Karıma
Hikâyeler
Karıcığım,
Var
ettiysen de sen
Birlikte
kocanla,
Rahminde o
kutsal ürünü,
Taşıdıysan
karnında aşk meyvesini,
Bir başka
yere değil de
“Dünya’ya
getirdiysen” dokuzuncu ayında onu,
Üzülerek
söyleyeceğim,
Yine de bir
tanrıça sayamam
Konumuzun
bu yönüyle seni,
Karıcığım
madem sordun, anlatacağım,
En eski
“yaratılış”lardan birisini:
Eski
tanrılar,
Sıkılmışlardı
hep kendi aralarında olmaktan,
Sığırlarını
kendileri güdüyor,
Yiyeceklerini
hazırlıyorlardı bizzat kendileri,
Harmanı
kendileri yapıyor,
Ağılı
elleriyle temizliyorlardı.
Tanrı
dediğin böyle mi olmalıydı?
Oturdular
bir gün gök kubbeye,
Kâbe gibi
bir tapınaktı orası,
Şanlı bir
meclis kurdular meydanına,
Sedirlere kuruldular,
önlerinde masaları,
Neşeyle
doluyordu yürekleri ilahilerde,
Tanrılar ve
tanrıçaların
Boşalmayan
kadehleri dudaklarındaydı biteviye,
Neşeli
söylevlerde geçiyorlardı kendilerinden,
Bir tanrı
söz alıyordu kurulup kürsüsünde,
Devam
ediyordu analarımızdan bir tanrıça sonra,
Ağıldaki
hayvanları konuşuyorlardı
Coşkuyla
tıpkı bir çoban gibi,
Tarladaki
tahıllara dolu vurgununu anlatıyordu bir diğeri
Üzgünce
tıpkı bir çiftçi gibi,
Laf lafı,
konu da konuyu, açıyordu
Bir baba
nasıl düşünürse evin durumunu,
Bir ana
kaygılanırsa nasıl yiyeceğinden evin,
Öylesine
gerçek konuları çözüyorlardı,
Verip
inceden kafa kafaya.
Düşünüp
taşındılar bulmak için
Her konuda
en doğrusunu,
Sonunda bir
karar aldılar:
“Hizmet
etsinler” diye kendilerine,
İnsan’ı
yaratacaklardı.
Tanrı da
olsalar onlar,
Yine de
kararlarının gerekçelerinde
Bir
gariplik vardı:
Tanrıların
hizmetçiye neden ihtiyaçları vardı?
Tanrılar,
tanrıçalar yemekleri için,
İçecekleri
için,
Dönüp
dolaşıp,
Şu basit
yaratığa,
Elleriyle
topraktan yaratacakları
İnsanoğlu’na
başvuracaklardı.
“Kul” olsun
dediklerine,
“İnsanoğlu”na
bağlanacaklardı böylece,
Hiç olmazsa
yemekte,
Sürahilere
doldurulacak kan gibi şarapta,
Tatlı
pekmezde, arı sularda,
Birbirinden
hoş içki ve mezelerde
Düşmüşlerdi
kaderlerinde artık
Gaddar,
hain ve haris İnsanoğlu’nun eline
“Tanrı
düşürmesin” diyeceklerdi sonra
Kendi
kaderlerine ağlayarak
İki
gözleriyle kendileri,
“Biz
tanrılar düşürdük,
Kendimizi
İnsan’ın eline”
Diyeceklerdi
sızlayarak içleri
“Kendi
suretlerinde” yaratmışlardı o Âdem’i,
Tam bir
nankör topraktandı o,
Gözü
açılmadan daha,
Dalında
salınan o güzelim ürünü,
Tanrıların
yasakladığı meyveyi
Özellikle
koparıp tıkınacaktı.
Haksızlık
etmek hiç hoş değil,
İster o bir
yırtıcı kuş olsun,
İster bal
yapan arı,
İsterse
toprağın adamı bir çiftçi,
Hakkaniyetli
bir hâkim, alacakken bir karar,
Bunalır
bazan, istemez yok yere günah almayı
Hep
taşıdığımız sırtımızdaki örgü küfeye
Belki de
“Yasak ürünü” yiyen Âdem değildi,
Kaburgasından
yaratılmış Havva düzenbazıydı
Tanrıların
kesin yasağına asi,
Tanrı
kararını hiçe sayan.
Onurlu bir
hâkim gibi davranacaksa insan,
Düşünmeli
içtenlikle, incelemeli olayları,
O güzelim
meyveyi dalından koparan,
Belki Havva
anamız da değildi,
Karşı
gelerek tanrılara doğrudan,
Yılan’dı
Havva’nın kafasına bu zehiri sokan
Kışkırtan o
ikisini beyinlerinde
Tanrılara
meydan okutan!
Düşünsene,
ne kötü olmuş olmalı,
Yaratıcı
tanrıların durumu,
“Kul”-
hizmetçi olsun kendilerine diye yarattıkları
Daha
gözleri bile açılmamışken
Açmışlardı
uzaklardan görünen isyan bayraklarını
Tanrılar,
ne nefislerine güç yetirebilmişlerdi onların,
Ne de
beyinlerine,
Elleriyle
bizzat yarattıklarına
Yetmemişti
güçleri tanrıların,
İnsan’ın
beynine ve nefsine,
“Gök”ü
yaratmaya,
“Yer”i
yaratmaya,
İnsan’ı yaratmaya
yetmişken güçleri
Şu basit
yılan, ejderha,
Yılanlar
yılanı Şahmeran,
Tanrılardan
önceki tanrılardan biri olsa gerek
Yaratılmamışken
daha İnsan,
Daha
güçlüydü Adam’ı yaratan tanrılardan,
İnsan’ın
beyninde oydu hâkim olan
Bu
yüzdendir belki,
Hala
nakışlarda kanaviçelere örer Şahmeranı
Alevi
kızlar, yörükler,
İnce
tığların izlerinde
“akıl”ın ve
“nefis”in imzası diye,
Çeyiz
yastıklarının dantellerini süsler
Şu basit
yılan
Şu baştan
çıkarıcı,
Akıl verici
Şahmeran
"Gözleri
bile açık değil"ken
Âdem ile
Havva’nın,
Tanrılar
meclisi kararıyla yaratılmışlardı onlar,
Çekip
alıvermişse avuçlarının içine Şahmeran,
Tanrıların
yarattıklarının beyinlerini daha ilk gün,
Bu işte bir
iş olmalı sevgili karıcığım,
Kolay
değil,
Şu yerde
sürünüp toprak yalayan,
Şu
kahrolası yılan,
Yılanlar
yılanı Şahmeran,
Korkusuz
bir isyankârdı,
Koskoca
tanrılara karşı,
“Yer”i ve
“Gök”ü yaratan,
Dönüp Arz’a
Kubbe’de toplanan,
Ve hizmet
etsin diye kendilerine
Bir Âdem
yaratan…
Karıcığım
çok haklısın,
Bu hikâyede
gariplikler bir değil,
İki değil,
farkındayım senin kadar,
Tanrılar
sadece Havva’yla Âdem’e değil,
Diş
geçirememiş olmalıydılar,
İsyankâr
Şahmerana bile!
Böylesine
güçsüz müydü tanrılar?
Karıcığım,
haklısın Yer’den Göğ’e kadar,
Hikâyede
gariplik üç değil, dört değil,
Farkındayım
senin kadar,
Sadece
Âdem, Havva ve Şahmeran’a
Söz
geçirememiş olmaları da değil,
Tanrılara
bu utancı yaşatan olaylar
İsyankar Ve
Bilge Şeytan
Şeytan,
isyan bayrağını kaldırmıştı
ve
“Toprağın adamı” Adem’e secde etmeyeceğini;
onu üstün
olarak tanımayacağını ilan etmişti.
“Çünkü..”
demişti Allah’a,
Kurulmuş
olan tanrılar meclisinde,
Birkaç adım
öne çıkarak,
Süzerek
yukardan aşağıya kadar
tüm
katılımcıları bir bir,
“…ben ki…”,
demişti
Kelimelerin
üzerinde gezinirken,
Ezer gibi
bir ayrık otunu ökçesiyle
,
Ortadaki
koca meydanında tapınağın…
“…ben ki,
yüzyıllar önce,
Ne çabuk da
unuttunuz ey tanrılar, tanrıçalar,
Anu
tanrının sönmeyen ateş’inin eseri
Olarak var
edilmişim...
Yaratılayım
diye bir an önce,
Binlerce
kurban sunmuştu aralarından
öteki
tanrılar dualar içinde
Tapınağın
sönmeyen alevli fırınlarında
Yaratılmıştım
Tanrılar üstünde,
Tam şu
andan, belki de bin yıl kadar önce
Sönemeyen
alevim ben meşalede
Küllenmez
korum tanrısal ocakta
Üstünüm ben
eşitler arasında bile!
Evet,
yineliyorum!
Bilgelikte,
Sanat ve
ilimde,
Söz söyleme
ve lir çalmada,
Def ve
zurnada
Sürüleri
aldatıp yönetmekte,
Açıkgöz
oluşumla üstünüm…
Şu kaba
saba,
Kazma
sapı’nı tutan,
Eli
nasırlaşmış olandan!
Öküzün ve
eşeğin çektiği
Sabanın
ardında koşan,
Cahil,
“Gözü açık olmayan”,
Kaba-saba
“kazma
adam”dan! ”
…
Beklemiyordu
belki Allah,
Böylesine
pervasız bir meydan savaşını!
Tapınağın
tam ortasında,
Altında
İncir ağacının
Tüm
meleklerin,
Cinlerin,
Huri ve Perilerin
önünde,
İrili
ufaklı öteki Şeytan’lar da oradayken!
Fakat
anlattıkları da bir gerçekti Şeytan’ın,
“Kavurucu
Ateş” Tevrat’da “Yaratıcı Ateş”ti aynı zamanda,
Tevrat’ta
bu yüzden yazılıyordu,
Daha Güneş
ve Ay “yaratılmadan” önce,
“Aydınlık-ışık”
var edildi diye…
Çarlık
Rusya’sında,
Alaya
alırken bu anlatımı Dostoyevski,
Bilmiyordu
elbette, Şeytan’ın
Tarihçesini
derinlemesine!
Okunmamıştı
henüz ne Enuma Eliş o zaman,
Ne de öteki
Babil tabletleri.
İşte
diklenirken pervasızca Allah’a karşı
Böylesine
üstün görüyordu kendini Şeytan’ımız,
Marduk
kılığında veya Enlil olarak O,
Anu’nun
“Ateşten Yaratılmış en büyük oğlu”,
Bilgelikte
bir Tilki kadar kurnaz,
Bir yılan
kadar sinsi,
Hesap
işlerinde,
Ağ ören bir
örümcek kadar hassastı o.
Baştan
aşağıya saf akıl yüklü,
Bilgelikler
Efendisi,
Hıristiyanlığa
“saf akıl” olacak olan
İşte bu
Şeytan’dı!
“Yücelerin”
varlığı,
“Yükseklerin”,
Kuzey
topluluklarının Tanrısı,
Âdem’e,
Şu cahil,
Şu toprağın
adamı,
Şu
'aşağıların' varlığına
Şu toprağa
köle kılınmış olana
Görevi
Tanrılara sebze,
Meyve ve
tahıl yetiştirmek olan
Şu basit
varlığa
Teslim mi
olacaktı!
Ve
Şeytanımız kaldırdı İsyan bayrağını,
Belki Asi
nehri civarındaydılar,
Bu konuları
konuşurlarken,
Allah,
Melekler ve öteki yetkililer,
Tanrılar
Meclisini de
Oralarda
kurmuş olmalıydılar…
Belki de
Mardin’deydiler.
Dinlerin ve
dillerin bucağında…
Kaburgasından
Âdem’in pirinç dolmasıyla
“Yaratılacak”
olan Havva için toplandıklarında
Verimli
Mardin ovasının bir tepesine kurulu
En eski
Tapınaklardan birisinde
Sedirlere
uzanmıştı her tanrı bir tarafta,
Her melek
ve her şeytan ve her zebani
Ve kör
sinekler…
Uzanmışlardı
köşelerine
Mutlu,
yorgun…
Önlerinde
narlar,
Üzümler
salkımdı,
Her cinsten
hurmalar olgun
Ve sunu
sunu kurbanlar
Gümüş’ten
Yer sinisinde sıralı,
Sin
tanrının yüzüymüş gibi ay parlaklığında
Ya da, eşit
güçle karşılıklı oturmuş
Tanrıların
dört ayaklı masalarında.
İslam'ın
Allah'ı,
Muhtemelen
böylesine kalabalık bir ortamda,
Meleklerden
misafirlerle dolu bir mecliste,
Şeytan’ı
“huzurdan kovulmuş”lardan birisi yapmaya kalkışmıştı.
Ama ne
mümkün!
Allah'ın bu
sert tutumuna karşı,
Şeytan'ımız
Allah'ın kararının yanlış olduğunu,
Üstelik
gerekçelendirerek o kadar güzel anlatmaktadır
Ve Allah’a
en güzelinden öylesine akıllar vermektedir ki, bu anlatımın ortaya koyduğu
sahne adeta “teatral”dir!
Bütün
tanrılar,
İlah ve
ilaheler,
Melek ve
melaikeler,
Ve kör
sinekler,
Ve Şeytan
cinsinden olanlar,
Açmışlar
ağızlarını sanki
Hayranlıkla
dinlemekteydiler
Şeytan’ı…
En büyük
meydanında nasıl dinlemişlerse
Bütün
Romalılar Julius Sezar’ı,
O Sezar
olmadan önce,
En ünlü
hitabetinde,
Tam tamına
değil belki,
Belki
birkaç yüz yıl hatayla,
Tam 3750
yıl kadar sonra!
Turuva
önünde,
Birkaç yüz
kişinin daha öleceği
Bu yıkım
savaşına devam mı edecekler,
Yoksa
toplayıp, bir sabah erken herkesi,
Dönüp
gitmek için yurtlarına
Barış mı
yapılsın derhal diye
Karar
vermek için toplandığında
Mızrakları
parıldayan erler meydanına
Savaşçılar,
kâhinler ve kıralar önünde
En güzel
sözcükler
Bir yoğurt
torbasından süzülür gibi tek tek,
Damlalar
halinde
Ve
kesintiye uğramadan düşerse nasıl
Takıldığı
çardağın köşesinden toprağa,
Sanki emer
aç kalmış gibi toprak bu damlayı,
Ve en kötü
sesli kargalar bile nasıl dinlerse
Ötmeden bir
tek kere duvarda,
Sessiz ve
hayranlıkla
Hatiplerin
birbirinden başarılı söylevlerini.
İşte bütün
tanrılar, tanrıçalar
Melek ve
melaikeler
Ve Allah,
Dinliyorlardı
Şeytan’ı sessizce
İki
omzundaki yılanla
Fırlamıştı
Meydanın
Tam orta
yerine
Alevler
çıkmıyordu sanki
Dil yerine
ağzından!
Açtıkça bal
gibi akıyordu sözcükler
Yakıp
dağlıyor,
Merhem gibi
su damlası oluyordu
Her bir
sözcüğü dokundukça hedefe!
Alkışlıyorlardı
hep birlikte onu,
Öteki küçük
Şeytanlar,
Hatta
Melekler ve Melaikeler bile
Ne zaman
çıksa ağzından sözcük yerine
Bir ateş
parçası dağlayan,
Bir su
damlası cennette akan…
“Evet….! ”
Diye
onaylıyorlardı Şeytan’ın adamları,
Aldatılmışlar,
Hep bir
ağızdan…
Bıraksa
Allah onları keyfine,
Yıkacaklardı
neredeyse
Kuruluydu
tam dört sütün üzerine
Eni boyuna
eşit
Yerin ve
Göğün omurgası olan
Tapınağı
dibinden!
Bas bas
bağırıyorlardı,
Tarak
değmemiş saçlarını savurarak,
Sıvazlayarak
su değmesi günah,
Ateş
değmemiş sakallarını,
Bakıp ters
ters Allah’a
Söyleniyorlardı
mır-mır duasında gibi
Bir o yana
bir bu yana yerinde salınarak:
“Kimmiş ki
o,
Tarla’nın,
Saban’ın,
Kazmanın
Adamı!
Kul
olmalıyken bize,
Olabilir mi
eşitimiz,
Bilgide,
Görgüde,
Akılda
Ve açık
gözlülükte
Biz
Şeytan’larla”
Allah’ı bir
düşünce sarmıştı…
Şu
Şeytanlar da,
Az
Şeytanlar değildi hani!
Tutsa
eliyle bir tarafı,
Sıçrayıp
bağırıyorlardı ters tarafta!
Baş
Şeytan'ın bu derin konuşması karşısında,
İnce
düşünmediğini fark eden Allah gerginleşmişti...
Kurmaya
çalışıyordu kafasından
Yeni
tümcelerle sunacağı son kararını
Şu hınzır,
Şu
hazırcevap,
Şu akıl
yüklü Şeytan’a karşı!
Şeytan'ın
sözlerini
Evirip
çeviriyordu kafasında…
Ne
yapsındı...
Ne
yapmalıydı sakince…
Yine de
sonuçta
Hakkaniyetli
bir Allah’tı.
Haklıya
haklı demesi lazımdı!
Yukarda
öteki tanrılar var,
Yemin etse
başı ağrımaz,
Aklına
yatıyordu Allah’ın da
Şeytan’ca
fikirleri baş Şeytan’ın.
“Peki” dedi
Şeytan’a.
Epey
düşündükten sonra Allah
—Dediğin
üzere olsun…
Kıyamet
gününe kadar sana,
İzni verdim
Kullarımı
ayartabilmen için,
İstediğin
kulumu git ayart!
Madem
aptaldır diyorsun,
Cahildir,
Gözleri
kapalı,
Bilgisizdirler,
Kazma’dırlar
Ve Saban
adamıdırlar…
İyi
öyleyse…
Dediğin
gibiyse,
Git aldat
onları…
Ama ben
akıl’la dolduracağım kullarımı.
Eğer alır
gibi olursa kafaları,
Sanmam ki,
gelsinler
Uyarak
senin parlak vaatlerine
Bırakıp da
beni peşinden senin!
Ama gelen
olursa,
Ki bana
öyle geliyor,
Epeyi
takılacak var galiba senin peşine.
Ne de olsa
çiğ süt emmiş bu İnsanoğlu,
Daha
Cennet’teyken belki de,
Saptıracaksın
Âdem’i yolundan
Ve karısı
olacak Havva’nın çeleceksin aklını!
Eh işte,
yemin ederek size
diyorum ki
ben de,
Böylelerinin
sonsuz yuvası olacak,
Ateşten
Cehennemleri!
-----------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder