13 Eylül 2013 Cuma

Kudüs Mabedinde "Tufan'ın Deniz, Kazan ve-ya Gemisi...

Kudüs Tapınağında 'Deniz'in Anlamı

"Kıral ve peygamber Süleyman" zamanında, Tanrının bizzat görevlendirdiği Hiram usta’nın kutsal sunum araçları konusundaki özel çabalarıyla, Kudüs tapınağı yeniden inşa edilecekti...

Musevi tanrısı, tıpkı Tufan dönemi tanrısı Nuh'a yapmasını öğütlediği "3 katlı ve mutlaka bir bacası" olan bir "gemi"nin planını çizip Nuh'un eline vermişti...Tanrı, bu çizgisini Musa, Davut ve Süleyman'la da sürüdür ve "3 odalı" ve "mutlaka bacası" olan "Tapınak" modelini dikte eder.(*1)...

Yapılmış haliyle bu tapınağın Eski Ahit'teki tanımı şöyleydi:

«İki sütun ve iki yuvarlak sütun başlığı, bu başlıkları süsleyen iki örgülü ağ,
Sütunların yuvarlak başlıklarını süsleyen iki örgülü ağın üzerini ikişer sıra halinde süsleyen dört yüz nar motifi,
On (adet) kazan ve ayaklıkları,
Havuz ve havuzu taşıyan on iki boğa heykeli,
Kovalar, kürekler, çanaklar.

Hiram'ın Kral Süleyman için RAB'bin Tapınağı'na yaptığı bütün bu

eşyalar parlak tunçtandı. »

İnsanın «ruh veya kalbinin » tanrı ile buluştuğu en kutsal Tanrı mekânı olduğu varsayılan bu tapınakta; boğa, koyun, koç, keçi et ve kanı... kurbanların bazı bölümlerine ait yağların 'yaratan tanrıya' sunulması… bir bölümünün yenilmesi, yakılması, ona vakfedilmesi... bütün tapınağın sunak noktalarıyla, 'havuz', 'kazan', 'mangal'larla, buhurdanlıklarla doldurulması......

Bütün bunlar eski tapınakların, toplum birimlerin karşılıklı kurban sunum ve tüketim alanı olduğuna en küçük bir şüphe bırakmıyor. Zaten Museviliğin ve Hıristiyanlığın dilinde «kutsal sofra » bu tapınakların başlangıçta ittifak kurucuların «yeme ve içme» alanı da olduğuna şüphe bırakmaz.

Hititlerde de "ekmek yemek/su içmek" ibadet etmenin bir anlatım tarzı olarak kullanılıyordu. Sofranın "Masa"da olması geleneğinin bu ifadelerle, tapınaklarda ortak yeme tarzı ile bağı olmalıdır. Yönetim makamlarının "divan" olarak adlandırılması ile "kerevet" kavramının kurban sunumla ilişkilerine değinmiştik.

Öte yandan "Sion kızları" üzerine "Süleyman'ın (aşk ) Şarkıları", erken dönemden itibaren bu tapınak mekânlarının aynı zamanda karşılıklı kutsal çiftleşme alanları da olduğunu göstermekteydi ki, zamanımızın "bayram" veya festivallerinde de bu iki özelliği, belli izler üzerinden bile olsa, takip etmek olanaklıdır.

Bununla birlikte, bu çok kutsal tapınağın, bırakalım içeriksel özelliklerinin incelenmesini, Kudüs, Jarusalem, Ruhulkuds gibi farklı ifadelerin anlamları bile yeterince doğru olarak incelenmiş değildir. Oysa bu tapınak, Muhammed kavminin de taptığı, ilk kıble olmalıydı.

Ayrıca, Museviliğin «nehirlerinden süt ve bal akan Kenan toprağı» tanımı ile Kudüs arasındaki bağlantıları da ; 'havuz'un, 'nehir'in, « süt ve bal » kelimelerinin tapınakla birlikte ele alınmasının anlamlarını da ele almak gerekecektir. Bu tür kelimelerin etimolojik dönüşüm değerlerini; Avesta ve Eski Ahit’te, Ahura Mazda’cılıkta, İslam’da hep karşılaştığımız 'arı’ların,'sinek'lerin bu 'bal' ve 'süt' ile bir ilişkileri bulunup bulunmadığını , 'balayı’nı, zaman içinde, tek tek incelemeye çalışmalıyız...

Her halükarda, bu tapınağın, 'kıble’nin, yapım modelindeki 4 köşesi ile onu 'kıble', 'merkez' kabul eden 4 yöndeki topluluklar arası ittifak simgesi olarak kullanılması ve 5 kutsal sunak’lı yapısı ile de erken dönemin «5 kutsal şehir»inin sembolik sürdürücülüğünü üstlenmesi, Kudüs tapınak modelinin erken dönemde ortaya çıktığını gösteriyor.

Kazılar, Kudüs’teki ilk tapınağın -3500'lü yıllara ait olduğuna işaret ediyor. Kudüs tapınağının ilk yapım döneminin -3500'lere dayanması, mimari biçim ve kullandığı kutsal araç/gereçler, ayrıntılarını giderek daha çok göreceğimiz gibi , bize “sel-su-kıyamet” biçimiyle doğal bir 'Tufan' yorumuyla ulaşan büyük toplu ittifak töreni dönemi ile arasında bağlantı olduğunu da göstermektedir.

Bu tapınağın Abraham tarafından kurulduğu düşüncesi, akado-sammaru anlatımları ve arkeolojik verilerle uyuşmuyor. Zaten bizzat Abraham’ın, oğlu İshak’ı önce keserek ve sonra kutsal meşelerle yakarak bu mekânda kurban etmek istediğine bakılırsa, bu alan, çok daha önceden, iki farklı tür sunu biçimini kullanan farklı iki temel topluluğun ittifak merkezi olarak kullanılıyor olmalıydı ve Abraham da,önceki bir geleneğe bağlı olarak bu şekilde hareket etmiş olmalıydı.

Kudüs tapınağında kullanılan kutsal araçların, «altın», «gümüş» veya «tunç»tan olması; bazı gereçlerin ise « tahta » veya « taş » olmasına özel itina gösterilmesi gibi noktalar hatırda tutulmalıdır. Bu hem, ilgili maden/araçların ilk kullanım alanlarının tapınaklar olduğunun saptanması bakımından, hem de müsabaka kupaları ile "evlilik kutlama" devreleri (Gümüş yıl, Altın yıl vb.) vb. noktalarında 'kutsal din'lerle onların hangi ortak değerlere dayanıyor olduğunun görülmesi bakımından da önemlidir.

Girişinde « iki sütun »un ve farklı sunum biçimlerine ait (kazanda haşlama, ocakta yakma, kan dökme, vb. vb.) « 5 sunak »ın, bir de 'havuz'un bulunduğu bu tapınakta « Nar »lı motifler de kullanılmıştı.

«Nar », bildiğimiz meyve olarak Nar, Musa’nın gezgin tapınağında da özellikle kullanılan bir motifti. Truva’nın çalınan kanatlı at’ında da üçlü üç deste halinde 9 adet bulunan bu sembolik «nar»lar, şimdiki kiliselerin tütsü/buhurdanlık sallama araçları ile aynı yapıdadır. 

"Narına yanmak" kalıpsal ifadesini, "kurban olma" motifini çok kullanan dini deyişler üzerinden de tanıyoruz. «Ateş » anlamıyla Nar (Od, Har, Sam)'ın «çekirdeği meyvesinde bulunan» bir Nar haline sembolik dönüşümü, demek ki, -2000 li yıllarda, çoktan gerçekleşmiş durumdaydı. ( "Nar kutsaması" töreni bazı Hıristiyan kiliselerce hala yapılır...)

Anabritannica'daki 'ansiklopedik bilgilerde de, Kudüs tapınağı ile ilgili olarak, şunları okumuştuk:

« Birinci Tapınak’ta 5 Sunak vardı:

Bunlardan biri Kudusulakdes Bölümü Giriş'inde, ikisi Yapı'nın içinde, Bronz'dan yapılmış bir Tanesi Sundurma'nın önünde ve Basamaklı olanı Avlu'daydı.

Avlu'da duran Büyük Tunç Tas ya da 'Deniz', Rahipler'in arınmasına yarıyordu.

İlahi Varlık'ın (Şehina) Barındığı yer olarak kabul edilen bu İç Bölme'ye yalnızca Kohen gadol (Yüksek Rahip) Yom Kippur'da girebiliyordu. »

Bu noktada önce , ' İlahi Varlık'ın (Şehina)'nın İslam dilinde 'Tabutu Sekina' olarak ifade edildiğini, bunun aynı zamanda 'anlaşma sandığı' olarak adlandırıldığını anımsamak gerek. Çünkü "Nuh'un Gemisi", öteki dillerde, eski baskı Musevi ve İsacı kitaplarda, gemi olarak değil, 'arca', 'arche' olarak ifade edilir ve bu tıpkı 'tabut',sanduka, küp, ölünün üzerine yatırılabileceği büyüklükteki bir masa üstü’nü, ('sal'/'>'salam'?) anlatan bir kavramdı.

Eski 'Sümer'/Sami tabletlerinin günümüze aktarılırken nasıl okunduğu ve yorumlandığını göstermek bakımından, buradaki en önemli nokta, yukarda aktardığımız 'Büyük Tunç Tas' ya da 'Deniz','(Havuz)' kavramlarıdır.

Demek ki, Kudüs Tapınağının avlusunda "büyük bir Tunç 'Tas'/Havuz" bulunuyordu ve buna aynı zamanda 'deniz' anlamında bir 'ad' da veriliyordu.

Önce, bu tunç 'tas’ın, bir ‘tas’dan ziyade koca bir kazan olduğu açıktı. Daha sonraki gelişimi içinde bu büyük kazan, kilise, manastır girişlerinin 'süs'ü; fıskiyeli havuzlar halini alacaktır. Yine de bu havuzlar 'arınma havuzları' adını taşıyordu. Demek ki, İsa’dan 800 yıl öncesine kadar, Kudüs tapınağının girişinde de, böyle bir özel kazan bulunuyordu.

Bu “havuz”, üstelik oldukça büyüktü ve yaklaşık 44 000 litre kadar su alabilecek genişlik ve derinlikteydi ve “havuz”dan ziyade kazan olarak içindeki sıvıyı kaynatabilecek özellikte tunçtan yapılmıştı ve altında ateş yakılacak şekilde ayakları bulunuyordu. Kısacası bu, olağanüstü ölçülerde bir “Kazan”dı! Bunun Nuh Tufanı başlarken “ısınan kazan” örneği olduğuna pek şüphe yok.

Bu kazan’ın 'deniz' olarak adlandırılması ile suyun içine tuz atılmış olması arasında bir ilişki var mı? Sodom şehri ile, Sodyum arasında bir ilişki bulunuyor mu?

Buna şu anda kesin yanıtlar vermek zor. Fakat her halükarda, Eski Ahit Sodom'lular ile Tuz (Sodyum) arasında bir ilişkiyi bizzat Eski Ahit kurmakta; Tanrının o “sapıkları” (Lutun karısı da dahil) "tuza keserek" yok ettigini yazmaktadır. Musevilik ve Hıristiyanlık, Bektaşilik, Alevilik, Hititler ve Sümer adı verilenlerde de, Tuz vurgusu ve ritüel aracı olarak Tuz kullanımı bulunduğunu görmüştük. 'Tuz' ile ilgili yaşayan deyimler, sadece tuzun insan yaşamında yeri olması dolayısıyla var olmuşa benzemiyor...

Kudüs Tapınağındaki bu kazan’ın aynı zamanda 'deniz' olarak adlandırılması, öte yandan, Nuh’un 'tabutunun', 'arca'sının da 'gemi' haline dönüşebilmesini de tümüyle anlaşılır kılıyor. Böylece, aslında bu tür ortak tapınaklarda başlangıçta gerçekleşen, toplulukların kutsal kişisinin, topluluk namına kurban edilmesi ('insanlık namına kurban’ edilen, sunan-sunulan İsa, bu geleneğin sadece son örneklerinden birisidir..) ve onun kutsal etinin yenilmesi, basbayağı yamyamlık törenleriydi ve bu yamyamlık , ittifak ayinlerinden birisi, en son ortak yapılan tören, bize, “Nuh Tufan anlatımı” olarak, son derece inandırıcı biçimde, gelebilmişti. Kutsal buluşma çadırı ve Kudüs tapınağında da bulunan "3 bölüm/ 3 oda" da Nuh'un 3 katlı gemisi olmuştu.

'Tapınak' kavramı da 'dağ' olarak yorumlanınca, bu kutsal yamyamlık düzenli törenleri, toplumsal bilincin dışına, uygun bir senaryoyla, fazla zorlanılmadan itilebilmiş oluyordu.

Eski Ahit'te 'Tabutu Sakini’nin bulunduğu en kutsal bolüme Harun'un girme isteğini Musa, büyük bir şiddetle engellemiştir. Bu engelleme,'yoksa ölürsün' biçimindeki bir tehdit boyutundaydı. Musa’nın Harun veya Kâhinlere ölüye dokunma yasağı getirmesi ile "en kutsal bolüme" giriş yasağı aynı "koruma" mantığı dizgesi üzerinde durur. Bazı kurbanların sadece tanrıya sunulması, yenmemesi, bazı kurbanları sadece kâhinlerin veya Harun ile oğullarının yiyebilmesi vb. kurban konusunda eski geleneklerin uygulanmasının, toplumdan temsilcilere geçirme yoluyla sınırlanma süreci yaşandığını gösteriyor.

 Tanrıya verilen, yakılan, dökülen sunu, aslında eskiden bizzat toplumun yediği, içtiği sunulardı. Hayvan/bitki sunumundan önceki dönemde ise söz konusu olan basbayağı insan kurbanlardı. Tanrının “kurbanı sadece bana sunun” diye emir vermesi, bu kurbanların toplumun günlük yaşamından çıkarılmasının yolunu açar. Sıradan imanlıya kalan ise, kutsal kişiye dokunmak, artık abdest suyunu içmek, yatırları öpmek gibi eski yamyamlık döneminin sembolik kalıntılarıydı.

Yukarda gördüğümüz 'Deniz' kavramını Enki/Abzu döneminden itibaren tanıyoruz. Fakat orada 'Tatlı su denizi', 'Yeraltı su kaynağı', 'kaynayan yeraltı suları' gibi, aslında daima, Kudüs tapınağının önündeki kurban kazanları türünü anıştıracak şekilde ele alınıyorlardı. Muhammed, kendinden 3–4 bin yıl önceki bu toplu kazanlı kutsal törenleri bilmediği ve sadece bazı eski ilahilere, yazılara dayandığı için olsa gerek, Kuran’da, coşkun bir şekilde anlatılan Tufan sırasında birden bu nedenle "kazan" türü kavramlarla karşılaşırız. "Sular ısınıyor", "kazan kaldırma" vb. tanımları eski toplumun bu tür ilişkilerine dayanır.

Bay Kramer, “Sümer Kıraliyet Listesi”nde:

"Eanna'da Utu*'nun (* : Anu, Samu, Od, Nar, Har vb.nin karşılığıdır ve başlangıçta ateş, sonra da güneş anlamı da kazanmış görünüyor) oğlu Meskiaggaser denize girdi, dağa çıktı"

biçimindeki yer alan ifadedeki, 'deniz' ve 'dağ’ı, şimdiki anlamlarıyla, basbayağı deniz ve dağ olarak ele almıştı. Eğer Meskiaggaşer, 'deniz'e girip 'dağa çıktı' ise, ona da haritaya bakıp uygun bir güzergâh çizmekten başka geriye bir şey kalmaz!

Bay Kramer bu tutumunu “Gilgamış’ın 7 dağ geçmesi”ni yorumlarken de yapar; Gılgamış’a bildiğimiz dağ’ları geçirten bir güzergâh çizer.

Fakat bunun yerine, 7 ayrı 'tapınağa' çıkıp ibadet ettiğini düşünmek, çıktığı yolculukta tanrılardan onay alması bakımından, çok daha yerinde görünüyordu. Çünkü eski tabletlerdeki 'dağ', tapınak anlamındaydı.

Eski yazılar ve onların çok sonra eski Yunanlılarca aktarılmış versiyonlarında Tiamat veya bir başka Tanrı 'dağ' yaratınca, bunun bildiğimiz Himalayalar, Zagroslar, Ağrı veya Cudi gibi dağlar olduğu sanılır. Yorumcular da genellikle öyle ele almıştır. Bu ilk 'dağ', hangi nedenle olduğunu tam bilemiyorum, tapınak tanımı olarak da kullanılıyordu. Zaten, ilk tapınağı, ana tanrıçanın, İnanna/İştar çiftleşme alanları, gece vakti ay ışığında girilmek üzere, olarak inşa ettiği üzerine bir yazı yayınlamıştım. Burada,gece vakti, vurgusu, 'gün batıp da akşam olunca, ay çıkınca' vurgusu çok önemlidir ve eski toplumda başlangıçtaki zımni ittifakın yapısını sergiler. İttifak kursalar da, erkekler, dünkü düşmanlarının gündüz vakti kendi topraklarına ayak basmalarını içlerine sindiremezler. Böylece,İştar ve İnanna’nın 'ay hesabı', ve ‘ay'a bağlı özellik kazanmaları, yıldızlara doğru yolculuklara başlamalarının da önü açılmış olur.

Uzmanlarımızın eski kayıtları yorumlama biçimleri olduğu kadar, okuma biçimlerinde de ciddi sorunların var olduğu görülüyor. Dönemsel ayrımlar yapılmasında faydalı bir rolü olmakla beraber, orada oldukça çok 'özel isimler' üretildiğini görürüz. Bay Kramer'in Meskiaggaşer'i de bunlardan birisiydi.

Eski toplumda, başlangıçta bireylerin özel isimleri yoktu. Bu toplum birimlerin başlangıçtaki yapısının dağılmasına bağlı olarak şekillenmiş bir belirleme unsuru olarak ortaya çıkmıştır.

Orada yetki tanımları, kurum adlandırması vardı. Dolayısıyla Meskiaggaşer okunuşunun ne kadar doğru olduğu bir yana, onun birleşik kavram yapısının çözülmesi bizi eski topluma biraz daha yaklaştırır ve şimdiki toplumla varlığı kaçınılmaz olarak bulunan bağlantıların kurulabilmesini sağlar.

Bazen Nusku olarak okunup yazılan eşdeğer kavram hem Avesta'da (onu yazan bir başka taraf olduğu için, 'kötü’lük temsilcisi olarak yansıtılır) ve hem de Enlil'in sözcüsü olarak eski tabletlerde bulunmaktaydı. Bu, 'Mesih’in okunuşunun bir türüne benziyor.

İsacılık kültü, Enlil Baba’nın Kutsal Ruh'uyla bağıntılı olduğu için, Isa Mesih sözcüğünün bizzat kendisini, eski toplumda bulup çıkarmak gereklidir. Çünkü öncelleri oradadır. Yazıcıların neden 'Meskiaggaser' biçiminde yazmış olduklarını bilme olanağımız yok ama bu kavram herhalde, Mesih ve İşaggu kavramlarından oluşuyordu. İşaggu’nun ters okunuş biçimi olarak Aggasi, İran’da hala kullanılan bir 'isim'dir. 'Agga', şimdide kullanılan anlamda “büyük”, olmalıydı ve Hammurabi bütün bunları 'Bel, En' anlamıyla eşit, yönetici, kıral anlamına denk düştüğünü açıklar. Her farklı topluluk, bu kurumu kendi ses ve anlam değeriyle niteliyordu.

Bu duruma göre, söz konusu 'Meskiaggaşer', 'denize' girmiş, arınmış ve tapınak ayinine katılmış olabileceği gibi; bir ittifak töreninde kurban edilmiş ve böylece 'tapınağa' yerleştirilmiş olabilirdi.

Fakat herhalde ,onun yolculuğu, haritada gödüğümüz deniz ve dağ’lara ilişkin değildi...

http://toplumvetarih.blogcu.com/kudus-tapinaginda-deniz-in-anlami/521823




                               'Nuh Tufan'ı Doğal Afet Değil, Bir Ritüeldir...
                                  Tufan Bir 'Kıyamet Ayini'ydi !

Kutsal kitaplarda “Tufan”, tanrısal bir afet, “sel-su baskını”, olarak ele alınır.

Şimdi artık biliyoruz ki, “su”, eski ‘yaratılış’ anlatımlarının ilk anlarından itibaren ‘tatlı su’ ve ‘tuzlu su’ olarak karşılaştığımız, daha o zamandan ‘kutsal’ olan kavramların başlarında geliyordu. 

Enuma Eliş anlatımında, “Yukarı”da olan “Kuzey Mezopotamya” ve “Aşağı”da olan “Güney Mezopotamya” temel toplum birimlerinin ( veya “Akkad” ile “Sümer” ) birbirleriyle karşılıklı ilişkileri, “…suların karışıp bir olduğu” bir durum olarak, yani bir çeşit ‘ittifak’ olarak ifade ediliyordu. Bunlardan Apsu “tatlı su okyanusu”nu, Tiamat ise “tuzlu su – deniz”i anlatıyordu ve bu aşamada, daha tanrılar bile henüz “yaratılmış” değildi.

Tam da bu nedenle, Eski Ahit'teki “yaratılış” anlatımının tanrısı veya tanrıları, 'su'ları yaratmayı hiç düşünmemişlerdi. Eski Ahid’in tanrısı, 7 günlük o “kutsal yaratış serüveni”ne, yani “kutsal tarih” sahnesine, “ruhu’nun sularda dalgalandığı” bir andan itibaren çıkmıştı. İslam’ın Muhammed’i de, aynı temel aktarım tarzına bağlı kalarak, farklı “yaratış elementleri” arasında, Kuran’da, tanrının bütün canlıları “sudan” yarattığından da bahseder. Bu bakımdan, bir ‘sel' olarak; suda boğarak öldürme biçimli bir Tufan’dan bahsedildiği noktada 'su' kavramının geçmişteki kullanım değerlerini bilmek gereklidir ki, tarih sahnesine çıkarken Tanrı’nın “ruhunun” neden gök’lerde değil de “suların üzerinde dalgalandığı” anlaşılabilsin!

Tanrısal bir “afet”, “kıyamet” haliyle ve anlamında 'Tufan'ın, kutsal yazılarda, sadece ‘İnsanoğlunun değil, öteki canlıların bazı türlerinin de ‘cezalandırıldığı’ bir olay olarak anlatılması da, eski insan toplumunun totem dönemindeki kurban sunum geleneklerinin anlatımını vermekteydi. Çünkü, Tanrı, “İnsanoğlu”nun suç ve kan dökücü günahlarından ötürü “kuşların”, “sürüngenlerin” ve öteki “ehli ve yabani hayvanların” (en azından bir bölümünün), cezalandırılmasının hiç doğru olmayacağını bilecek kadar adaletli olmalıydı.

Gel gelelim, dinsel anlatımlara göre, Tanrı, bu noktada “adalet” konusunu hiç dikkate almaz: Nuh’un “gemi” (*1) sine örnek olarak bindirmesini öğütlediği (sayıları değişik verilen) “topraktan yaratılmış” hayvanları, kuşları, öteki (bazı) sürüngenler dışında kalanları da, “sel taşkını” olarak yorumlanan bir ‘Tufan’ yoluyla tamamen yok eder!Burada, söz konusu olanların "totem hayvan"larla ifade edilen insan toplulukları olduğu çok açıktır. “Topraktan yaratılmış hayvan, sürüngen ve kuşlar” ifadesi, bu tür hayvan totem sembolleriyle ifade edilen “Toprak”, yani ön Assur topluluklarının bir bölümünü anlatıyor olmalıydı.Göbekli Tepe’de, Domuz’dan Eşeğe, Leylek'ten Turna'ya, Kertenkele'den Akrep ve Örümceğe kadar karşılaştığımız bu tür totem hayvanlarla ifade edilen gerçek insan toplulukları bulunuyorlardı ve Tanrı'nın "cezalandırdığı" hayvan veya sürüngenler ile kuşlar, işte, gerçekte, bu insan topluluklarını ifade ediyordu!

Bu nedenle de, Nuh, Tufan’dan “kurtulur kurtulmaz”, anlatıma göre, elinde kalmış bu bir kaç hayvanı da Tanrı(lar)a adak sunusu olarak, hemen kazanlar kurup kurban etmektedir, vb.

Bu anlatımlarda, hayvan veya bitki totemler aracığıyla ifade edilenler, kuşkusuz, gerçek eski Mezopotamya topluluklarıydı. Bu bakımdan, anlatımda ‘cezalandırılan’ “insan ve hayvan”lar, ‘Toprak’tan (*2) ‘yaratılmış’ olan, yani “Kara başlı”lar topluluğunun totem hayvan ve bitkilerle temsil edilen bir kesimi idi ve bu ayin esnasında, “kıyamet töreni” sırasında Kıyıma, Kıyama, Kıyamet'e uğratılan topluluklardı. (*3) Eski toplumda bu tür “Tufan”lar birer “ayin, tören, bayram, kıyamet” olduğu için de, eski Akado sammaru ilahilerindeki Tufan, her şeyden önce “tapınaklarda başlamakta”ydı. (*4)

Su-sel baskını haliyle bilinen anlatılan Tufan’ın, eski toplumda bir kutsal ayin türü olduğunu artık tamamen açığa çıkarmış durumdayız. (*5) Enki veya Apsu, ‘su’lar, ‘tatlı su okyanusu’ vb. olarak ifade ediliyorlardı.

                                                                                     http://toplumvetarih.blogcu.com/.../12612542



 
                    Sayın Muazzez İlmiye Çığ’ın Hatalı Tufan Kavrayışı

Muazzez İlmiye Çığ, “Nuh Tufan’ı” bağıntısında, geçen yıllarda, “Karadeniz Tufan’ı” tezine yakın duruyordu; daha sonra ise bu görüşünden vazgeçerek, “Sümerlilerin Tufan’ı”nı Orta Asya steplerinde aramaya başlamış olduğunu, kitabında, şöyle özetliyor:

“Ben Karadeniz’de olan bu Tufan olayını ilk kez İstanbul Üniversitesi Prehistorya bölümünde Walter Pitman’ın bu konuda verdiği Konferansta duymuştum. Daha sonra Cumhuriyet Bilim Teknik dergisinde bu konuyu okuyunca Sümerlilerin yazdıkları Tufan olayının bundan kaynaklanmış olabileceğine oldukça aklım yatmış ve Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sumer’deki Kökeni kitabımın 51. sayfasında not olarak vermiştim. Fakat olayın Sümerlilere geçiş varsayımı beni pek tatmin etmiyordu. Çünkü bu büyük olayın etkisinin Sümerlilere gelinceye kadar, Karadeniz’in etrafında ve Anadolu’da yaşayanlar arasındaki yerel söylencelerin bulunması, oraların Sümerlilerle bir bağlantısı olması beklenirdi. Hatta oradan Avrupa’ya gidenler bu olayı anlatmış olmalılardı. Halbuki buna ait bir iz olmadığı anlaşılıyor. Bu yüzden Sümerlilerle bu olay arasında bir bağlantı kuramıyor; ama bir bağlantının gerekliliğine inanıyordum. İşte ön sözde sözünü ettiğim kitaplar [ Benim Notum: ( “Ufkumu açan kitaplardan biri Begmyrat Gerey’in Beş Bin Yıllık Sümer- Türkmen Bağları adlı kitabı…. İkincisi Doç. Dr. Tahsin Parlak’ın Tufan’dan Turan Denizi’ne, Turan Denizi’nden Günümüze Aral’ın Sırları adlı kitabı… M. İ. Çığ sf.9/10) ], diğer araştırmalarımın sonuçları bana Sumer Tufan olayının Orta Asya’daki taşkınlıklardan kaynaklanmış olabileceğini, Sumerlilerin oralar ile bağlantıları olduğunu açıkça gösteriyordu. “ (M. İ. Çığ, adı geçen kitap, sf. 73/74)

Her şeyden önce, “Sümer Tufan” anlatımının kaynakları konusunda, “Karadeniz Tsunamisi”nden “Orta Asya Taşkınlarına” doğru bir görüş değişikliği için Sayın Çığ’ın, Cumhuriyet Bilim Teknik dergisi gibi, başvuru kaynaklarının ne ölçüde “bilimsel” bir taban oluşturabileceğini akademi dünyamızın değerlendirmesine sunalım. Bizce bu “görüş değişikliği” süreci ve dayanılan “kaynak”lar, yıllarını Akado sammaru tablet çözümlerine hasretmiş bir bilim insanı için oldukça üzücüdür.

Fakat bütün bunlar işin sadece bir yanıdır.

Her şeyden önce, Sayın Muazzez İlmiye Çığ, öteki bir dizi “realist”, “gerçekçi”, “doğacı” bilim adamı veya tez sahibi gibi, Tevrat’taki haliyle Tufan anlatımının “doğal bir sel afeti”, “tsunami” olayına; tarihteki doğal bir felaketin insan belleğindeki izlerine dayanmış olabileceğinden yola çıkmaktadırlar.

Onlar için, anlatımlardaki “sel”, bildiğimiz anlamıyla bir “su taşkını”; anlatımlardaki “insan toplumu” , bildiğimiz anlamıyla “yeryüzü”nün bütün insanlığı” ; anlatımlardaki “yeryüzü”,”dünya”, “toprak” ise, şu anda bilinen haliyle “yer küremiz” ; anlatımlardaki “gemi” ise, şu anda da bildiğimiz haliyle bir “kayık”, “gemi”, “sal” idi…

Çalışmalarım içinde göstermeye çabaladım ki, Akado-sammaru kayıtlarında ve ondan kaynaklanan “kutsal tufan” anlatımlarında bahsedilen “Su taşkını haliyle Tufan”, aslında bir dizi farklı türü bulunan “kıyamet ayinleri”, “insan kurban edimli ziyafet bayramları”nın sadece biri idi. Bu nedenle de, anlatımlardaki tanrı, böyle bir “tufan” ile, mutlaka suda boğma yoluyla bir “tufan” tanımlıyor ve gerçekleştiriyordu.

Mezopotamya’da birbirinden farklı bir dizi Tufan, yani “kıyamet” biçimleri bulunuyordu. “Suda boğma” veya Cehennem’in “ kaynar sularda haşlanma” motifleri bulunduğu kadar “veba salgınları”; “karakış” kıyametleri; “yangın afetleri” de, tıpkı, Mezopotamya’daki toplum birimlerden sadece bazılarının katıldığı “insan kurban edimli ittifak toplantıları”nın farklı türlerini oluşturuyordu.
Kurban veren topluluk için “felaket”, kurban alan toplum için ise “bayram” yönleriyle öne çıkan Kıyamet-Bayram toplantıları birer ritüel olduğu için, tamamen takvimsel bir zemine, takvimsel bir değere oturmaktaydı. Akado Sammaru kayıtlarında ve onlara dayanan sonraki dinlerdeki “kıyamet – bayram ayinleri” genellikle, en az üç günlük bir takvimsel değere sahiptir. “Yaratılış” olarak tanıdığımız olay da, tam olarak bir “kıyamet- bayram ayini” olduğu için, o da “6 gün, 6 gece” sürmüştü.

Bizim tanıdığımız “İnsanoğlu”, genel olarak “insan”ların sadece bir bölümünü; bizim tanıdığımız “yeryüzü”, “toprak” , “dünya”, “küre”, Mezopotamya’nın tarım yapılan “toprak”larını ifade ediyordu. Eski tabletlere göre, “Yukarı Mezopotamya” , zamanla “Gök” ve “Cennet” kavramlarıyla eşitlenmiş ; “Aşağı Toprak”lar ise, “Dünya”, “Toprak” ve “aşağılık insan”ların yerleştiği alanlar olarak ifade edilmeye başlanmıştı. “Yüce Varlıklar” ve “Aşağılık, Kusurlu, Günahlı İnsanoğlu” ayırımın da dayandığı bu ikilemin tarihteki özelliklerine değinmiştik.

Akado-sammaru topluluklarını ve onların kültürlerini birer uydurmalar manzumesi olarak ele almaz; Mezopotamya topluluklarının gerçek varoluş ve yaşayış anlatım biçimleri olarak ele almaya başlarsak, aslında, bütün “hurafeler”, bir şekilde, bizi, geçmiş toplulukların yaşam ve kült biçimlerine taşır. Bunlara ait son derece canlı örneklerin bir bölümünü ele almaya çalışmıştık. Bir topluluğun “marul yemeyi günah” addetmesi veya Paskalya sırasındaki bir günde mutlaka “marul yemesi” gerektiği gibi kurallar, hiç de “aptallık” veya “cehalet” göstergesi sayılmamalıdır. Hıristiyan yortusunda mutlaka “mercimek” (onun da “yeşil” ve “kırmızı” mercimek ayrımı bile bulunuyor!) yemek, “mercimeği fırına vermek”, nasıl ki, cinsel içerikli bir “festival”, “düğün”, “ittifak şenliği” edimini ifade ediyorsa, marul, fasulye, nar veya “kurban eti” yemek veya yememek de bu tür “kıyamet – bayram” etkinliklerine “sunucu toplum” veya “sunulan toplum” olarak katılmış olmak veya olmamayı anlatıyordu.

Bunlarla ilgili daha geniş bilgilere, Tufan ile ilgili yazılarımdan ulaşılabilir.

“Tufan” olayına bir kez, “sel baskını”, “Nuh gemisi”ne de, bilinen “gemi” olarak bakmaktan vazgeçtiğimiz andan itibaren, Akado-sammaru tabletlerindeki “Tufan”dan, “kutsal kitap” denilen “kitaplar”a kadar uzanan bütün Tufan anlatımlarının, aslında ne zaman başlayacağı, ne zaman biteceği belli olan, tapınaklarda icra edilen, insan kurbanlı birer ritüel olduğu ve tek sefere mahsus bulunmadığı anlaşılır.


Gemi artık bir “gemi” değildir. Eski Kudüs tapınağı önündeki “arınma havuzu”, “tunç kazan”dır! Dolayısıyla, Muhammed Kuran’ındaki gibi, Nuh döneminde “kazanı kaynayan gemi” gibi “buharlı gemi” saçmalıklarıyla uğraşmaya da gerek kalmaz.

Tevrat’ın buluşma çadırı veya eski Kudüs tapınak yapısı ve ölçüleri, sanki birebir, “Nuh’a yapılması” emredilen “Üç katlı”, “üçüncü katında mutlaka çatısı olan”, “eni boyuna eşit” vb. ölçü ve plandaki bir “tapınak” yapısı olduğunu açığa çıkmaya başlar.

Türkiye’nin bilim adamları, ateistleri, konular üzerine düşünen, tezler hazırlayan akademisyenleri, dünyanın en şanslı kesimleri arasındadır aslında. Çünkü, anlatılan Tufan’lar bizim topraklarımıza referans vermektedir. Anlatılan Tufan’ların “gemisi” ya, Cudi’ye, ya da “Ararat”a gelip konarlar!

Bu kadar da değil! “Toprağın adamı” olan “çiftçi Adem” bile, muhtemelen eski Asur tarım alanlarında “yaratılmış”tı. Tabii ki, burada dindarların düşündüğü şekilde bir “yaratma” yoktu. Bir tanımlama, “ad verme”, “sınıflama”, karşılıklı birbirini tanıyıp var kabul etme anlamlarında bir “yaratma” idi. Bir meselenin “adını koyalım”, “bu iddianın adını koyalım” dediğimizde, nasıl ki, olayı tanımlamak, tanımak ve tanıtmaktan bahsetmek istiyor isek, eski tanrılar ve eski farklı Adem’ler durmadan “eşyaya ad vermekten”, “varlıkları tanımlamaktan” vb. bahsediyorlar ise, bu aynı zamanda onların “yaratma” edimleri anlamına geliyor olmalıydı.

Bize ulaşmış haliyle Mezopotamya kaynaklı Tufan anlatımlarını eski dünyanın doğal felaketlerinde aramak, bütün “gerçekçi” ve-ya “ateist” görünümüne rağmen, büyük bir yanılgıdır. Orada anlatılan “Tufan”lar, insan kurbanlı ittifak edimleri, felaket, kıyam günleri, kıyamet ve dolayısıyla bayram ritüelleriydi.
http://toplum-ve-tarih.blogspot.com
 


 
 
Muazzez İlmiye Çığ'ın Hatalı Tufan Yorumları....

« Tufan » ile ilgili olarak bizzat sayın M. İ. Çığ tarafından yapılan çeviri aşağıdadır :


Tufan………

Sonra Nintu…gibi ağladı,

Saf inanna , halkı için ağıt yaptı,

Enki kendi kendine danıştı,

An, Enlil, Enki ve Ninhursag…
Göğün ve Yer'in tanrıları
An ve Enlil'in adını soylediler

Sonra Ziusudra, kral....nin paşişu....dı,
Bir koca......yaptı.

Alçak gönüllü, itaatli, saygılı o...

Hergün dikkat ederek, devamlı o...

Her türlü rüyayı ortaya koyarak o...

Göğ'ü ve Yer'i anarak o...

..... tanrılar bir duvar..

Ziusudra, onun yanında durarak dinledi.

« Sol tarafımdaki duvarda durarak,

Duvardan sana bir söz söyleyeceğim, sözümü tut .
Kulak ver benim söylediklerime

Bizden….. bir tufan kült merkezlerini kaplayacak,

İnsanlığın tohumunu yok ederek

Tanrılar Meclisinin sözü, kararıdır

An ve Enlil'in emreden sözüyle

Krallığı, hükümdarlığı son bulacaktır.. »

(Tarih Sumer’de Baslar,s.131

S.N.Kramer, çeviren M.İ.Çığ

TTK Basımevi,Ankara- 1990)

Biraz daha farklı vurgularla çevrilmesi mümkün olan bu anlatımda, sayın M. İ. Çığ’ın, şimdi "Karadeniz Tsunamileri"nde, uzak asya çöllerinde falan aradığı güya ‘bilimsel Tufan’ ile

-« kült merkezlerini kaplayarak.... »

başlayan ;
(6 gün...veya 7 gün..) takvim değeri içinde başlayıp biten bir « Tufan » tanımı arasında en küçük bir ilişki bulunabilir mi ?

Sayın Çığ’ın tercümesinde « kült merkezleri »nde gerçekleşen bu "Tufan", artık biliyoruz ki,Tapınaklarda toplu olarak gerçekleşmiş olan insan kurbanlı bir tören, yani şimdiki toplumların ‘bayram’larından birisi idi.

Ama, ayrıntılarını, gelişme ,dönüşme sürecini izlediğimiz bir tarzda, zamanla bu rituellerden birisi,
- « Nuh Tufan’ı »
halini almış, bazı «dağ»ların başına demirleyen «gemiler » haliyle

[[(oysa, din kitapları, bu ‘araç’ı ‘gemi’ ve olay’ı da ‘su taşkını’ haliyle bir Tufan olarak diye yorumlasa da , yazılı metinler, "gemi"den değil ‘ark’, ‘arca’, küp, tabut, ‘sal’ falan gibi anlamlardaki kelimeler ;
- ‘sel’ taşkını bakımından ise, « su taşkını, sel » den değil, onunla hiç ilgili olmayan , çark-ı-felek düzeninin yönetimin el değiştirme sistemini anlatan türdeki ifadeleri anımsatan kelimeler olarak yazılmaya devam eder..) ]]

bir algılama tarzı sürdürülmektedir.

Böyle bir yaklaşımla « Summer » tarihi anlatilabilir mi ?

« Summer »lerin « İnanna-Dumuzi »si hayali kahramanlar olmaktan çıkarılarak, eski toplumun gerçek yapılanması ve işleyişindeki yerlerine oturtulabilir mi ?
http://toplumvetarih.blogcu.com/muazzez-ilmiye.../4384552
 



 
                        Kuran'ın "Buharlı Gemisi'nin Kaynayan Kazanı"

Kuran: 

"Nihayet emrimiz gelip de tennür (geminin kazanı) kaynayınca Nuh'a: " Her birinden ikişer çift alıp, aleyhinde hüküm geçmiş olanların dışında aileni ve iman edenleri gemiye yükle!" dedik. Zaten onunla birlikte pek azı dışında kimse iman etmemişti.

Nuh: " Binin içine, yürümesi de durması da Allah' ın adıyladır. şüphe yok ki, Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." dedi.

Bunun üzerine göğün kapılarını şakır şakır dökülen bir su ile açtık.

Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık, derken sular önceden takdir edilmiş bir iş için birleşti.

Ve onu elvahlı ve kenetli (tahta ve çivilerden yapılı) bir gemi üzerinde taşıdık, gözetimimiz altında yürüyüp yol alıyordu, inkar ve nankörlüğe uğramış kimseye mükafat olmak üzere.

Gemi, içindekilerle birlikte dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu ve Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna: " Ay oğlum, gel bizimle beraber bin, kafirlerle beraber olma!" diye seslendi.

O: " Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım." dedi. Nuh: " Bugün Allah'ın emrinden koruyacak yok; meğer ki O rahmet ede!" dedi, derken dalga aralarına giriverdi ve o da boğulanlardan oldu."

Nuh Rabbine seslenip: "Ey Rabbim, " elbette oğlum benim ailemdendir, Senin va'din de kesinlikle haktır ve Sen hakimlerin en iyi hükmedenisin!" dedi.

Allah: "Ey Nuh, O, asla senin ailenden değildir. O, doğru olmayan bir iştir. O halde bilmediğin bir şeyi benden isteme! Ben, seni cahillerden olmaktan men ederim." buyurdu.

Nuh: " Ey Rabbim, senden bilmediğim şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer sen, beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen hüsrana düşenlerden olurum!" dedi.

Bir de: "Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de suyunu tut!" denildi ; su çekildi, iş bitirildi, gemi Cudi üzerinde durdu ve bu zalim topluluğa: "Defolun!" denilmişti.

Biz de onu, gemide kendisiyle beraber olanları kurtarıp, yeryüzünün halifeleri yaptık; ayetlerimizi inkar edenleri ise suda boğduk. Bak işte uyarılanların akibeti nasıl oldu?

Bir çok günahları yüzünden suda boğuldular da ateşe atıldılar ve kendilerine Allah'tan başka yardımcılar bulamadılar."

http://toplumvetarih.blogcu.com/.../2524092








Eski 'Sümer'/Sami tabletlerinin günümüze aktarılırken nasıl okunduğu ve yorumlandığını göstermek bakımından, buradaki en önemli nokta, yukarda aktardığımız 'Büyük Tunç Tas' ya da 'Deniz','(Havuz)' kavramlarıdır.

Demek ki, Kudüs Tapınağının avlusunda "büyük bir Tunç 'Tas'/Havuz" bulunuyordu ve buna aynı zamanda 'deniz' anlamında bir 'ad' da veriliyordu.

Önce, bu tunç 'tas’ın, bir ‘tas’dan ziyade koca bir kazan olduğu açıktı. Daha sonraki gelişimi içinde bu büyük kazan, kilise, manastır girişlerinin 'süs'ü; fıskiyeli havuzlar halini alacaktır. Yine de bu havuzlar 'arınma havuzları' adını taşıyordu. Demek ki, İsa’dan 800 yıl öncesine kadar, Kudüs tapınağının girişinde de, böyle bir özel kazan bulunuyordu.

Bu “havuz”, üstelik oldukça büyüktü ve yaklaşık 44 000 litre kadar su alabilecek genişlik ve derinlikteydi ve “havuz”dan ziyade kazan olarak içindeki sıvıyı kaynatabilecek özellikte tunçtan yapılmıştı ve altında ateş yakılacak şekilde ayakları bulunuyordu. Kısacası bu, olağanüstü ölçülerde bir “Kazan”dı! Bunun Nuh Tufanı başlarken “ısınan kazan” örneği olduğuna pek şüphe yok.

Bu kazan’ın 'deniz' olarak adlandırılması ile suyun içine tuz atılmış olması arasında bir ilişki var mı? Sodom şehri ile, Sodyum arasında bir ilişki bulunuyor mu?

Buna şu anda kesin yanıtlar vermek zor. Fakat her halükarda, Eski Ahit Sodom'lular ile Tuz (Sodyum) arasında bir ilişkiyi bizzat Eski Ahit kurmakta; Tanrının o “sapıkları” (Lutun karısı da dahil) "tuza keserek" yok ettiğini yazmaktadır. Musevilik ve Hıristiyanlık, Bektaşilik, Alevilik, Hititler ve Sümer adı verilenlerde de, Tuz vurgusu ve ritüel aracı olarak Tuz kullanımı bulunduğunu görmüştük. 'Tuz' ile ilgili yaşayan deyimler, sadece tuzun insan yaşamında yeri olması dolayısıyla var olmuşa benzemiyor...

Kudüs Tapınağındaki bu kazan’ın aynı zamanda 'deniz' olarak adlandırılması, öte yandan, Nuh’un 'tabutunun', 'arca'sının da 'gemi' haline dönüşebilmesini de tümüyle anlaşılır kılıyor. Böylece, aslında bu tür ortak tapınaklarda başlangıçta gerçekleşen, toplulukların kutsal kişisinin, topluluk namına kurban edilmesi ('insanlık namına kurban’ edilen, sunan-sunulan İsa, bu geleneğin sadece son örneklerinden birisidir..) ve onun kutsal etinin yenilmesi, basbayağı yamyamlık törenleriydi ve bu yamyamlık , ittifak ayinlerinden birisi, en son ortak yapılan tören, bize, “Nuh Tufan anlatımı” olarak, son derece inandırıcı biçimde, gelebilmişti. Kutsal buluşma çadırı ve Kudüs tapınağında da bulunan "3 bölüm/ 3 oda" da Nuh'un 3 katlı gemisi olmuştu.

'Tapınak' kavramı da 'dağ' olarak yorumlanınca, bu kutsal yamyamlık düzenli törenleri, toplumsal bilincin dışına, uygun bir senaryoyla, fazla zorlanılmadan itilebilmiş oluyordu.
 
Kudüs Mabedinde "Tufan'ın Deniz, Kazan ve-ya Gemisi...


 
 

Kudüs Tapınağının avlusunda "büyük bir Tunç 'Tas'/Havuz" bulunuyordu ve buna aynı zamanda 'deniz' anlamında bir 'ad' da veriliyordu.

Önce, bu tunç 'tas’ın, bir ‘tas’dan ziyade koca bir kazan olduğu açıktı. Daha sonraki gelişimi içinde bu büyük kazan,
kilise, manastır girişlerinin 'süs'ü; fıskiyeli havuzlar halini alacaktır. Yine de bu havuzlar 'arınma havuzları' adını taşıyordu. Demek ki, İsa’dan 800 yıl öncesine kadar, Kudüs tapınağının girişinde de, böyle bir özel kazan bulunuyordu.
Bu “havuz”, üstelik oldukça büyüktü ve yaklaşık 44 000 litre kadar su alabilecek genişlik ve derinlikteydi ve “havuz”dan ziyade kazan olarak içindeki sıvıyı kaynatabilecek özellikte tunçtan yapılmıştı ve altında ateş yakılacak şekilde ayakları bulunuyordu.

Kısacası bu, olağanüstü ölçülerde bir “Kazan”dı! Bunun Nuh Tufanı başlarken “ısınan kazan” örneği olduğuna pek şüphe yok.







 

Kudüs Tapınağında 'Deniz'in Anlamı "Kıral ve peygamber Süleyman" zamanında, Tanrının bizzat görevlendirdiği Hiram usta’nın kutsal sunum araçları konusundaki özel çabalarıyla, Kudüs tapınağı yeniden inşa edilecekti... 
Musevi tanrısı, tıpkı Tufan dönemi tanrısı Nuh'a yapmasını öğütlediği "3 katlı ve mutlaka bir bacası" olan bir "gemi"nin planını çizip Nuh'un eline vermişti...
Tanrı, bu çizgisini Musa, Davut ve Süleyman'la da sürüdür ve "3 odalı" ve "mutlaka bacası" olan "Tapınak" modelini dikte eder.(*1)... 
Yapılmış haliyle bu tapınağın Eski Ahit'teki tanımı şöyleydi: «İki sütun ve iki yuvarlak sütun başlığı, bu başlıkları süsleyen iki örgülü ağ, Sütunların yuvarlak başlıklarını süsleyen iki örgülü ağın üzerini ikişer sıra halinde süsleyen dört yüz nar motifi, On (adet) kazan ve ayaklıkları, havuz ve havuzu taşıyan on iki boğa heykeli, Kovalar, kürekler, çanaklar. 
Hiram'ın Kral Süleyman için RAB'bin Tapınağı'na yaptığı bütün bu eşyalar parlak tunçtandı. » İnsanın «ruh veya kalbinin » tanrı ile buluştuğu en kutsal Tanrı mekânı olduğu varsayılan bu tapınakta; boğa, koyun, koç, keçi et ve kanı... kurbanların bazı bölümlerine ait yağların 'yaratan tanrıya' sunulması… bir bölümünün yenilmesi, yakılması, ona vakfedilmesi... bütün tapınağın sunak noktalarıyla, 'havuz', 'kazan', 'mangal'larla, buhurdanlıklarla doldurulması...... 
Bütün bunlar eski tapınakların, toplum birimlerin karşılıklı kurban sunum ve tüketim alanı olduğuna en küçük bir şüphe bırakmıyor. Zaten Museviliğin ve Hıristiyanlığın dilinde «kutsal sofra » bu tapınakların başlangıçta ittifak kurucuların «yeme ve içme» alanı da olduğuna şüphe bırakmaz. 
Hititlerde de "ekmek yemek/su içmek" ibadet etmenin bir anlatım tarzı olarak kullanılıyordu. Sofranın "Masa"da olması geleneğinin bu ifadelerle, tapınaklarda ortak yeme tarzı ile bağı olmalıdır. Yönetim makamlarının "divan" olarak adlandırılması ile "kerevet" kavramının kurban sunumla ilişkilerine değinmiştik. Öte yandan "Sion kızları" üzerine "Süleyman'ın (aşk ) Şarkıları", erken dönemden itibaren bu tapınak mekânlarının aynı zamanda karşılıklı kutsal çiftleşme alanları da olduğunu göstermekteydi ki, zamanımızın "bayram" veya festivallerinde de bu iki özelliği, belli izler üzerinden bile olsa, takip etmek olanaklıdır. 
Bununla birlikte, bu çok kutsal tapınağın, bırakalım içeriksel özelliklerinin incelenmesini, Kudüs, Jarusalem, Ruhulkuds gibi farklı ifadelerin anlamları bile yeterince doğru olarak incelenmiş değildir. Oysa bu tapınak, Muhammed kavminin de taptığı, ilk kıble olmalıydı. 
Ayrıca, Museviliğin «nehirlerinden süt ve bal akan Kenan toprağı» tanımı ile Kudüs arasındaki bağlantıları da ; 'havuz'un, 'nehir'in, « süt ve bal » kelimelerinin tapınakla birlikte ele alınmasının anlamlarını da ele almak gerekecektir. 
Bu tür kelimelerin etimolojik dönüşüm değerlerini; Avesta ve Eski Ahit’te, Ahura Mazda’cılıkta, İslamda hep karşılaştığımız 'arı’ların,'sinek'lerin bu 'bal' ve 'süt' ile bir ilişkileri bulunup bulunmadığını , 'balayı’nı, zaman içinde, tek tek incelemeye çalışmalıyız... 
Her halükarda, bu tapınağın, 'kıble’nin, yapım modelindeki 4 köşesi ile onu 'kıble', 'merkez' kabul eden 4 yöndeki topluluklar arası ittifak simgesi olarak kullanılması ve 5 kutsal sunak’lı yapısı ile de erken dönemin «5 kutsal şehir»inin sembolik sürdürücülüğünü üstlenmesi, Kudüs tapınak modelinin erken dönemde ortaya çıktığını gösteriyor.
Kazılar, Kudüs’teki ilk tapınağın -3500'lü yıllara ait olduğuna işaret ediyor. Kudüs tapınağının ilk yapım döneminin -3500'lere dayanması, mimari biçim ve kullandığı kutsal araç/gereçler, ayrıntılarını giderek daha çok göreceğimiz gibi , bize “sel-su-kıyamet” biçimiyle doğal bir 'Tufan' yorumuyla ulaşan büyük toplu ittifak töreni dönemi ile arasında bağlantı olduğunu da göstermektedir. Bu tapınağın Abraham tarafından kurulduğu düşüncesi, Akado-sammaru anlatımları ve arkeolojik verilerle uyuşmuyor. 
Zaten bizzat Abraham’ın, oğlu İshak’ı önce keserek ve sonra kutsal meşelerle yakarak bu mekânda kurban etmek istediğine bakılırsa, bu alan, çok daha önceden, iki farklı tür sunu biçimini kullanan farklı iki temel topluluğun ittifak merkezi olarak kullanılıyor olmalıydı ve Abraham da,önceki bir geleneğe bağlı olarak bu şekilde hareket etmiş olmalıydı. Kudüs tapınağında kullanılan kutsal araçların, «altın», «gümüş» veya «tunç»tan olması; bazı gereçlerin ise « tahta » veya « taş » olmasına özel itina gösterilmesi gibi noktalar hatırda tutulmalıdır.
 Bu hem, ilgili maden/araçların ilk kullanım alanlarının tapınaklar olduğunun saptanması bakımından, hem de müsabaka kupaları ile "evlilik kutlama" devreleri (Gümüş yıl, Altın yıl vb.) vb. noktalarında 'kutsal din'lerle onların hangi ortak değerlere dayanıyor olduğunun görülmesi bakımından da önemlidir. Girişinde « iki sütun »un ve farklı sunum biçimlerine ait (kazanda haşlama, ocakta yakma, kan dökme, vb. vb.) « 5 sunak »ın, bir de 'havuz'un bulunduğu bu tapınakta « Nar »lı motifler de kullanılmıştı. 
«Nar », bildiğimiz meyve olarak Nar, Musa’nın gezgin tapınağında da özellikle kullanılan bir motifti. Truva’nın çalınan kanatlı at’ında da üçlü üç deste halinde 9 adet bulunan bu sembolik «nar»lar, şimdiki kiliselerin tütsü/buhurdanlık sallama araçları ile aynı yapıdadır. 
"Narına yanmak" kalıpsal ifadesini, "kurban olma" motifini çok kullanan dini deyişler üzerinden de tanıyoruz. «Ateş » anlamıyla Nar (Od, Har, Sam)'ın «çekirdeği meyvesinde bulunan» bir Nar haline sembolik dönüşümü, demek ki, -2000 li yıllarda, çoktan gerçekleşmiş durumdaydı. ( "Nar kutsaması" töreni bazı Hıristiyan kiliselerce hala yapılır...) Ana Britannica'daki 'ansiklopedik bilgilerde de, Kudüs tapınağı ile ilgili olarak, şunları okumuştuk: « Birinci Tapınak’ta 5 Sunak vardı: Bunlardan biri Kudusulakdes Bölümü Giriş'inde, ikisi Yapı'nın içinde, Bronz'dan yapılmış bir tanesi Sundurma'nın önünde ve basamaklı olanı Avlu'daydı. Avlu'da duran Büyük Tunç Tas ya da 'Deniz', Rahipler'in arınmasına yarıyordu. İlahi Varlık'ın (Şehina) 
Barındığı yer olarak kabul edilen bu İç Bölme'ye yalnızca Kohen Gadol (Yüksek Rahip) Yom Kippur'da girebiliyordu. » Bu noktada önce , ' İlahi Varlık'ın (Şehina)'nın İslam dilinde 'Tabutu Sekina' olarak ifade edildiğini, bunun aynı zamanda 'anlaşma sandığı' olarak adlandırıldığını anımsamak gerek. 
Çünkü "Nuh'un Gemisi", öteki dillerde, eski baskı Musevi ve İsacı kitaplarda, gemi olarak değil, 'arca', 'arche' olarak ifade edilir ve bu tıpkı 'tabut',sanduka, küp, ölünün üzerine yatırılabileceği büyüklükteki bir masa üstü’nü, ('sal'/'>'salam'?) anlatan bir kavramdı. 
Eski 'Sümer'/Sami tabletlerinin günümüze aktarılırken nasıl okunduğu ve yorumlandığını göstermek bakımından, buradaki en önemli nokta, yukarıda aktardığımız 'Büyük Tunç Tas' ya da 'Deniz','(Havuz)' kavramlarıdır. 
Demek ki, Kudüs Tapınağının avlusunda "büyük bir Tunç 'Tas'/Havuz" bulunuyordu ve buna aynı zamanda 'deniz' anlamında bir 'ad' da veriliyordu. Önce, bu tunç 'tas’ın, bir ‘tas’dan ziyade koca bir kazan olduğu açıktı. Daha sonraki gelişimi içinde bu büyük kazan, kilise, manastır girişlerinin 'süs'ü; fıskiyeli havuzlar halini alacaktır. Yine de bu havuzlar 'arınma havuzları' adını taşıyordu. Demek ki, İsa’dan 800 yıl öncesine kadar, Kudüs tapınağının girişinde de, böyle bir özel kazan bulunuyordu. 
Bu “havuz”, üstelik oldukça büyüktü ve yaklaşık 44 000 litre kadar su alabilecek genişlik ve derinlikteydi ve “havuz”dan ziyade kazan olarak içindeki sıvıyı kaynatabilecek özellikte tunçtan yapılmıştı ve altında ateş yakılacak şekilde ayakları bulunuyordu. Kısacası bu, olağanüstü ölçülerde bir “Kazan”dı! Bunun Nuh Tufanı başlarken “ısınan kazan” örneği olduğuna pek şüphe yok. Bu kazan’ın 'deniz' olarak adlandırılması ile suyun içine tuz atılmış olması arasında bir ilişki var mı? 
Sodom şehri ile, Sodyum arasında bir ilişki bulunuyor mu?
Buna şu anda kesin yanıtlar vermek zor. Fakat her halükarda, Eski Ahit Sodom'lular ile Tuz (Sodyum) arasında bir ilişkiyi bizzat Eski Ahit kurmakta; Tanrının o “sapıkları” (Lutun karısı da dahil) "tuza keserek" yok ettiğini yazmaktadır. 
Musevilik ve Hıristiyanlık, Bektaşilik, Alevilik, Hititler ve Sümer adı verilenlerde de, tuz vurgusu ve ritüel aracı olarak tuz kullanımı bulunduğunu görmüştük. 'Tuz' ile ilgili yaşayan deyimler, sadece tuzun insan yaşamında yeri olması dolayısıyla var olmuşa benzemiyor... 
Kudüs Tapınağındaki bu kazan’ın aynı zamanda 'deniz' olarak adlandırılması, öte yandan, Nuh’un 'tabutunun', 'arca'sının da 'gemi' haline dönüşebilmesini de tümüyle anlaşılır kılıyor. 
Böylece, aslında bu tür ortak tapınaklarda başlangıçta gerçekleşen, toplulukların kutsal kişisinin, topluluk namına kurban edilmesi ('insanlık namına kurban’ edilen, sunan-sunulan İsa, bu geleneğin sadece son örneklerinden birisidir..) ve onun kutsal etinin yenilmesi, basbayağı yamyamlık törenleriydi ve bu yamyamlık , ittifak ayinlerinden birisi, en son ortak yapılan tören, bize, “Nuh Tufan anlatımı” olarak, son derece inandırıcı biçimde, gelebilmişti. 
Kutsal buluşma çadırı ve Kudüs tapınağında da bulunan "3 bölüm/ 3 oda" da Nuh'un 3 katlı gemisi olmuştu. 'Tapınak' kavramı da 'dağ' olarak yorumlanınca, bu kutsal yamyamlık düzenli törenleri, toplumsal bilincin dışına, uygun bir senaryoyla, fazla zorlanılmadan itilebilmiş oluyordu. 
Eski Ahit'te 'Tabutu Sakini’nin bulunduğu en kutsal bölüme Harun'un girme isteğini Musa, büyük bir şiddetle engellemiştir. Bu engelleme,'yoksa ölürsün' biçimindeki bir tehdit boyutundaydı. 
Musa’nın Harun veya Kâhinlere ölüye dokunma yasağı getirmesi ile "en kutsal bölüme" giriş yasağı aynı "koruma" mantığı dizgesi üzerinde durur. 
Bazı kurbanların sadece tanrıya sunulması, yenmemesi, bazı kurbanları sadece kâhinlerin veya Harun ile oğullarının yiyebilmesi vb. kurban konusunda eski geleneklerin uygulanmasının, toplumdan temsilcilere geçirme yoluyla sınırlanma süreci yaşandığını gösteriyor. 
Tanrıya verilen, yakılan, dökülen sunu, aslında eskiden bizzat toplumun yediği, içtiği sunulardı. Hayvan/bitki sunumundan önceki dönemde ise söz konusu olan basbayağı insan kurbanlardı. 
Tanrının “kurbanı sadece bana sunun” diye emir vermesi, bu kurbanların toplumun günlük yaşamından çıkarılmasının yolunu açar. Sıradan imanlıya kalan ise, kutsal kişiye dokunmak, artık abdest suyunu içmek, yatırları öpmek gibi eski yamyamlık döneminin sembolik kalıntılarıydı. 
Yukarıda gördüğümüz 'Deniz' kavramını Enki/Abzu döneminden itibaren tanıyoruz. Fakat orada 'Tatlı su denizi', 'Yeraltı su kaynağı', 'kaynayan yeraltı suları' gibi, aslında daima, Kudüs tapınağının önündeki kurban kazanları türünü anıştıracak şekilde ele alınıyorlardı. 
Muhammed, kendinden 3–4 bin yıl önceki bu toplu kazanlı kutsal törenleri bilmediği ve sadece bazı eski ilahilere, yazılara dayandığı için olsa gerek, Kuran’da, coşkun bir şekilde anlatılan Tufan sırasında birden bu nedenle "kazan" türü kavramlarla karşılaşırız. 
"Sular ısınıyor", "kazan kaldırma" vb. tanımları eski toplumun bu tür ilişkilerine dayanır. Bay Kramer, “Sümer Kıraliyet Listesi”nde: "Eanna'da Utu*'nun (* : Anu, Samu, Od, Nar, Har vb.nin karşılığıdır ve başlangıçta ateş, sonra da güneş anlamı da kazanmış görünüyor) oğlu Meskiaggaser denize girdi, dağa çıktı" biçimindeki yer alan ifadedeki, 'deniz' ve 'dağ’ı, şimdiki anlamlarıyla, basbayağı deniz ve dağ olarak ele almıştı. Eğer Meskiaggaşer, 'deniz'e girip 'dağa çıktı' ise, ona da haritaya bakıp uygun bir güzergâh çizmekten başka geriye bir şey kalmaz! 
Bay Kramer bu tutumunu “Gılgamış’ın 7 dağ geçmesi”ni yorumlarken de yapar; Gılgamış’a bildiğimiz dağ’ları geçirten bir güzergâh çizer. Fakat bunun yerine, 7 ayrı 'tapınağa' çıkıp ibadet ettiğini düşünmek, çıktığı yolculukta tanrılardan onay alması bakımından, çok daha yerinde görünüyordu. 
Çünkü eski tabletlerdeki 'dağ', tapınak anlamındaydı. Eski yazılar ve onların çok sonra eski Yunanlılarca aktarılmış versiyonlarında Tiamat veya bir başka Tanrı 'dağ' yaratınca, bunun bildiğimiz Himalayalar, Zagroslar, Ağrı veya Cudi gibi dağlar olduğu sanılır. Yorumcular da genellikle öyle ele almıştır. 
Bu ilk 'dağ', hangi nedenle olduğunu tam bilemiyorum, tapınak tanımı olarak da kullanılıyordu. Zaten, ilk tapınağı, ana tanrıçanın, İnanna/İştar çiftleşme alanları, gece vakti ay ışığında girilmek üzere, olarak inşa ettiği üzerine bir yazı yayınlamıştım. 
Burada,gece vakti, vurgusu, 'gün batıp da akşam olunca, ay çıkınca' vurgusu çok önemlidir ve eski toplumda başlangıçtaki zımni ittifakın yapısını sergiler. İttifak kursalar da, erkekler, dünkü düşmanlarının gündüz vakti kendi topraklarına ayak basmalarını içlerine sindiremezler. 
Böylece,İştar ve İnanna’nın 'ay hesabı', ve ‘ay'a bağlı özellik kazanmaları, yıldızlara doğru yolculuklara başlamalarının da önü açılmış olur. 
Uzmanlarımızın eski kayıtları yorumlama biçimleri olduğu kadar, okuma biçimlerinde de ciddi sorunların var olduğu görülüyor. Dönemsel ayrımlar yapılmasında faydalı bir rolü olmakla beraber, orada oldukça çok 'özel isimler' üretildiğini görürüz. 
Bay Kramer'in Meskiaggaşer'i de bunlardan birisiydi. Eski toplumda, başlangıçta bireylerin özel isimleri yoktu. Bu toplum birimlerin başlangıçtaki yapısının dağılmasına bağlı olarak şekillenmiş bir belirleme unsuru olarak ortaya çıkmıştır. 
Orada yetki tanımları, kurum adlandırması vardı. Dolayısıyla Meskiaggaşer okunuşunun ne kadar doğru olduğu bir yana, onun birleşik kavram yapısının çözülmesi bizi eski topluma biraz daha yaklaştırır ve şimdiki toplumla varlığı kaçınılmaz olarak bulunan bağlantıların kurulabilmesini sağlar. 
Bazen Nusku olarak okunup yazılan eşdeğer kavram hem Avesta'da (onu yazan bir başka taraf olduğu için, 'kötü’lük temsilcisi olarak yansıtılır) ve hem de Enlil'in sözcüsü olarak eski tabletlerde bulunmaktaydı. 
Bu, 'Mesih’in okunuşunun bir türüne benziyor. İsacılık kültü, Enlil Baba’nın Kutsal Ruh'uyla bağıntılı olduğu için, Isa Mesih sözcüğünün bizzat kendisini, eski toplumda bulup çıkarmak gereklidir. Çünkü öncelleri oradadır. 
Yazıcıların neden 'Meskiaggaser' biçiminde yazmış olduklarını bilme olanağımız yok ama bu kavram herhalde, Mesih ve İşaggu kavramlarından oluşuyordu. İşaggu’nun ters okunuş biçimi olarak Aggasi, İran’da hala kullanılan bir 'isim'dir. 'Agga', şimdide kullanılan anlamda “büyük”, olmalıydı ve Hammurabi bütün bunları 'Bel, En' anlamıyla eşit, yönetici, kıral anlamına denk düştüğünü açıklar. 
Her farklı topluluk, bu kurumu kendi ses ve anlam değeriyle niteliyordu. Bu duruma göre, söz konusu 'Meskiaggaşer', 'denize' girmiş, arınmış ve tapınak ayinine katılmış olabileceği gibi; bir ittifak töreninde kurban edilmiş ve böylece 'tapınağa' yerleştirilmiş olabilirdi. Fakat herhalde,onun yolculuğu, haritada gördüğümüz deniz ve dağ’lara ilişkin değildi...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder