadesi olduğunu görmüştük. Dinsel edim ile, ‘içmek ve yemek’ eski toplumda öylesine iç içedir ki, Türklerde ‘yemin’ için hala ant ‘içilir’... İster su, ister şarap olsun, içkisiz bir Hıristiyan ayini ; “dem”siz, “demlenme”siz bir Bektaşi kültü bulunmuyorsa, nedenleri buralardadır.(*)
Eski toplumda “içki ve din”, birbirinin kaçınılmaz tamamlayıcıları olduğu için, kutsal sofraların içki sunucusu, sadece, çok özel rahipler, Saki’ler olabilirdi. Sargon ‘adı’nı kullanacak olan kişi de, “Akad ve Sümer kıralı” olan “büyük Sargon” haline gelmeden önce, bir kıralın divanında “Saki” idi. Saki’liğin Bektaşi geleneğinde, kutsal "sürahi" tutuculuğun kiliselerde çok önemli yeri olması da bu nedenledir.
Uyuşturucu kullanımı da, Ortadoğu kaynaklı dinlerle, özellikle, diğer toplum birimlere kurban sunan, kendisi kurban olan ve kendinden kurbanlar veren toplulukların kültünde önemi daha çok görünüyor. Bu, “Ateş/güneş kültü” kaynaklı İsacılık, Musacılık, Bektaşilik, Şiilik gibi kesimlerde en üst düzeylerine erişmiş gibidir.
Uyuşturucu, “Haşhaş”, “Esrar” içimine yeniden dönünce….
“Duman” kavramını (bu kavram, “bulut” ve-ya “gölge” sözcükleriyle de karışık bir kullanım yaşamış gibi görünüyor..) daha önce incelemiş ve bu terimin İslamın ‘Cennet’ tanımlamasında da, var olduğunu görmüştük. Bu ‘duman’, “bulut” ve-ya 'gölge' kavramı, gezgin Musa tapınağının-çadırının da vazgeçilmez bir ögesidir. Kutsal kitapların “Gölge”si, bir yanıyla kurbanın yakılması yoluyla duman- ateş kültüyle bağlı olabileceği gibi, “üzerlik yakma”, buhurdanlık vb. biçimlerine de evrilmiştir ve çok daha önemlisi “duman altı olmak”, “kafanın bulutlanması”, “..çekmek”, “kafa bulmak” türü kavramların anlattığı gibi, bunlar, esrar, haşhaş kullanımıyla da ilişkili olmalıydı.
Eski Ahit’te ve İnciller’in bazılarında, tanrı ilk “yaratılış” versiyonunda “ögeleriyle birlikte Yer ve Gök”ü, hayvan,bitki ve insan”ı falan yarattıktan sonra, ikinci bir “yaratış” versiyonuna geçer. Bu kez, anlatımlara göre, Havva’yı Adem’den yaratma işlemi yanı sıra “ yağmur” ile birlikte “yaban otlarını” yaratacaktır… “Yağmur”un, Hıristiyan vaftizlerindeki “serpmelik kan” veya “serpmelik su” ritüeli (arınma edimi) olması ihtimali üzerinde durmuştuk.
“Yaban otu”nun “yaratılması”, Tanrının “ilk yaratış”ta “yağmur”la (rahmet’le) birlikte bunu da unutmuş olmasını gerektiriyor ki, Eski Ahit’e bu tür çelişmeli mantık oyunlarıyla yaklaşmanın bizim tarzımız olmadığını açıklamıştık. Bu durumda “ot” veya “yaban otu” bir totem bitki-tahıl’ı ifade edebileceği gibi, genel olarak tahılları, veya farklı tür tahılları anlatıyor olabilirdi. Zaten, bir insanın “ot gibi!” olduğu üzerine benzetmelerin kaynağına işaret etmiş; Hitit kayıtlarında Hurri topluluğunun “ot”la eşitlenmesi veya “yonca” sembolünün iskambil kağıdında, günümüzde “sinek” kavramıyla tanımlanıyor olmasına ve fakat bu sembol ile “sinek” arasında görünür bir bağlantı olmadığını ele almıştık. Bu durumda “esrar”, “haşhaş” kavramı ile “ot” arasında da bir bağlantı kurabilmenin gereği ortaya çıkmaktadır. Avestacılıkta da, arınma araçlarından birisinin de, bir tür uyuşturucu ot olduğunu anımsamak yararlı olacak.
Bu alanda “içmek”in, “nefes çekme”nin vb. de, esrar-haşhaş içimiyle yakın ilişki içinde kullanıldığını hesaba katmamızda yarar var. “Esrar”, bir uyuşturucu türü kavram olduğu kadar,”sır” yönüyle de olsa, tasavvufi jargonunun da vazgeçilmez kavramlarından birisidir.
Oğul’a Baba’sının, “büyük”lerinin yanında sigara içmeyi yasaklayan “barbar doğu toplumu”nda da, bunun, aslında ‘barbar’lık nedeniyle yapılmamış olduğu anlaşılıyor. Esrar çekmek, sır’lar içine girmek, geçiş törenlerinin bir dinsel kategorisi idi ve oğul, eğer “baba toplum birimi” üyesi haline gelememiş ise, özel bir ‘geçiş’ ritüeli yaşamamış ise vb., baba yanında işte bu nedenle “sigara” içemiyor olmalıydı. Bu olgu, koca’nın, kendi karısının erkek evladını “oğul”luğa geçirmeye başladığı; erkek çocuk ile, kadının kocası arasındaki derin çelişmelerin henüz aşılamadığı bir toplumsal dönemin kalıntısıydı. Karısının doğurduğu erkek evladın, doğrudan koca toplum birimine dahil olduğu yapılarda ise, “baba ve oğul” arasındaki ilişkilerin çok daha değişik olacağı açıktır.
Kutsal içki ve uyuşturucu, Enki’nin tapınağının en önemli araçlarından olmalıdır. Çünkü Enki’yi “bilgelik”, “büyücülük” öğretisinin başında görüyoruz. Bu bakımdan Enki’nin sağ ve sol omuz başlarından salınan “yılan”ın günümüzde eczanenin sembolü olmaya devam etmesi,-2500 lü yılların “Magu/r rahiplerinin”, Şamanlarının eczane (“magie için”, pharmacie ) olarak tanınmaya devam ediyor olması hiç “tesadüf” değildir.
“Bilge”, “büyücü”, Yılan motifli Enki’nin, “Sümer/Akkad” erken oluşum döneminde yaptığı ilk iş, Abzu’yu “afsunlayarak” uyuttuktan sonra öldürmesi idi. Yılan motifi, yılan zehiri, ölümle ilişkilendiriliyor olmalıydı ve insan kurbanını yılan zehiri ile öldürmek, -4000 li yıllar için herhalde bir uygarlık adımı idi. Sümer/Akkad “Yer altı” - Cehennem’lerinde bulduğumuz, kutsal yazında ‘cehennem’ biçimlerinden biri olmuş olması gereken, toprak altı “saray mezar”larda, ellerinde kadehleriyle ölmüş olan kıral/kıraliçe görevlileri, eski toplumun ‘barbarlığının’ değil uygarlığının ürünü olarak ‘uyutulmuş’ şekilde öldürülmüş kurbanları idi.
Kan akıtmayıp, vücudu parçalanmadığı için “Asaletli” bir ölüm biçimi olarak kavranıldığı için de, bu tür zehirler, orta çağa değin kıralların parmağındaki yüzük olarak var olmaya devam etmiş görünüyor. “Kırk katır mı-kırk satır mı” uygulayan toplum birimlere göre, Baldıran’la ölüm biçimi, elbette ki, uygarca bir adımdı.
Kan dökmeden, acı vermeden öldürme, Zerdüşt kitabının bütün açıklığıyla ortaya koyduğu gibi, eski toplumun ölü yamyamlığı ediminin yaşandığı koşullarda, bir ‘uygarlaşma’ çabasını ürünüdür. Ölüm kültünü incelerken, ‘ölüm’ kelimesinin kullanılmaması ve “sonsuz uyuma”, “sonsuz yolculuk” gibi kavramların bilinçli kullanımının nedenlerine değinmiştik.
Hiristiyanlık ve Bektaşi/Alevi geleneğinde “kurban” kavramının derinlik ve önemini tanıyoruz. “Kurban” birey, giderek sembolik halde ‘kurban’ edilen topluluk üyeleriydi ve içki-esrar kullanımına, eskiden gerçekten kurban edilen şahsın, “ümmet-toplum birime geçiş” için, iniciation, gerçekleşen ritüel sırasında başvuruluyor olmalıydı. Giderek üzeri örtülen Bektaşi eski ayinlerinin gerçek içeriğini tanıdığımız ölçüde, tarihte mürid’lerin kurban etme-edilme işlemini de yeniden kurgulayabiliriz. Kurbanların acı hissetmeksizin boğazlanmalarında, esrar-haşhaş içimine başvurulmuş olabileceğini düşünebiliriz. Zaten, Eski Ahit’teki (ve Akado-Sammaru döneminin Enki anlatımlarındaki) Tanrı, “kaburga veya eğe kemiğinden” Havva’yı yaratmak için de, Adem’e “derin bir uyku vermiş”ti.
“Öteki dünya”ya gitme ve gelme seansları bakımından dinsel şahsiyetlerin esrar/uyuşturucu kullanımı üzerinde, bir dizi çalışmada uzun uzun durulmuştur.
Şimdi söz konusu olan, bu kullanımın asıl nedenlerini ve erken tarihlerdeki
biçimleniş gerekçelerini ortaya koyabilmek olmalıdır. (**)
Hasan Sabbah...
14. yy'da Nizam ül Mülk'ün suikastle öldürülmesi…
Dinlerin Oluşumunda İnsan Kurban Ediminin Yerihttp://img.blogcu.com/.../uploads/toplumvetarih_papa15.jpg
İsa'nın eti yerine ekmek,kanı yerine şarap, ayinlerin en temel iki aracı..
Akadosammaru kayitlarinda bunları 'yaşam yiyeceği'-'yaşam içeceği' olarak
buluyoruz. Hititler'de de ayin, 'ekmek yemek/su içmek' olarak ifade ediliyordu.
Etimolojik bakımdan, Ehl-i Beyt ( Tanrı Evi) üzerinde durmuştuk… “Tanrı Evi”nin sorumluları, Dede, Sâki, Çerâğcı, Meydancı, Ekmekçi, Aşçı dedeler... olarak “post sahipleri”, sağlam, ayrıntılı bir yönetim düzeninin unsurları olarak görünürler.
Bu tür temel kavramların ve Bektaşi ayinlerinin içeriklerinin tanınması, (bu gelenekler, eski tabletlerde rastladığımız ve Enuma Eliş’in doğru ve anlaşılır bir çevirisi için önemli olan kavram ve kurumların tanınması için de) gereklidir. Çünkü ayin tarzı ile kullandığı kavramlar ve iç ilişki biçimleri bakımından Bektaşiliğin, erken dönem geleneklerine değin uzanan bir özelliği bulunmaktadır. Bu bakımdan denilebilir ki, Bektaşilik, tarihsel olarak İslam’dan çok daha önce şekillenmiş bir örgütlenmenin, zaman içinde dönüşmüş, karışmış özelliklerinin bir yansıtıcısıdır. Eski “İnsan-tanrı kurban” edimleriyle ilişkili görünmektedir.
Gece vakti yapılan, Ehl-i Beyt kapısında gözcülerin bulunduğu bir Bektaşi (ikrar) ayini ve gerçekleşen geçiş ritüeli, daha önce Akado-sammaru tabletlerinden geniş haliyle çevirmeye çalıştığımız, “küçük tanrıların kurban edilme”si ve bu kurbanın diğer tanrılar tarafından, kutsal bir edim haliyle, birlikte-ortaklaşa yenilmesi; kurban edilen bu tanrının anılarının unutulmaması için ona övgüler dizilmesi biçimindeki erken dönemin kavramları, uygulamaları ve anlatım tarzı ile büyük paralellikler göstermektedir.
Bu tür ayinlerde, ki Hıristiyan ayinleri de ‘yeme/içme’ sembollüdür, kurban edilen “insan-tanrının kanını içme” ve “etini yeme” yamyamlık ediminin, nasıl, giderek ayrıntılı bir örgütlenme üzerinden gerçekleştirildiğini gösteriyor. Yeni Papa’nın İstanbul ayininde de bütün işlem, Papa’nın kaldırdığı kadeh ve kutsal yiyecek etrafına örülüydü.
“Bilge”, “büyücü”, Yılan motifli Enki’nin, “Sümer/Akkad” erken oluşum döneminde yaptığı ilk iş, Abzu’yu “afsunlayarak” uyuttuktan sonra öldürmesi idi.
Yılan motifi, yılan zehiri, ölümle ilişkilendiriliyor olmalıydı ve insan kurbanını yılan zehiri ile öldürmek, -4000 li yıllar için herhalde bir uygarlık adımı idi.
Sümer/Akkad “Yer altı” - Cehennem’lerinde bulduğumuz, kutsal yazında ‘cehennem’ biçimlerinden biri olmuş olması gereken, toprak altı “saray mezar”larda, ellerinde kadehleriyle ölmüş olan kıral/kıraliçe görevlileri, eski toplumun ‘barbarlığının’ değil uygarlığının ürünü olarak ‘uyutulmuş’ şekilde öldürülmüş kurbanları idi.
Tarihteki “yılan metaforu” hakkında yayınlanmış
bazı çalışmaları, internetten bulabiliriz elbette.
Ama bunların “yılan ve metafor” kavramları etrafında sonu gelmez bir şekilde
dolaşması dışında ciddi bilimsel bir yanlarını görmek oldukça zordur...
Akado-Sammaru ve eski Anadolu/ Grek kültüründe Yılan “öldürücü zehiri” ile öne
çıkmış görünüyor.
Yılan ambleminin,modern toplumumuzda Tıp ve Eczane ile bağlantılı olması,
konuyu nerede aramamız gerektiğinin de bir işareti olmalıdır.
Baldıran zehiri kullanarak sağlanan ölüm cezalarının infaz biçimi, asarak, kafa
keserek, yakarak, kazığa geçirerek, toprağa gömerek, nehire/denize atarak,
uçurumdan iteklenerek sağlanan ölüm ceza infaz biçimlerinden farklı idi.
Bu husus bize, üzerinde ilerleyeceğimiz alana dair bir fikir vermektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder