İslamizasyon
Sürecinde Bir Türkiye…
Dinsel
Temelde Yeniden Şekillenişin Toplumdaki
Bazı Yansımaları Üzerine
01.2.2009
Safa Kaçmaz
Toplumumuzun
ve onun yansıtıcısı Parlamento’nun artık dinsel jargonla konuşmaya başlaması;
Kuran ayetlerindeki “anlamları” artık açıkça tanımlamaya ve bunları konuşmaya
başlaması, demokratik platform terminolojisinden İslami jargona geçiş
süreci içinde yaşadığımızın da bir göstergesi…
Türkiye'nin
İslami bir topluma ve İslami bir devlete doğru dönüşüm süreci, kaçınılmaz
olarak dinsel konuların tartışılmasında yoğunlaşmaya yol açacaktır. Daha
şimdiden, TV’lerin açıkça "kumar" özelliği gösteren yayınlarına
kadar, para kutuları "İnşallah büyük para kazanma", "İnşallah
küçük kutu açma" motifleriyle dolmuştur. Her cümlede birden fazla
"İnşallah"cı lafın geçmesi ve bu söylem tarzının artık kanıksanmış
olması bile, toplumsal gidişatın yönelimini açıkça gösteriyor.
“Aldatılmış”lığını
fark etmesinden kısa bir süre önce Ertuğrul Özkök, belki İslami bir
Diyarbakır’ın, Kürt sorunun barışçıl çözümüne katkıda bulunabileceğine kanaat
getirerek, “ İnşallah, Diyarbakır’ı AKP alır” gibi imani bir temenni de
bulunmuştu… Bir süre sonra DTP’li Belediye başkanı da “Allah’ın
izniyle... hizmete devam” temennisini dile getirmişti..
"Türban
yasası" sadece, giderek kanıksanmış ve-ya kanıksanmakta olan
dinselleşme sürecinde yeni bir uyarıcı etki ortaya çıkarmıştır; daha fazla değil…
Ertuğrul Özkök’ün de “aldatılmışlık” duygusu bu noktada şekillendi.
Anımsayalım
ki, İslami çevreler, bundan 25 yıl kadar önce başlayan bir şekilde,
açıkça "Laiklik karşıtı" görünür olma yönünden, "Laikliğin yeni
bir yorumu" düzeyine geçme argümanına dayanmaya başlamışlardı. Yönetim
çevreleri de uzun bir süredir "Laikliği yeniden yorumlama" sözü
ediyorlardı. Arınç dönemindeki bu tartışmaları anımsıyoruz. "Kişilerin
Laik olamayacağı"; "Devletin Laiklik kavrayışının” değişmesi söylemi,
devletin laik özelliğinin ortadan kaldırılması çabasının gizleyici kutsal
örtüsü gibi kullanılıyordu. Bugünlere "Laik devlette zorunlu
(Sunni İslami) din dersleri", "Diyanetin kollosal bütçesi" vb.
yoluyla gelinmiştir. Şimdi yarattığı ejderhadan ürken sayın Demirel’in
zamanında övünç duyduğu İmam hatip lisesi açma şampiyonluğundan, “kesilmeyecek
Kuran ve Ezan sesi” edebiyatından; Meclisi açma konuşmalarını “Cenabı Allah’tan
niyazlı” bitiş cümleleriyle kapamaktan…
"Büyük
Atatürkçü" Kosmos Paşa'nın ABD’nin "Yeşil İslami
hat" proje ortağı olması, "Yeni Dünyanın ekonomik düzeni"
ortamında tam olarak yerine oturdu. Yıllardan bu yana "Kürt
sorunu"nun "silah yoluyla çözülemediğinin" görülmesi,
Türkiye'nin İslami kardeşlik yoluyla Kürtleri kardeşleştirme projesine iyice
adapte olmasını da hızlandırmış görünüyor. Bunların önemli MKG
belgelerine giriş sürecini daha önce incelemiştik. Orada da, bir bütün olarak
PKK değil, onun yöntemleri, silahlı metodu kullanması hedef alınıyordu.
AKP ile Barzani-Talabani’yi birleştiren, "İslami kardeşlik-İslami
Ümmetlik" ortak toplumuydu ki, bu somut proje, ABD'nin Ortadoğu’da dinsel
ve mezhepsel haritalar çizme yeni hedefiyle de tam olarak uyuşmaktadır.
"Türkiye'nin
bölünme" fobisine odaklanmış çevreler, aslında, bu projede sadece bir
bölünme değil, daha büyük bir İslami devlete dönüşme hedefinin bulunduğunu tam
olarak gördüklerinde, büyük olasılıkla, "Ankara’dan Musul’a"
projesinin yanında yer alacak görünüyorlar. Bu projeye sistemin kurucu
güçlerinin ne ölçüde katkıda bulunacağını zaman içinde birlikte göreceğiz.
Çok
"milliyetçi" görünen Ağar'lardan, Bahçeli'ye kadar olan politik
iklimdeki yapıların AKP ile geçmişte de izlediğimiz bu uyuşumu, hiç tesadüfî
değildir ve basit bir seçim yatırımı olarak ele alınmaları son derece hatalıdır.
Medyamızın
görüş açıları maalesef son derece sınırlı...
Türkiye'nin
özel koşulları nedeniyle hızlı ve ağır bir şekilde yaşadığı bu yapısal dönüşüm,
salt bize özgü nedenlere bağlı değildir. Bütün dünya, ulusal ekonomileri
yıkmış küresel sermaye karşısında, toplumsal düzeylerde yeni bir
şekillenme geçiriyor. AB-D ülkelerinin yöneticilerinin de sık sık şahit
olduğumuz gibi "Hıristiyan kökenlere dönme" vurguları, dünya sathında
yaşanan dinsel yeniden toparlanış-şekillenişin gereklerinden ötürüdür.
Yaşadığı
ülke ile birey arasındaki aidiyet ilişkileri, eskiden olduğu gibi, artık "Ulusal
bağ”lar üzerinden değil; "dinsel bağlar" üzerinden yeniden
şekilleniyor. Dolayısıyla, ulusal devletler kurma çağında "ulusal dinler"
oluşturmaya kadar geriletilmiş şimdiki “Semavi din”ler, önlerine açılmış
bu engelsiz sahada mevzi üzerine mevzi, alan üzerine alan kazanıyorlar.
Türkiye'de
Türban, bu bakımdan hiçbir şekilde "bireysel özgürlük" alanıyla
sınırlı ele alınamayacaktır; çünkü konunun tabiatı, onu dinsel gelişimin laik
devleti yıkma çabasına bağlıyor.
Hiç
kuşkusuz pedagojik bakımdan, dinsel gelişim kendi insan tipolojisini de
yerleştirerek ilerliyor. Bu tartışma da, türban bağlayanların bunu “özgür
iradeleri” ile yapıp yapmadıkları" üçüncü sınıf bir tartışma alanına
hapsolmaktır.
Çok kısa
bir zaman içinde, tıpkı bir süre önce basına yansıdığı gibi, "Kuran
emrine veya uygulamasına göre" 9 yaşındaki kız çocuğunu
"tamamen özgür iradeleri" ile evlendirmeye hazır ebeveynlerin
"özgürlük" talebi ile de karşılaşacağız; Kuran metni ve Peygamber
uygulamaları orada durdukça ve "hepimiz Kuran'a inanıyoruz elbette…"
argümanı kullanılmaya devam edildikçe, bu olacaktır; şimdi, öteki şeriat
ülkelerinde olduğu gibi. 15’inde bir kız değil de, 9’undaki bir kızla evlenmiş
olan yöneticiler, bu tabloda hiç aykırı durmazlar.
"Hepimiz
elhamdülillah Müslümanız" edebiyatı, bu nedenle kaçınılmaz olarak
parçalanacak ve toplumun bu alanda iki cepheli radikalleşmesi, herhangi
basit bir toplumsal konuda nasıl oluyor ise, aynı biçimde olacaktır. Bu,
Türkiye’nin önündeki asıl süreç olarak görünüyor.
Fakat
Türkiye'nin İslamizasyonu süreci, tehlikesiz bir yöndeki ilerleme değildir.
Tersine, o, asimile etme çabasında başarılı olamamasının neticelerini gördüğü
Kürt meselesinde olduğu gibi, içselleştiremediği mezhepler arası
çatışmanın fitilini ateşlemiş durumda bulacaktır kendisini.
Türkiye'nin
bir dizi önemli öteki sorunu dururken, Başbakan'ın son "Ulusa
Sesleniş" konuşmasının iki önemli noktası, "Barcelona-İstanbul
Medeniyetler İttifakı" oluşumu ve "Alevi Misafiri" olma
olayıydı. Barcelona- İstanbul hattında "İslam medeniyeti" temsilcisi
sıfatıyla yer alanların, oradaki yerlerini sağlamlaştırmak bakımından,
Türkiye'yi kendi anladıkları içeriğiyle İslami yorum temelinde güçlendirmeleri,
Alevilik inanç mensubu vatandaşların onların bir numaralı hedefi, av hedefi,
halinde algılamalarına yol açacaktır. Bunun hangi tehlikeli gelişmelere yol
açabileceğini görmek için, sadece bugünkü kâğıt üzerindeki Irak'ın Şii-Sünni
çatışmasına bakmak yeter. Sözde "Barış dini İslam"ın bu iki
mezhebinin, ne kadar onun iki mezhebi olduğu son derece tartışmalıdır ve İslam
tarihinin çıkışından bu yana görünür olan bu çatışmaların gerisindeki erken
temellere, çalışmalarımız boyunca ele almaya ve Akado-sammaru toplumsal
yapılanmasındaki ön kaynaklarına açıklık getirmeye çalışıyoruz.
Alevi-Bektaşi
çevrelerde bu köklü zıtlığın ana kaynaklarını Muhammed'in damadı
Ali ve kızı Fatima vb. üzerinden açıklamaya çalışmak son derece
yüzeyseldir. Burada, Alevilik-Şii'liğe karşı veya İslamın Sunni egemen biçimine
karşı bir bir tercih söz konusu değildir. İmanlıya “İslama karşı
Hıristiyanlık tercih” önerisinin Murat Belge'lerin söylemindeki yerini
incelemeye çalışmıştık. O bile, sonradan bu sakat tercihi yaklaşımın
boynuzlarını törpülemeye uğraştı durdu.
Bu
koşullardaki bir Türkiye ve Dünyada giderek artacak dinsel söylemde sağlam
bir yerde durabilmek çok önem taşıyor.
Bugün Vatan
gazetesi, Başbakan’ın Mehmet Altan’ı da “azarladığı”ndan bahsetmiş...
Normal demokratik ortamlar olsaydı, herhangi bir anlaşmazlık konusu, “eleştiri”
gibi terimlerle ifade edilirdi. İslami gelenek içinde ve o terbiyeyle yetişmiş
kadroların, beraberlerinde getirecekleri Ümmet toplumu-şeyhülislam ilişkisi
terminolojisidir elbette…“Lan…”dan başlar, “şeyin”den çıkar ve “dürüst ol…”
Kasımpaşa'lılığından geçerek , “kalben” ve “ciğeren” konuşmalarla, yarı
İslami, yarı lümpen temelde sürer gider…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder